Ölü bir beden ardından uzunca bir yolculuğa düştü hayatım. Zifiri karanlıklara direksiyon çeviriyorum şimdi. Yol çizgileri silinmiş otoyollardan geçiyorum. Karanlıklar içinde kaybolmuş yıldızlar çıkıyor karşıma. Can havliyle kayıyor gökyüzünden gözlerimin önüne doğru.Asfalttaki tekerlek sesinden başka bir ses çıkmıyor geceden. Bu sessizlik beynimi yoruyor. Teybin sesini açıyorum hafiften, uykulu sesler arasından sesleniyor Ferdi baba,”İçime kederden bir duvar ördüm,Kapattım gönlümü gülen dünyaya,Tatmadım ömrümde hasret gibi bir acı,Sen beni bu dünyada ettin dilek ağacı…”Bu şarkıyı dinlerken içimde tarif-i muhal duygular uyanıyor. Ve ben her şeyden vazgeçmişliğimle eşlik ediyorum, beynimde uğuldayıp yüreğimde yankılanan şarkıya. Elveda mutluluklar. Elveda tüm umutlar. Elveda ey gençliğim. Elveda geleceğim…Sonra yine dalıyorum şeritsiz yolların çukurlarına. Hatalı sollamalarıma kızıyorum. Geride bıraktığım hayata tiksintiyle bakıyorum.Nerden geliyorum? Neredeyim? Nereye gidiyorum?Aç kurtlar çıkıyor umut ekili tarlalar arasından. Sağa sola yalpalıyorum. İçime korkular düşüyor yine. Çok gerilerde bıraktıklarımın, her an karşıma çıkma ihtimaliyle sarsılıyorum. Ezilmiş bir çocukluk, har vurup harman savrulmuş bir gençlik ve katili olduğum bir geleceğin hükmünü giymiş bir edayla yine gaza basıyorum. Keskin virajlara vuruyorum ömrümü. Önüme ne çıkacağını bilmeden giriyorum, kıvrımlı dağların sarp kayalıklarla dolu virajlarına. Yollar önümde soru işaretleri gibi bükülüyor. Köknar ağaçlarının boyunca uzatıyorum dertlerimi, kara gürgenler gibi umutlarımı siyaha boyuyorum, çam ağaçlarının yaprakları gibi batıyorum kendime ve meşe ağacının yaprağıyla bırakıyorum, sararmış sevinçlerimin ardından gözyaşlarımla birlikte yüreğimi. Düşüyorum en kırık sonbahar tablolarının tuvalinden.Pusular kuruluyor yamalı asfaltların heyelanlı kıyılarına. Gözlerim ağırlaşıyor, sis çöküyor görüş mesafelerime. Kısa huzmeli farlar karanlığıma ışık tutmaya çalışsa da, karşı yönden gelen düş kıranlarıma çarpmaktan kendimi alıkoyamıyorum. En güzel yerinde sıçrıyorumbahar muştulu hayaller arasından. Akıbet-i bahar nazar’ımdan yaprak misali yaşlar dökülüyor, ezip geçiyorum ıslak duygularımı, kasveti yere seriyorken dağlar ben yol almaya çalışıyorum. Camlardan buhar buhar damlalar süzülüyorken, ben sağır sevdalara haykırıyorum, en ucube köşelerde yankılanıyor serzenişlerim, yaşayan aşkların bile sesi kısılıyor. Mazimin üstüne simsiyah bir karanlık çöküyor. Sileceklerimi açıyorum ve bu karanlık ıslaklığı silmeye çalışıyorum.Ay en dolun haliyle yükseliyor tepelerin ardından…İşte bir keskin virajı daha düzeltiyorum. Ve bir dağı daha geride bırakıyorum. Şedit ışıklı köyler göz kırpıyor yamaçlardan. Ben bir geceyi daha sabaha yakınlaştırmanın çabasındayken, tanyeri çoktan ağarıyor. Ve ben farkında bile olmuyorum şafağın bu kadar yakın olduğunun. Güneş yeşeren ekinler arasından baş kaldırırken içime doğuyor adeta.- Ey nurlu sabah ben geldim. Bana yoldaşlık et bu tükenmez yollarda. Geride bir ömür bıraktım hiç yaşanmamış. Geride bir kulluk bıraktım yapılmamış, geride bir sevda, geride bir evlatlık. Geride ömrümün gırtlağına kadar batmış günahlar bıraktım. Eskimiş yıpranmış düğüm düğüm olmuş sözler bıraktım. Bu aceleciliğime aldanma sakın geride uzun bir yolculuk bıraktım.