her şey ‘kylie’ gavur isminin ‘kili’ olarak değil de ‘kayla’ olarak okunduğunu öğrenmem ile başladı.çok ciddi bir hayalkırıklığına maruz kalmıştım. ‘kili’ kulağa hoş gelirken ‘kayla’ hiç estetik değildi doğrusu. hem ‘oky’ gavur rumuzunun okunuşu ‘kili’ ile benzerlik göstermiyor muydu? gösteriyordu. ismi sandığımın bu derece ötesinde bir telaffuza sahipse kimbilir soyadı ‘minogue’ ne biçimlerde okunuyordur paranoyasıyla şapkamı takıp fırladım sokağa.spor çantam ağır olmuştu eskisine nazaran. bir buçuk litrelik su şişesi koymuştum çünkü. hem de içinde su vardı. çantanın içindeki diğer eşyalar da toplam iki kilo etse, yaklaşık dört kilo taşıyordum sırtımda. şimdilik taşıması kolay olan bu ağırlık yürüdükçe nasıl da zorlayacaktı beni..biçimsiz yerleştirdiğim şişenin dibi belime bata bata her zamankinden farklı bir güzergahı takip ettim bu kez. gerçi bu yol biraz daha uzundu. ama etraf daha iyiydi. yürürken sıkılmamayı umuyordum. şöyle bir baktım da, sanki bu yolun kızları daha güzeldi. evet, evet öyleydi. bir keyif sigarası yaktım. beyaz şahin fobim arada bir yüreğimi hoplatsa da, sokakta serbestçe sigara içebilmek zevkliydi gerçekten de. babamın, fizikçinin veya kimyacının arabaları tesadüfi olarak birbirinin aynıydı. yani sadece marka olarak değil, tekerlekler olsun rüzgarlıklar olsun hep aynıydı. mesela hepsinin selektör lambaları beyaz camla değil sarı camla örtülüydü. bir de bedencininki öyleydi ama o önemli değildi.karşıda iki kız gördüm. bana doğru yürüyorlardı. ben de yolum gereği onlara doğru yürüyordum. sokak tenhaydı. oleydi. oley oleydi. kızlar beni geçtiği vakit dönüp arkalarından rahatlıkla bakabilirdim. önce vücudumu doksan, sonra da kafamı vücudumun ilk haline göre yüz seksen, doksan derece dönmüş haline göreyse yine doksan derece çevirip, ama bunu sırasıyla değil aynı anda yaparak; yani vücudumun bir derece dönmesine karşılık kafamın iki derece dönüş yapması şeklinde, yürümemi aksatmaksızın beni geçecek olan bu kızları bir çok kategoride derinlemesine inceleyebilecektim.ben bu yolu sevmiştim. diğer yol fazla kalabalıktı. illa kızlara bakacaksam mesela; sanki geçtiğim apartmanlardan birinin dış yüzeyindeki bir detay dikkatimi çekmiş gibi, sanki karşıdan karşıya geçeceğim de her iki yönden de uzun vadede araba geçecek mi geçmeyecek mi diye bakınıyormuşum gibi yapmak zorunda kalıyordum. o da bir iki saniye ancak göz ucuyla oluyordu.daha önce bu yoldan yürümüş müydüm, diye düşünmeye başladım. hatırlamıyordum. ya da hatırlayamıyordum. mutlaka geçmişimdir. ama en azından şu an için yönümü tayin etmem, eski yol ile bu yolun koordinatlarını göz kararı kıyaslamamla mümkündü. misal, önceki yolda önce iki yüz metre düz gidiyor ardından sağa dönüp bir yüz metre daha yol alıyordum. bu yolda ise en baştan sağa dönmüş olduğum için sanırım yüz metre sonra sola dönüp iki yüz metre kadar yürümem gerekiyordu. nicel gözlemlerimle örneklendirme yaptım belki ama ben genelde nitel gözlemlerle işlerimi görürüm. yani bu yüz metre ve iki yüz metre olarak verdiğim uzunluklar aslında, yarım sigara içişlik mesafe ve bir sir sigara içişlik mesafeler. baz aldığım bu usül, kısa