“En azından mutlu ölmüş,” dedi üniformalı adam. “Akrabası falan?”

“Yok efendim. Hiç evlenmemiş. Yirmi yıldır geleni gideni olmamış hiç.”

Hiçbir neden bulamıyordu.

Doğup büyüdüğü bu kendinden de yaşlı evin bahçesine bakarken, ağaçlarına tırmandığı, yakartop oynadığı, kuyusundan su çektiği, sayısız kediler beslediği, otlarını yolduğu, annesini gömdüğü, çitlerini boyadığı, çamaşırları astığı, karanfiller yetiştirdiği, babasını güneşlenmeye çıkardığı, örgü ördüğü, köyün çocukları için salıncak kurduğu, babasını gömdüğü, yorganlarını havalandırdığı, radyo dinlediği, kitap okuduğu, yaz akşamları yemek yediği, bazen uyuyakaldığı, her sabah erkenden uyanıp turladığı bu bahçeye bakarken bile, yaşamaya devam etmek için hiçbir neden bulamıyordu artık.

Karanfiller içinde yatan yaşlı kadına bir kez daha baktı üniformalı adam, sonra bahçenin girişinde bekleyen arabaya yöneldi.

“Oğlandan haber var mı?” diye sordu onu takip eden genç askere.

“Hayır komutanım. Hiç iz yok.”

Onu ilk gördüğünde çiçekleri suluyordu. Kontrolsüz bir gülümseme hissetti yüzünde, kadının elinde testiyle attığı küçük adımlar, çakıllarla işaretli yolun her iki yanındaki çiçekleri de sırayla beslemesi, yumuşak ve tasasız hareketleri öyle sadeydi ki. Ama büyülenmiş gibi izlemekten alamadı kendini uzunca bir süre. Neden sonra, bahçeyi çevreleyen çitlerin yanında duran adamı farketti kadın, kısa bir an duraladı. Kızardığını hissetti adam, hemen toparlandı, belli belirsiz bir selam verdi başıyla ve köye doğru seğirtti.

“Cesedi ne yapalım komutanım?”

“İmama götürün,” dedi komutan, arabaya binerken. “Yıkayıp defnetsinler.”

Sık sık görmeye başladı o günden sonra oğlanı. Hep yalnızdı, ya kasabaya doğru yürürken bahçenin önünden geçiyor, ya köye dönüşte yavaşlatıyor adımlarını, bazen de koyunlarını evin az ilerisindeki otlağa salıyordu. Hep o ürkek gülümseme vardı yüzünde. Köyden değildi, bahçesindeki salıncağa gelen, top oynayan, kedilerine ekmek getiren tüm çocukları tanırdı. Başka yerden gelmişti oğlan besbelli, oniki ay çobanlık yapıp, bir kuzuyla dönecekti geldiği yere. Yüzü pek seçilmiyordu, ama çocuksu bir merak vardı hareketlerinde. Elinde olmadan gülümsediğini hissetti kadın.

Kimsesiz kadıncağızı boğazlayıp kaçan oğlana bir küfür salladı imam. İç geçirdi yüksek sesle, yalnızdı oysa caminin bodrumunda. Besmele çekti, ve cesedi yıkanmaya hazırlamaya koyuldu. Eskiden beri tanırdı kadını, ama yıllar sanki yüzündeki çizgileri değiştirmişti. Tenindeki kırışıklıklar da azalmış gibiydi sanki.

“Buyur hele,” dedi kadın. “Bir isteğin mi var?”

Duraladı genç adam. “Yok. Koyunları otluyodum ben.”

“Limonata var susadıysan.”

“Yok. Sağol. Susamadım.”

“Kaç gündür burdasın hep. Bir diyeceğin mi var, varsa yapabileceğim bir şey?”

“Yok. Ben..” Dudaklarını ısırdı adam.

Kadın gözlerini kırpmadan izliyordu adamı.

“Ben.. Aşık oldum sana.”

“Bak hele..” dedi kadın kekeleyerek. Güldü kısacık, sonra hemen utandı güldüğüne.

