bildirgec.org

vayvayli

11 yıl önce üye olmuş, 12 yazı yazmış. 1 yorum yazmış.

Beyazıt Meydanında Kendi Ayak Sesini Dinlemek

vayvayli | 26 July 2002 11:10

İstanbulda yaşanabilecek en istisna duygu, beyazıt meydanında sabah erken vakitlerde kendi ayak sesini dinlemektir. Bu meydanı başka şekilde terkedilmiş bulamazsınız. En sevdiğiniz kadını hiç istemediğiniz bir zamanda bile kabul edebiliyorsanız, beyazıt meydanını da o kadar bencilce sevebilirsiniz. Farkında olmadan hem de. Gündüzleri herkesin, öğrenci, işsiz, seyyar satıcı, turist, fahişe, protestocunun vazgeçemediği bir saray kadını, geceleri ise hiç kimsenin yüzüne bakmadığı ihtiyar bir hizmetçiye döner, beyazıt meydanı. Güvercin seslerinin uzaklaştığı zamanlarda, meydanın parke taşlarındaki ıslaklık tüm şehre bir kuzey ülkesi görüntüsü verir. Sisli havalar beyaz gecelere döner, yaşamak herkes için biraz daha duygusal temalar işlemeye başlar. Sabah gün ışıklarıyla birlikte savaş muhacirlerinin göç yollarını andıran beyazıt meydanı, Vezneciler durağı ve Haşim İşcan’da otobüsten inenlerle, üniversite tramvay durağının yolcularının “doğu”ya gittikleri ironik bir sembol cümbüşünü yaratır. Beyazıt meydanı… Öğleye doğru nefes alma vakti bulan bu meydan hiçbir zaman kendi gururunu yaşayamaz. Arkasında dört yıl boyun eğerek altından geçtiğim İstanbul Üniversitesinin “üniversite” denince akla gelen ilk imaj olan muhteşem kapısının ağırlığı altında ezilir, camiin gölgesinde erir, Sahhaflarda yayılan kitap kokusu ile büyülenir, Çınaraltının “old fashion” tutkusu ile bir divan şairini anımsatır. Beyazıt Meydanı, Çemberlitaş’tan açılan koridorla başlayan bu sonsuzluk ülkesinde, yaşamı insana hizmete dönüştüren nice emvanteriyle bir büyü kuşağı olupverip biter. Kış akşamlarının sararan kentinde güneş batarken Çemberlitaş’tan Beyazıt’a yürümek yalnızlığımı sevdiğim, kendimle en hoşnut olduğum tek vakitlerdir. Herhangi bir kent ortaoyununu seyredip yaşadıktan sonra hüzünlü olan herşeyi yaşamın vazgeçilmez bir yüzü sayarak bu saatlerde yalnız kalmanın derin bir keyfi olur bende. sarıldığım tüm dostlarım ayrılır, ardından koştuğum bütün trenler uzaklaşır ve nihayet saatlerce bakıştığımız güneş ufku terkeder. Mehmet Ali Paşa Medresesinde içilen nargilelerin zihinlerde bıraktığı hoşlukla çıkılan çıkılan bu yolda, öncelikle yaz aylarında Birlik bahçesinde soğuk su içmek, kitaplara bakmak, yolboyu uzanan gümüş sergilerinde seçme şansını kullanmak, Rusya pazarının yavaşlamasıyla birlikte tavla atmaya başlayan esnafın kanaatkar dünyasının izlemek ve cepte kalan son otobüs bileti ile Bakırköy, Taksim, Eyüp otobüslerinden birine atlayıp ordan uzaklaşmak enfes bir duygudur. Bazen gün bitmez. Ordu caddesinden aşağı güneşle beraber dökülmek, kaldırımları işgal eden doğu bloku kadınlarının elvan çeşit “kürk” pazarlama tekniklerini atlatarak Yusufpaşa’nın yalnızlığından, Haseki’nin durgunluğundan sıyrılarak Fındıkzade’de marjinal şeyler takılıp, Şehremini, Çapa, Topkapı’ya kadar da yürümek mümkün tabii. Aslında Beyazıt Meyadanı’nın herkesle paylaşılmayan bir tutkusu daha var. O muhteşem üniversite kapısının arkasındaki kampüs ağaçları altında oturmak, uzanmak, yatmak, hatta öpüşmek. Bir çok üniversitelinin yaptığı, en azından yapabilme yeteneklerini yokladığı bu özel anıları paylaşma cesaretini kendimizde bulmamız güçtür. Paylaşanlar anlatırsa natürellik dağılmamış olur. Meydanın daha arkasında ise koca bir kültür var. Vefa-Süleymaniye. Derse girmeyi değil “kırık” yaşamayı seven öğrencilerin okey, tavla oynadığı, karın doyurduğu, “not” peşinde koştuğu dev bir arkabahçe Vefa-Süleymaniye. Yabancı Diller okuluna açılan bu koridorda onlarca cafe, pideci vb ” suç odağı” mahaller en tatlı anıların bırakıldığı yerlerdir. Benim arkadaşlarımın anılarının kaldığı yerler Özlem ya da Sarmaşık’ta okey oynamak, Saray’da pide yemek, GençlikCopy’den not toplamaktır sanırım. Bu meydan böyle bir güzellemedir şehrin aynasında duran. Bu meydan da her güneşle beraber ayak sesleri birbirine karşır. Sen ayak sesini dinlemek istersen çok erken git meydanlara…