sigaralar için geçerli. sigarayı tutan elin ne derece sallanıyor olduğu da bir o kadar önemli.bu aralar yegane sosyal faaliyetim olan spor salonuna varabilmiştim nihayet kaybolmadan ve boğulmadan. ibne bir hoca vardı burada. ibneliği beni bir kaç defa azarlamasından kaynaklanıyordu yoksa herhangi bir eşcinselliğini görmüş değildim. selam verip vermeme tereddütünde içeri girdiğimde, bu ibne hoca bana “n’aber, nasılsın?” diye sordu. “iyi, n’olsun” şeklinde cevap verdim. “senden n’aber?” demedim. “sağol, idare eder” diye cevaplamadı.hemen soyunma odasına girdim. kimse yoktu. ne güzel. birileri varken rahat rahat giyinemiyordum çünkü. bu yüzden de özellikle pantolon giyip çıkarırken çok ciddi düşme tehlikeleri atlatıyordum. bir gün atlatamayabilirdim. odada bir boy aynası vardı. boy aynalarını çok seviyorum. bizim evde yok.yeni programa geçmiştim. en son gelişimde ibne olan hoca bana yeni çalışma sistemimi yazan bir kağıt vermişti. bu kağıdın üzerinde sadece aynı ortamda bulunuyor olmamızdan belki de görmüşlüğüm olan ama kesinlikle bir tanışıklığımın olmadığı, ‘meraba meraba’yı aşmayan bir samimiyetle isimlerini hiç bilmediğim aletleri kaçar defa kullanacağım ifade ediliyordu. “bench press oniki on sekiz altı” bu da neyin nesiydi. ‘press’ lafından basmalı çekmeli, emmeli gömmeli bir şey olduğunu anlayabiliyordum da, bench neydi. oniki neydi. on neydi. sekiz ila altı’dan kastedilenler neydi. gidip ibne hocaya sormuştum. “göğüse çekiyoruz ya ondan” demişti. rakamlar içinse “oniki’den altı’ya çıkacaksın” demişti. “anladım” demiştim anlamadan etmeden. bir de benim böyle bir huyum vardı. birine bir şey sorduğum zaman o biri o bir şeyi anlatıyordu. ben anlamasam da anladım diyordum. çünkü gerizekalı sanılmaktan korkuyordum. üstelik bence bu dünyada benden güzel bir şey anlatan yok. yani böyle durumlarda anlatan kişi, kendi zaten olayı bildiği için sadece kendi anlayabileceği bir dil kullanıyordu. halbuki bana bir şey sorulduğunda ben en ince ayrıntısına kadar örnekleyerek hem de her şeyi söylüyordum. hatta soran kişinin pişman olmasına varan oranlarda, ilkokul çocuğuna ders verir gibi karşımdakini de sıkabiliyordum. her şeye rağmen öğretmen olmak istemiyorum.içeri geri dönmüştüm. ağırlıkları hazırlamaya başlamıştım. çubuğun her iki yanına da ikişer tane beş kiloluk ağırlık koymuştum. kağıtta oniki yazıyordu. galiba her iki tarafa da oniki kilo ağırlık koymalıydı. şimdi bana iki tane iki kiloluk ağırlık lazımdı. ama iki kiloluk ağırlık olduğunu pek sanmıyordum. iki buçukluk vardı ama ikilik yoktu. iki buçukluğun bir küçüğü de vardı gerçi. ama bu salonda her şey iki katı azalıp arttığı için büyük bir ihtimalle o bir boy küçükleri bir kilo iki yüz elli gram ağırlığında olmalıydı. komşu salona gidip “pardon, rahatsız ediyorum, bizde kalmamış da, acaba fazla iki kiloluk ağırlığınız var mıydı?” diye soracak halim yoktu elbette. sanırım bir yanlışlık vardı olayda. hem şimdi farketmiştim de “oniki’den altı’ya çıkmak” da ne demekti yahu? bu cümlede bir mantık hatası yok muydu?kaslı biri aynada kendini izliyordu. kaslarına bakılacak olursa; kültürlü ailelerin çocuklarının da ne tesadüf