“Çok aşığım hem de.”

“Ben..” Kaşları inip kalkıyordu kadının. “Torunum olurdu şimdiye senin yaşında. Kaç yaşındasın sen?”

“Yirmibir.”

“Bak hele..”

Durdular bir süre sessiz.

“Ben aşık oldum sana.”

“Oynama benle oğlan. Hadi git koyunlarına.”

Hiç kıpırdamadı adam. Ne de titredi dudakları. Omuz silkti sadece, kısa ve kararlı.

“Ne dediğini bilmiyosun sen.”

“O kadar aptal değilim.”

“Yorma kendini. Beni de kızdırma sabah sabah.”

“Kızacak ne var bunda?”

Gözlerini indirdi kadın. Çevirdi başını, karanfillere doğru baktı.

“Kızmaya bile gücüm yok benim. Şu çiçeklere karışıp gitcem ya, gün bekliyorum.”

“Birlikte karışalım.”

Kadının bakışlarını yine yüzünde buldu adam. Soluğunu tuttu.

“Bugün belki. Yarın en geç. Yolcuyum ben, anladın mı?”

Omuz silkti adam.

“Anlamadın..”

Adam hareketsizdi.

“Ben.. Ben öldürecem kendimi.”

Soluk bile almıyordu adam.

“Kesecem bileklerimi. Köyün nazlı kızları gibi değil. Boyuna kesecem. Bileğini enine çiziyor kızlar, sonra kasabaya götürüyolar kamyonetle, dikip getiriyolar geri. Boyuna kesecem ben. Aha dirseğimden bileğime dek. Dönüşü olmayacak.”

“Ben de dönmem.”

Gözleri yaşlanmıştı kadının. “Dediğini kulağın duysun.”

Yine omuz silkti adam. “Sana duyurmaya geldim ben. Senin kulaklarına fısıldamaya geldim.”

“Şeytan mı yolladı seni başıma.”

“Kendim geldim.”

“Gelmeseydin.” Dönüp karanfillere doğru yürüdü kadın. “Ben gidiyorum.”

“Sana gelmiştim ben.”

Sendeledi kadın. İleri atılıp kadının elini tuttu adam hafifçe. Çekmedi elini kadın. Çömeldi, dizlerinin üstüne çoküverdi çiçeklerin arasına. Adam da çömeldi onunla. Bir eliyle elini tutuyordu hala, diğer eliyle yüzüne dokundu usulca. Gözlerini kaçırdı kadın, kendi kaçmadı. Kadının dudağının köşesine dokundu adamın parmakuçları. Bıraktı kendini kadın, uzanıverdi çiçeklerin içine. Adam da uzandı yanına. Saçlarını okşadı kadının sessizce.

“Bana mı geldin?”

“Sana geldim.”

“Ben gidiyorum ama.”

“Ben de gelirim.”

İncecik öptü adam kadını. Seviştiler.

İmamın çığlığı yankılandı köyde.

Seviştiler karanfillerin arasında kadının saçlarında gezindi adamın eli dudaklarında gezindi dudakları birleşti dürüst ve kararlıydı adamın dudakları ürkek ve yorgundu kadınınkiler sonra bir oldular birleştiler ve birbirlerine aktılar karanfiller imrendi yıllar sonra ilk defa ölmek istemedi kadın ama hissetti cansız kaldığını adamın korkusu yoktu korksaydı girmezdi hiç karanfillerin arasına soluğunu tuttu yine dudakları birleşti sarıldılar görmedi kimse kadının kulağına fısıldadı adam kimse duymadı kimse ayıplamadı sessiz kaldılar hareketsiz kımıltısız kaldılar ne güzel dedi adam ne yazık dedi kadın ne yazık dedi adam ne güzel dedi kadın sustular.

“Ne? Nesi varmış kadının?”

“Şeyi.. Penisi komutanım.”

Ağır hareketlerle bir sigara yaktı üniformalı adam.

“Oğlandan haber var mı?”

“Hiç iz yok komutanım.”