Sevgili Nüveylâ!

vayvayli | 25 July 2002 18:03

İlgili Makama,

İlk gördüğümde mağrur bir sevgili, nazı çekilir bir “Galata dilberi” gibi görünüyordun. Bir araya geldiğimiz masaya ağır bir soyluluk veriyordun. Çenenle alt dudağın arasında kalan yerde ağır bir ciddiyet duygusu bütün yüzüne yayılıp, yanaklarındaki ritmik gülümsemeler herhangi bir nedene gerek kalmaksızın bazen biliçli, bazen usta bir tiyatrocunun doğaçlaması gibi bütün planın aksamadan sürmesini sağlıyordu.

Aslında benim için hepiniz yabancıydı; alışılmadık bir parlaklığın ortasına düşmüş, divan şairlerinin meziyetli nazımlarının efkarıyla büyülenmiş gibiydim. En çok terk edemediğin taşların olduğu zaman ilgi duydum sana. Beni ilgilendiren şey de o andan itibaren nasıl “terkedilemez” olmaktı.

Hem senin yanında yer almak istiyor, hem seni yüceltiyordum. Gönlünde henüz işgal edilmemiş, tazeliğini yitirmemiş kuytular olduğunu seziyordum. Zaman zaman bütün modern zaman anlayışlarını terkederek seni uzaklar uzağına taşıyor; orada giydiriyor, orada soyuyor, orada bir kaliçeye benzetiyordum seni. Zamanla giyabında şiirler yazdığım bir kraliçenin gölgesi vardı sende. Belki de hayatımın bütün bakış açılarının toparlanabileceği ve herhangi bir çıkış aramayacağı tek odak, tek mahzen sendin. Gördüğümde bütün habis-selim huylu yetilerimi yitirip, arkanda öylesine dolaşan bir mecnuna dönebileceğimi düşündüm. “Men de mecnundan fûzun aşıklık istidâdı var/ Aşık-ı sadık menem, Mecnunun ancak adı var” diyen Fuzuli hislerimi çok önceden duymuştu sanki.

Sonra baktım ki aşk, bir intihar olmaktan öte yeni yaşam olanakları imar eden sihirli bir sözcüktü. Gülümsemelerin bana yardımcı oldu. öyle olup da yılların dostu gibi kucağıma bıraktığın kanatlarını bilinçsizce aldım, bilinçsizce kaybolup gittim sarhoş bakışlarımla gözlerine. Senin kendinde farkedemediğin, bir büyüğe çeviremediğin, bir seyelana dönüştüremediğin saklı bir dünyan vardı. Zaman zaman bir kayıp şehri oynuyor, zaman zaman bütün modernitenin beşiği gibi hareket ediyordun. Biçimi ne olursa olsun, sevgini açığa vurulması, seslendirilmesi takdir edilen işlerdendir diyen ustalarıma vefasızlık edip, sana hiçbir şey fısıldayamamın bozgununu yaşadım. Söylenmeyen, açık edilmeyen “sevme”nin doğurduğu ağır yıkıntıları, psikolojik sapmaları yaşıyorum şimdi.

“üzüntüden doğan aşk, çıkarılmak istendikçe daha derine batan dikenlere benzer” der Andre Maurois. Şimdi dikenler derinlere ilerliyor sevgili nüveylâ !…

08.07.2002, Ankara