ki doğuştan kültürlü olup iki buçuk yaşında piyano çalmaya, beş yaşında ise artık beste yapmaya başladıkları gibi, ta bebeklikten bu yana spor salonlarının müdavimi olduğu anlaşılan bu adama danışmalıydım, evet. önce bir kilo iki yüz elli gramlık iki ağırlığı (aslında hafifliği demeliydim) onar onar dengelediğim çubuğun farklı uçlarına yerleştirmiştim. sonra da bu adamın yanına giderek “bakar mısınız?” dedikten sonra azı bana çoğu ona doğru dönük olan kağıdı göstermiş ve hazırladığım çubuğu ima ederek “acaba olmuş mu?” diye sormuştum. çok kısa bir süre içinde “sen ne kadar zamandır buraya geliyorsun?” demişti. gülümsüyordu. “çiçeğim burnumda”ya yakın bir sözle karşılık vermiştim. sonra anlatmaya başlamıştı. “önce kafana göre küçük bir ağırlıkla başlayıp oniki defa kaldıracaksın. sonra kaldırabileceğin en yüksek ağırlığa doğru sırasıyla onar, sekizer ve altışar defa diye devam edeceksin”. vallahi anlamıştım. “takıldığın yer olursa sor” diye de eklemişti. kağıtta yedi farklı alet daha olduğunu görebiliyordum. bu da yedi defa daha takılacağım anlamına geliyordu. ama ben bir daha ona hiç soru sormamıştım. eski programı uygulamıştım zira.ama işte bugün yeni programı uygulamaya gerçekten kararlıydım. ibne olan hocanın bir tane de kardeşi vardı. adı ibne olmayan hocaydı. bugün herhalde salona o bakıyordu, diğeri ofiste olduğu için. yanına gidip programımın yazılı olduğu o meşhur kağıdı uzattım. her şeyi bana teker teker anlattı. bu hoca hakikaten ibne olmayan bir hocaydı ya. ayrıca ibne olan kardeşinden çok daha kaslıydı. acaba bu iki kardeşin arasını bozup ibne olanını ibne olmayana dövdürse miydim? bu gibi hayaller eşliğinde bir müddet çalışıp yoruldum. bugün radyoda kili’nin şarkısı da çıkmamıştı. dolayısıyla kayla’nınki de çıkmamıştı. yo, hayır. kili’nin şarkısı çıkmamıştı. evet. soyunma odasına gidip yol boyunca sırtıma batan su şişesini çantamdan çıkarıp lıkır lıkır mideme aktardım. dönüşte yüküm daha hafif olacaktı.salona geri döndüğümde kili’nin, evet evet kayla’nın değil kili’nin şarkısının çalıyor olduğunu duydum. ağzımdan köpük saça saça koşuştururken sıradaki aletin başına geçtim ve hırsla çalışmaya başladım. şarkının giriş müziği meğer ne kadar uzunmuş, daha önce dikkat etmemiştim. sonradan gerçeği kabullendim ki bu başka bir şarkıydı. ama aynı müziğe sahipti. demek ki çalmışlar kili’den. şarkının ilerleyen kısımlarında şarkıyı tanıdım. şöyle bir düşündüm de bu şarkı kili’nin şarkısından daha eskiydi. bu durumda kili hırsız konumuna düşüyordu düşmesine de, bu düşüş itibariyle güzelliğinden bir nebze olsun taviz vermemesi içimi rahatlatıyordu. bu kili’nin çaldığı şarkıyı biz arkadaşlarla okulda söylüyorduk bazen. ama kendimiz türkçe sözler yazmıştık. çok komik oluyordu beraber söyleyince. biraz mırıldandım ama yalnızken hiç komik olmadı.o aletle de işim bitince kağıda yeniden baktım. sıradaki aletler çok zor olduğu için onları atlayıp zor olmayanlardan bir tanesine geçtim. biraz sonra sıkıldım. bu sefer kalabalık olan soyunma odasına gittim tekrar. utana sıkıla giyindim. “acep niye başkasının yanında giyinemiyorum ya rabbi!” diye düşüne düşüne çıktım