Her yerde, habire gözümüze sokup durdular, “modern çizgi romanın başlangıcı sayılan Karaoğlan geri döndü!”. karaoğlan’ı severim, tabii bu haberleri duyunca da izlemek için sabırsızlandım, gerçi Karaoğlan’ın dizi formatında düşünülmesi, prime time’a konacak olması Karaoğlan’dan çok şey kaybettirecekti belli ki. Çünkü Karaoğlan ve babası Baybora her maceranın yarısını bir kızın, bir kadının memeleri arasında geçirirler. Karaoğlan filmlerinde belli belirsiz bir şeyler vardı ama diziden bunu bekleyemiyoruz ne yazık ki.

Kaan isimli bir orta asya türkünün maceralarının, devamı olarak yayınlanagelen Karaoğlan, dönemin gazetelerinde yer alan, Suat Yalaz’a ait bir çizgiroman, kahraman. Superman, Üç Silahşörler, Teksas gibi kahramanlara gıpta ederek “bizim niye bir kahramanımız yok” düşüncesinden çıkışla, Harold Foster’in Prince Vailant’ından da etkilenerek yarattığı bu kahraman, çıktığı ilk andan itibaren halktan büyük bir ilgi görmüş.

O zamana kadar, adaleti Superman, Zorro gibi karakterler dağıtırken, şimdi Karaoğlan isimli, türk tarih ve folkloruyla harman olmuş, bizden biri de adaletin savunucusu olmuş, güçsüzlerin, yardıma ihtiyacı olanların imdadına yetişmiştir. Bu da Karaoğlan’ın sevilmesi ve büyük ilgi görmesindeki en büyük etkenlerden biridir elbette.

Deli doludur Karaoğlan, atletik, gözü pek, yılmaz, cambaz bir uygur gencidir. Tüm kahramanlar gibi idealize edilmiş bir karakterdir, kötü alışkanlıklara tavırlı, kadın düşkünü değil ama her erkek kadar kadınlara ilgilidir, sadece “onları mutlu etmek kaygısı” taşır; yalana, dolana pek bulaşmaz.

Asya kaplanı namıyla diyar diyar dolaşacak olan Karaoğlan’ın maceralarında, 20 yaşındayken tesadüfen kavuştuğu, habire “şu kızı kim tavlar” diye atıştıkları, kuşak çatışmalarından dolayı tartıştıkları kılıç ustası olan babası Baybora; dövüştükten sonra dost olduğu, ihtiyar delikanlı, savaşmak için doğmuş olan, “bir vuruşta bir deveyi çökerten” Balaban; serinin komedi yükünü çeken, Karaoğlan gençken, ona sahip çıksın diye yanına katılan yaver/dost/ozan Çalık; Semerkant’da hırsızlık yaparken yakaladığı ve sonradan kendisine aşık olan Bayırgülü gibi, her biri şahsına hayranları olan, karakterler de maceralara renk katmaktadır.

Daha önce, biri Atıf Yılmaz yönetmenliğinde, 8 adet Karaoğlan filmi (Karaoğlan, Altaylardan Gelen Yiğit, Baybora’nın Oğlu, Camoka’nın İntikamı, Şeyhin Kızı, Yeşil Ejder, Karaoğlan Geliyor, Karaoğlan’ın Kardeşi Sargan), Suat Yalaz’ın tarafından beyazperdeye aktarıldı. Her ne kadar, sinemada izleme şansımız olmasa da, televizyonlar aracılığıyla bu filmleri görme şansımız oldu. Şu an Türk sinemasının kültü olmuş Karaoğlan filmleri Türk sinemasına iki de yetenek kazandırmıştı. Başvurulara gelen body’cisinden, jönüne yüzlerce kişiye rağmen, yarattığı karaktere benzediğini düşünerek seçtiği, o zamanlar çelimsiz, isimsiz bir genç olan Kartal Tibet’i (gerçekten çok yerinde bir tercihti) ve oynadığı Camoka rolünden dolayı “Karaoğlan’ın peşini bırak ulan” tepkileriyle halk tarafından linç edilme tehlikeleri atlatmış, Türk sinemasının en iyi, kötü karakterlerinden Danyal Topatan.

Gelelim Kanal D’nin Karaoğlan’ına. Kanal D, izleyicilere, Karaoğlan vadetti, yanında ilk defa kullanılan çekim teknikleri, özel efektler, aksiyon sahneleri. Henüz ilk bölümünü izledim ama Çizgiroman’a özel bir ilgim olmasa nasıl dayanırdım bilmiyorum.

Ilk bölümün yönetmenliğini, ANS prodüksiyon’un kurucularından (ya da sahibi, bilmiyorum), “90 60 90” ve Çarkıfelek isimli programları yönetmiş olan Abdullah Oğuzyapmış. Devamını ise “Cem Akyoldaş” çekecekmiş. Cem Akyoldaş da, gayet rahatsız edici olan ilk bölümdeki gibi bir tarz deneyecekse, dizinin pek uzun soluklu olmayacağını şimdiden söyleyebilirim.