Üşüyorum… Ellerim titrek. Göz kapaklarım git gide ağırlaşıyor. Yorgun bir seyir tutturuyor bakışlarım. Her an uykuya yenik düşme ihtimalimle yüzümü yıkayacak bir çeşme arıyorum. Elimden tutup kaldıracak bir el aradığım gibi. Neden sonra bir ceylan yavrusu çıkıyor karşıma. Gözleri ahu zar, bakışı ok gibi. Saplanıyor yüreğimin yürek değmemiş köşesine hançer misali. Aklımı başımdan alıyor, gözlerim kör oluyor, lal oluyor dilim. Artık hiçbir şey, hiçbir dert, hiçbir düşünce ve hiç kimse olmuyor dünyamda. Yalnızca “o”. Artık tek düşüncem o’nu yaşatmak oluyor. Ve o’nun için kendimi feda etmek. Deli dolu bir hal takınıp hakimiyetimi yitiriyorum. Bakışlarımın, hayallerimin, gençliğimin ve en mavi düşlerimin yerini artık “o” alıyor. Ben benlikten çıkıyorum “o” oluyorum. Tam kendimi yitiriyorken, donuk bakışlar arasında bir ses geliyor kulağıma: Fe eyne tezhebun (nereye gidiyorsunuz ey insanlar?) İşte bu ses yer yüzüne şamar şamar iniyor. Kulaklarım tüm seslere duyarsız hale geliyor. Kırık bir cam parçasıyla yüzüme bir tokat iniyor. Can havliyle frene basıyorum, direksiyonu kırıyorum, bir yamacın kenarında birikmiş çamurlara saplanıyorum, etrafta kimsecikler olmuyor. Yalnızlığın ortasında yine yapayalnız kalıyorum.Uğruna bir ömür tükettiğim ceylansa herkes gibi yok oluyor. Beni bensizliğin ortasında benimle bir başıma bırakıyor. Anlıyorum ki gördüğüm bir kabustan ibaret oluyor. Yıkılıyorum. Ağlıyorum. Kahroluyorum…Zaman derdime çare oluyor sanki, yitirdiğim onca şeyin ardından kendimi toparlamaya çalışıyorum. Uzunca bir çaba sarf ettikten sonra çamurlu tekerleklerimle yine yola koyuluyorum. İşte yine şeritler, yine dönemeçler, yine kasislerle dolu bir yolculuk başlıyor. Saat güneşin tam tepede olduğu vakti gösteriyor. Gölgeler lastiklerin altında kaybolup gidiyor. Köprüler kuruluyor çaylar üzerine, çaylar acılarımı akıtıyor. Kanlı bir göl çıkıyor karşıma. Adını nereden aldığını bilmiyorum ama benimde içimi kanatıyor. Tarlaların kenarlarında dolaşan çocuklar görüyorum. Yalın ayaklarıyla, hayatın çamurlarına meydan okurcasına toprağı eziyor. Göz göze geliyoruz bir kız çocuğuyla, sırtında bir köfün ve ellerinde buğday başakları var. Saçları ise ellerindeki başak sarısı . Bahar yüzüyle gülümsüyor bana. Öyle içten, öyle tatlı… Yanağında gamzeler gül misali açıyor. O gülümseyince içime sıcaklığı düşüyor çocukluğumun. Elime hakim olamıyorum bende kornaya basıyorum, dünyalar bağışlanmışçasına sevinip el sallıyor. Tüm hüzünlerimi bir anda alıp götürüyor. Ve yüzüme bir tebessüm takıyor, sanki yol boyu arkadaşlık etmesini istercesine…Şimdi derin düşüncelerimi onun eliyle uzaklara gönderiyorum. Kaçırdığım kavşakları, ezdiğim kertenkeleleri, beni çamura saplayıp kaçan ceylanı boş veriyorum. Geride bıraktıklarımı da… Artık yol tabelalarında gözlerim. Daha dikkatliyim şu sırada. İşte bir kasabaya daha yaklaşıyorum. Horozlar çitlerin üzerinde ötmeye devam ediyor. Yavaşlayıp odun ateşinde pişmiş bir ekmeğin kokusunu içime çekiyorum. Bir ambar altında iki yaşlı teyzeye rastlıyorum arabayı sağa çekip fırın soruyorum. Bana ellerindeki kestane yaprağına sarılmış iki somun ekmek uzatıyorlar. Ve yüreklerinin cömertliğiyle pişmiş bu ekmeği, büyük bir