ve kentte rüzgâr eser. sultanahmet’te kandil mumundan damıtılan saf mürekkeple hât icrâ eder ulema. kentin yarısı açtır, diğer yarısı belki dalga geçer açlarla. güneş, kız kulesi’nin üstüne dokunduğunda rüya görürüm belki: ilk defa kız kulesi’ni geziyorumdur rüyamda. rüya bu ya; belki deniz yarılır ve düşümden düşerim serin maviye. benim rüyam bu; çırpınmak beyhude. derin bir nefes alırım boğazın serininde; üsküdar’dan vururum sahile. fırıncı kamyonları göremez beni sabah koşuşturmalarının telaşında-n. asya’dan avrupa’ya eser bu sabah rüzgar. uyanırım rüyamdan ve sarı nevresimlerimin neden yataktan çıkıp vücuduma dolandığına kafa yorarım ilk. belim terlemiştir ve doktorun dediği üzere, yavaşça sağ tarafım üzerinden doğrulurum üç minik bel fıtığımın cilvesi üzerine. terlik aramaz artık ayaklarım, ilk defa yerler kaplıdır beton olmayan bir şeyle. ayak parmaklarım, tahta parkeyi hissetmek için uzaklaşır birbirinden; tıpkı kırmızı hırkamda parlatıp yemeden seyrettiğim kırmızı elmayı “hissetmek” için aralanan “5-yaş-el-parmaklarım” gibi… tahtayı severim; dokunmayı, pürüzlerini, kıymıklarını, parmaklarını üzerinde kaydırdığında çıkardığı sesi-verdiği hissi… tahtayı severim; babam yaşarken bir süre marangoz olduğundan… tahtayı severim; doğup büyüdüğüm (büyümeye çalıştığım) ev ahşap olduğundan. ve tahta “mertek”lerle örtülü toprak “dam”ımızda hep mutlu olduğumdan. tahta balkonumuzda, babamın bana yaptığı tahta sedirimin üzerinde ilk aidiyet duygusunu hatırlatır tahta bana. babamı hatırlatır; ve kavakları.
şimdi yaşadığım betondan evdeki odamın hemen karşısında iki kavak var. gece onları seyrediyorum uyumadan önce mavi gece lambası odayı aydınlatırken. biri daha ufak, diğeriyse yaşlıca. gece görkemli sallanıyorlar ara sıra artan rüzgarda. karşı apartmanın otomatik giriş lambası var. ve alt tarafındaki kuru temizlemecinin levhası rüzgarda sallandıkça, otomatik lamba levhaya “buyrun efendim” dercesine göz kırpıp yanıyor gecenin bir yarısında. çok rüzgar eserken göz kırpıyor. gece tuhaf gelmiyor hiç bir şey. pencereme esiyor rüzgar; kavaklar bana doğru eğiliyor. ve tatlı bir ıslık sesi çıkıyor -henüz yeşil- yapraklarından. güçlü bir rüzgarda, yağmur sesi çıkarır titreyen kavak yaprakları. rüzgar, sonbahar demektir onlara. sonbaharsa dökülecek yapraklar… belki, tenlerine rüzgar değince öleceklerini anlayıp kendilerince ağlar yapraklar. sanki bir daha var olmayacaklar. ve cama yakın olana sorarım; “yağmur mu yağıyor, rüzgar mı hızlandı?”hep yağmur yağsın isterim o yüzden:ağlamasın yapraklar…