Evvela “Elimize teknoloji verdiler aman çıldıralım” dercesine 2 saniye bir değişen, düzensiz ve enteresan perspektifler yakalamak uğruna uğraşırken kadrajı unutan kamera açıları (ki aynı problem Kurşun Asker isimli, bundan 100 kat daha kalitesiz olan dizide de wardır) izleyiciyi bunaltıyor, hikayeden ve aksiyondan uzaklaştırıyor. Dizinin ilk 10 dakikasında, beraber izlediğim arkadaşların hepsi aynı şeyden şikayet ediyordu, “başımız döndü, midemiz bulandı, bıktık, usakdık” diyorlardı. evet, o kadar bıkmışlardı ki konuşamadılar bile “usandık” yerine “usakdık” dediler, hep bir ağızdan şaşırdılar. haklılar. dünya sinemasında reklamcılıktan sonra sinemaya geçmiş ve böyle bir ekol yaratmış David Fincher, Guy Ritchievs. gibi isimler olabilir, böyle bir tarz da vardır fakat bu “ben de yapabilirim” adına bir referans olamaz, zira bir sinema filmi, ya da tv dizisi denemek için çekilmez ve zaten hiç biri bu Türkiye dizileri kadar rahatsız edici görünmemişti gözüme.

Kullanılan filtreler, yer yer hakim olan yeşil ve mavi tonlar görsel olarak estetik durabilir, göz boyayabilir ama, eğer bu, kişilerin yüzlerinin seçilmesini engelliyorsa, görüntü yönetmeni “filtre super oldu be” derken, ışıkların patladığını, hana girdikleri sahnede, gökyüzünün dekor oluşunun ayan beyan ortadalığını farketmiyorsa, buna başarısızlık denir.

Dizide Serdar Gökhan, eskiden de bu tür filmler çekmiş olmasının verdiği tecrübeyle (Baybora’ya da benziyor zaten) göz boyarken, Balaban’ı canlandıran Sümer Tilmaç’ın Sezai Aydın’a ait Barni ile Rocky3 kırması dublajı bir o kadar kulak tırmalıyor. Izlerken, Balaban konuşmasın istedim.

Başka neler yoktu ki, orman niyetine seçilen dün dikilmiş kavakların arasındaki avlanma sekansı; O Brother Where Art Thou’dan aşırma, ırmak kenarında kızların şarkı türkü söyledikleri bölüm; Camoka’nın, gerçi Danyal Topatan’ın Camoka’sının yanında lafını etmeye bile değmez, boğazını yırtarak veya gözlerini çıldır çevirerek bir şeyler söylemeye çalışması; ha, Özlem Tekin’i de unutmamalı, zaten Özlem Tekin’in olduğu sahneler, özellikle mağara mekanına geçildiğinde “emret bakanım” ayarında bir tiyatroya dönüyor, bunun yanına bir de Özlem Tekin’in rapçi ağzıyla, son derece yapay konuşması eklenince, “amaaan, hadi bu da geçsin çabuk ol” diyerek, ister istemez dikkatinizi dağıtıyorsunuz. “Dengesiz efekt kullanımı” suretinde açıklayabileceğim, mesela bir kavga sahnesinde, adamın biri tekme yiyince 2 metre uzağa fırlarken, hemen bir sonraki sahnede başka bir adam balyoz bir yumruk yiyip, sinek gibi yere yığılıyor. Pazar mekanına gelince, orasının zaten Conan, ya da daha yeni bir örnek olarak Dungeons& Dragons gibi fantastik çalışmalardaki “tavern” konseptinden payda aldığı gün gibi ortada.

Artık Zeyna & Herkul benzerliklerine bir şey demeyeyim; biliyoruz ki dizi mutlaka çocukların ilgisine de mazhar olmak amacı taşıyor. ve lakin, diyalogların böylesine salaklara gore hazırlanmış olması da, dizinin “ciddi” olarak algılanmasına en büyük engel oluyor.

En neticede, Karaoğlan dizisi, yekpare bir girişim, keşke benzerleri de olsa. Fakat kendi adıma ben, öncelikle beni izlerken aşırı yorduğu için, en ufağından, Karaoğlan’ın annesi doğum yaparken, kameranın kadının çenesiyle göğüsleri arasında, adeta oyunda olmayan bir bölgesini çerçevelemesi gibi bir çok “boş kadraj” barındırdığından, herhangi bir derinlik beklemek boş belki ama düşünmeye sevk edecek hiç bir öğe barındırmadığından, izleyicinin empati kurabileceği hiç bir karakter içermediği veya olası karakterleri de (dublaj, sürmenaj gibi) başka nedenlerle harcadığından, bizim çocukluk kahramanlarımızı, zamana uydurmak adına, clubber Karaoğlan, rapçi Zenka, manken Bayırgülü, onun bunun köpeği olmuş, kendini at sanan Camoka hallerine düşürdüğünden; oysa sevmek ve izlemek isterken, beğenmedim, beğenemedim.

Sonraki bölümlerinin daha özenli olması, uzun süre devam etmesi dileğiyle.

Kaynaklar:
Resimli Roman Sitesi
Hürriyet Gazetesi
Kanal D – Karaoğlan
Microsoft Word Dökümantasyon Programı