odadan. tam yukarı kata çıkmak üzere salonun kapısından geçiyordum ki, o da ne, kili’nin şarkısı, hem de bu defa gerçekten onun söylediği belki çalıntı belki çalıntı olmayan şarkısı, vallahi de çalıyordu billahi de çalıyordu. bir anda yüreğim burkuldu akabinde derhal toparlandım. kısa saçlarımı savurarak çevirdim kafamı, yarım kalan yürümeme dönüp, seri adımlarla uzaklaştım. biraz burnu sürtsündü.akşam olmuş dışarısı. hava kararmış yani. bana hava kararmadan akşammış gibi gelmiyor. mesela birine telefon açınca saat akşam sekiz olsa bile hava aydınlıksa eğer “iyi günler” diyorum. dedikten sonra ben de yaptığım hatayı farkediyorum ama iş işten geçiyor. bu sefer de kapatırken “iyi akşamlar” diyorum, böyle demeye kendimi şartlandırdığım için. ama bu da tuhaf kaçıyor. yani madem iyi günler diye telefon açtım, iyi günler diye de kapamalıyım bence. böylece karşımdaki kişi “demek tarzı bu” diye düşünebilir. ama böyle bir tezat oluşturunca bütün foyam ortaya çıkıyor. her neyse. kendimi tatilde gibi hissettim. öyle bir atmosfer vardı akşam olan, havası kararan dışarısında. hani güneş batana dek kumsalda kaldıktan sonra odaya dönerek düş alıp akşam yemeğine gidiyormuşum gibi. sanki biraz sonra derinden müzik sesi gelecek ve kısa kollu tişörtüme sızan ılık rüzgar hiçbir gerekçe göstermeksizin beni mutsuz edecek. derken son sürat yanımdan geçen bir ekmek kamyonuna irkildim. bu ekmek kamyonları hep böyleydi. eminim bir pide kamyonu çok daha nazik giderdi. ama öyle bir şey var mıydı ki? elbette vardı, o kadar nazik gidiyorlardı ki, olduklarından haberdar bile değildik. değil mi. tamam.yorgun olduğum için sigara yakmasam düşüncesiyle sigaramı yaktım. biraz yürüdüm. bir sigara içişte kaç kez kül dökme ihtiyacı hissediyoruz’u merak ettim. geldiğim yoldan gidiyordum yine. ama şimdi etraf karanlık olduğu için tanıyamıyordum nereden sağa dönmem gerektiğini. sigarama baktım. bir nefes kalmıştı. bu yüzden bir sonraki sapaktan dönmeye karar kıldım. o esnada dönmeye karar kıldığım bir sonraki sapaktan bir önceki sapakta, yani şu an başında bulunuyor olduğum sapağın doğrultusunda yürüyen üç tane kız gözüme çarptı. yani yürüdüğümüz yollara kalemle çizgi çizilse kocaman bir artı olurdu. dik açı yani. geniş ile dar’ın arasındaki. doksan olan. ne fazla ne noksan. doksan işte. bu sebeple son anda dönmekten vazgeçtiğim sapağa, son anda dönmemekten vazgeçerek döndüm. dönerken, ben gerçekten de bir şeyi uzun uzun anlatmayı çok seviyorum’u düşündüm. kızlar arkadan hoş görünüyordu. saçları falan fönlüydü galiba. gitgide onlara yaklaştığımı farkedince ivmemi; önce eksi yönde arttırdım ardından adım atma periyotlarımız eşitlenince de sıfırladım. yürüyorduk beraberce. fakat kızlar çok yavaş yürüyordu. yavaş yürümeyi hiç sevmezdim. bakmaktan da sıkılmıştım doğrusu. neredeyse çeyrek sigaralık bakmıştım. yeterdi. karanlıktan tam seçilemediği için artık pek de bir anlamı kalmamıştı bunun. ama hızlanıp önlerine geçemezdim. önlerine geçersem eğer, saçma sapan bir mantıkla, arkamdan üç tane kızın yürüyor olduğu bilinci beni tedirgin edecekti. bu konuda deneyimim var. belki de ben herkesi arkadan izlediğim için öyle