merhametle tattırıyorlar. Teşekkür edip ayrılıyorum oradan. Henüz birkaç kilometre yol almışken sağda ağaçlar arkasında saklanmış, aşina olduğum bir yazıyla yazılmış olan yol tabelasını görüyorum, DRANAZ…İşte sonunda aradığım yönü buluyorum. Yavaş ve dikkatlice sola dönüyorum. Artık istediğim istikametteki yola girmenin haklı sevinciyle yol almaya devam ediyorum… Belli belirsiz siluetler geçiyor önümden ben yavaş yavaş Dranaz yokuşunu tırmanıyorum. Dağların görkemliliği Dranaz’ın yanında bir anda heybetini yitiriyor. Dranaz en yüksek dağ oluyor etraftaki dağların yanında. Çünkü Dranaz kıvrım kıvrım ilerleyen, sarp kayalıklarla dolu, inişi ve çıkışı çok zor olan ama bir o kadar da muhteşem ve büyüleyici bir manzaraya sahip olan, güzelliğine kavuşmak için ise büyük bir sabır gerektiren bir dağın adıydı. Ve ben bu güzelliğe kavuşmak için sabretmem gerektiğini biliyordum.Aslında hayat da Dranaz misaliydi.Zor, çetin, karşına ne çıkacağını bilmeden ilelediğin. Kimi zaman tebessümlerle dolu, kimi zaman gözyaşlarıyla ıslanan bir yolculukta, bazen güz mevsimi dökülen yapraklar gibi, bazen uğruna bir ömür feda ederek, benliğimizi yitireceğimiz bir ceylanın karşımıza çıkması gibi, bazen yitirilmiş umutlar arasında bir lokma ekmeyi paylaşmanın sevinci gibiydi hayat. Yeni yeni fehmediyorum bunu…İşte bir cenazeyi defnetmek için, ölü bir beden ardından uzunca bir yolculuğa çıkan hayatım, bu yolculukta bana Dranaz olmayı öğretti. Ve ben kitaplar arasında Ahmet Günbay Yıldız, Halit Ertuğrul, Hekimoğlu İsmail, Emine Şenlikoğlu, Şule Yüksel romanlarıyla gezinirken, Dranaz’ı harf harf, hece hece, kelime kelime, cümle cümle öğrenmeye başladım.Meğer geride bıraktığım hiçbir şey yokmuş, almam gereken her şey ilerideymiş.Saat ikindiyi gösterdiği vakit toprak misafirini çoktan ağırlamaya başlamıştı bile. Yağan yağmur taneleri henüz taze mezarın başkaldıran toprağını ıslatırken, gözyaşları yağmura karışan insanlar, toprak altındaki yolcunun geride bıraktıklarına ağlayıp. Bu ebedi yolculuğunda ona dualarıyla eşlik ediyorlardı…Oysa “o” daha birkaç gün öncesine kadar ölümün ona ne kadar uzak olduğunu düşünürken, şimdi ölmenin şaşkınlığıyla rabbinin huzuruna çıkıyordu. Tıpkı bu olayı bir tiyatro sahnesi gibi izleyen bizler gibi…Ve ben; ileride bıraktıklarını almak için kendini yollara vuran Dranaz’ın yolcusu, hayatı perde perde aralamaya çalışan, olması gerektiği gibi olmaya çalışan insan. Daha nereye kadar süreceği belli olmayan bu yolculuğa devam ederken, sanırım bu yolculuğa hazırlanmanın vakti geldi de geçiyor bile.Yine yollar, yine hayat dersleri, yine düşünceler (nereye gidiyorum ben?). Aklıma takılan bu cümleyi defalarca tekrarlayarak yine yola koyuluyorum. Her çıkışın bir inişi mutlak vardır. Ben bu yokuşu henüz çıkmışken şimdi aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayarak iniyorum.”Hayatın çatladığı yerler vardır yürüyemezsin donmuş bir nehir üzerinde güvenle. İşte hayat devam ediyor” dese de kalbim, “hayat olduğu gibidir olması gerektiği gibi değil” diye avunsa da yüreğim… Yinede bu uzayıp giden kilometrelerden aradığım cevabı bulamıyorum.Şimdi düşünüyorum da… Ben miyim yolların üzerinden geçen? Yoksa yollar mıdır ayaklarımın altından kayıpta giden?09.11.2004 Dranaz mevsimi