Simeranya’ya gideniniz var mı ya da Server Bedi’yi tanıyanınız? Peki hiç Çanakkale Savaşı’nda bulundunuz mu ya da deniz kıyısında intihar etmeyi düşündünüz mü? Paris’ta yaşamak istediniz mi hiç ya da birini sevdiğiniz için bütün yaşantınızı terkettiniz mi?Diyeceksiniz ki, “ne diyor bu adam yaa…”. Eğer yukarıdaki soruların cevabını bilmiyorsanız haklısınız. Hiçbir şey anlamadınız. Ama cevapları bilen varsa ne olur yazı bitene kadar bildiklerini unutsun.Şu an size üniversite ilk sınıfta iken yazdığım bir yazıdan bahsediyorum. Yani yazıyı yazıyla tekrar anlatacağım. Aslında orjinalini bulsaydım buna hiç gerek kalmayacaktı ama olsun. Eminim ki, orjinali tadında yaşayacağız.Bir hastanın hastalığı boyunca yaşadığı psikolojiyi anlattı bize önce ve Nazım Hikmet’e ithafen dedi hep. Hasta ile birlikte hasta olduk okurken. Yatağımızda sırtımız ağrıdı, ateşler içinde yandık. Sonra “Biz hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız dedi bir dönem. Biz de şu koskoca dünyada, binlerce insanın içinde aslında yalnız yapayalnız olduğumuzu anladık. Bir aileden bahsetti bize. Besim, Samim, Meral, Feride, Tarık, Ahmet… Besim’le birlikte aklımıza giden yolun midemizden geçtiğini anladık ve suya soktuğumuz ayaklarımızı ıstakoza benzettik. Samim olarak da sedece sevdik, karşılıksız hem de şöhrete düşkün aklı fikri Paris’te yaşamak olan birini sevdik. O ise hayallerinin peşine düşüp Paris’e gitmek için Cengiz’i seçti. Ya Feriha’ya ne demeli… Ailesi tarafından ablukaya alınmış, düşünce kölesi olan, yaşama hakkı tamamen eşinden alınmış biri. Sonu da bir o kadar trajik. Abisi tarafından cezalandırılarak bir odaya kapatılıyor ve sigara yakmak için teşebbüs ettiğinde heryer tuşuyor. Biz de Feriha ile birlikte o odada yandık.Nihat’la birlikte Çanakkale Savaşına gittik fakat hiçbir şeyi bıraktığımız gibi bulmadık. Koskoca bir zaferin kahramanı olduk ama geri döndüğümüzde bir iş bile bulamadık. Koşa koşa sefaletin kucağına düştük. Sonra bir Faik olduk Nihat’a yardım elini uzatan, evini açan. Sonra kaderimizin bizi sürüklediği yere gittik Seniha Hanımla Mahir Beyin evine. İstemeyerek ve mecburiyetten Mahir Beyin kirli işlerine muhasebeci olduk Nihat’la birlikte ama hep aşık olduk birilerine durmadan. Bu defa Muazzez di adı. Fakat Alaaddin Beyle evlendireceklerdi onu. Lüks bir hayatın içinden sefalete sevgilinin elini tutarak koştuk. Ama o koşu zorluklar ve Muazzez’in alışık olmadığı bu hayattan dolayı deniz kenarında son buldu. Nihat’la birlikte ayaklarımızı bağlayıp onunla suyun soğukluğunu hissettik. Ama yaşama isteğine yenik düşüp sevgilinin sıcacık kollarına koştuk.Sonra bir tereddütün tam ortasında kaldık. Bir tarafta okumayı seven, dürüst, saf ve temiz aile kızı Mualla, diğer tarafta kocasını terkederek İtalya’dan kopup gelen Vildan. Bazen kendimizden bile tereddüt ettik.İşte bu en acısı… Bizi deli gibi sevdiğini zannettiğimiz eşimizin çakan bir şimşeğin ışığında bizi aldattığına şahit olduk. Matmazel Noraliya’nın Koltuğuna oturup bir dönemin düşünce akımına kapıldık.Biz kim mi olduk? 1901 yılında sürgünde babası ölen Yetim-i Safa olduk. Biz 1899 yılında İstanbul’da doğan, sefalet içinde hayatını yazan, hem de durmadan yazan, yine İstanbul’da 1961 yılının 15 Haziranında hayata gözlerini yuman Peyami Safa olduk.Ruhu Şadolsun
Aslında size ilham kaynağımı, üniversite yıllarında beni etkileyen tek adamı, kitaplarının tamamını okuyup bitirdiğim (hem de bir solukta) büyük üstadı yazdım. Kitaplarını okumadım aslında neredeyse yaşadım. Yazarla birlikte her kitabında oradan oraya savruldum. Hele bir kitabını okurken karakterin hastalanıp verem olduğunu okuduktan bir hafta sonra ben de verem olup hastaneye yattım. 1999 yılının DEÜ hastane kayıtlarını inceleyen görecektir. Sorarsanız söyleyecekler. O garip bir yazardı diyecekler. Verem olup geldi ve 20 gün yattı diyecekler. 20 gün boyunca durmadan yazdı ve gitti diyecekler…Peyami Safa severlere ithafen…Ruhu şadolsun…