hissediyorum. ama sanki beni derin derin inceleyeceklermiş gibi geliyor. bu yüzden inadına tuhaf yürüdüğümü, çok avanak hareketler yaptığımı zannediyorum. neyse ki yol bitmişti sonunda. alternatifi olmayan çeyrek sigara içişlik klasik ev yoluna girip bu sıkıntıyı nihayete erdirdim.o sırada bu standart yolum üzerinde bana doğru yürüyor olan bir başka kız belirdi. of, bu defa bakmayacaktım işte! kızın şimdilik çirkin gözüktüğü mesafeyi, ikimizin hızlarının toplamına bölüp ne kadar daha bakmamak için direneceğim miktarının mümkün olduğunca düşük çıkması için daha da hızlandım. bugünlük geometri, fizik, uzaktan kumanda ve yakından kız dersleri kafiydi çünkü. yolumuz dikey olarak adlandırılsa şayet, yatay doğrultularımızın kesiştiği anda, yani yanımdan geçerken dayanamadım, ama yemin ederim göz ucuyla kızı bir süzgeçten geçirdim. o da aynı anda bana bakıyordu. hatta ilk gözümü çevirdiğim anda da bana bakıyordu ki bu, kimbilir ben bakmadan evvel ne kadar süredir bana bakıyor olduğu sorusunu tam bir muamma boyutuna taşıyordu. çok güzeldi. sahiden güzeldi. geçiştik öylece. gidiştik sonra. uzaklaştık. belki sokaklara dönüştük. lakin bir daha birbirimizi görme olasılıklarımızı sıfır noktalarına yakınlaştırdık da.eve çook az kala sağdaki çingene evinden bir kız fırladı sokağa. ya bu saatte sokakta bulunananların salt çoğunluğunu kızlar oluşturuyordu ya da ben erkeklere hiç dikkat etmiyordum. bir saniye. bu kız kili veya kayla’ya, o olabilecek kadar çok benziyordu! sahte sarışın değildi. gözünde renkli lensler yoktu. belliydi. kili’ydi bu. kayla’ydı. ama bana hiç bakmadı. yoksa kili değil miydi o? kili olsa bana bakardı değil mi? bakardı. bakardı. demek ki o değildi. hepsi bir yana, çingeneler siyah olmaz mıydı?bizim siteye dönüş yaptım şaşkın şaşkın. bu, sokak bazındaki son dönüşümdü bugün için. pek tanımadığım ama karşılaştığımız zamanlarda nezaketen selamlaştığımız, komşunun kızını gördüm. bugün gördüğüm kızlar eminim ki türkiye’nin ilk profesyonel bayanlar liginin bütün takımlarına yetecek kadar fazlaydı. yanında da bir erkek vardı. belki de sevgilisiydi. ikinci defa selam verip vermeme tereddütü yaşıyordum bugün. bugün yaptığım hiçbir şey tek kalmıyordu. illa ki aynısını başka bir pozisyonda tekrarlayacaktım sanki. “selam n’aber?” dedim. “iyi senden?” dedi. “n’olsun işte” dedim. bunu derken, diyalog esnasında yürüme hızımı hiç değiştirmediğimden kelli, bir zamanlama hatası olarak kızı geçmiş bulundum ve ne hikmetse kafamı da geriye çevirmedim. yani öyle bir statü oldu ki, kızı iplememiş gibi olmuştum. tüh.az önce akşam bitti gece oldu. saat oniki’yi geçmeden bana geceymiş gibi gelmiyor. mesela birine telefon açınca saat gece onbir olsa bile bu takıntım sebebiyle “iyi akşamlar” diyorum. dedikten sonra ben de yaptığım hatayı farkediyorum ama iş işten geçiyor. bu sefer de kapatırken “iyi geceler” diyorum, böyle demeye kendimi şartlandırdığım için. ama bu da tuhaf kaçıyor. yani madem iyi akşamlar diye telefon açtım, iyi akşamlar diye de kapamalıyım bence. böylece karşımdaki kişi “demek tarzı bu” diye düşünebilir. ama böyle bir tezat oluşturunca bütün foyam ortaya çıkıyor.