bildirgec.org

ONALTIKIRKALTI

11 yıl önce üye olmuş, 122 yazı yazmış. 1 yorum yazmış.

şikâyet mi? Asla…

ONALTIKIRKALTI | 11 June 2005 04:31

Valla bilemiyorum, buraya bir ısındım, pir ısındım. Artık adı günlük mü olur, blog mu denir (yoksa benim not defterim mi oldu burası) adını bir türlü koyamadığım bu yer bana ayrıldı diye her şeyi yazabileceğim bir yer mi bakalım? Günlükleri çekici kılan (eline geçirdin mi sahibini tanıman için) binbir ipucuyla gizli dünyaları ortaya sermesidir. E peki buradaki günlüklerde kim kimdir bilmediğimize (bilsek de tanımadığımıza) göre günlükleri karıştırıp, kontrol ederek, acaba neler yazmışlar diye merak etmek niye? (kendi kendimi fitil ettim, kendimi “kendi üzerime” sürmek üzereyim, hadi hayırlısı…) Yoksa genelde inanılan bir düşünce vardır o yüzden mi günlüklerin içi kurcalanıp duruluyor yoksa? (Hani şu kendi kendine yazarken nasıl olsa kimse okumayacak diye düşünerek) Günlüklerde insanın kendine bile itiraf edemediklerinin yazıldığı düşüncesi, (venüs tepesi’nden geçip, derin çukurlara inen cebrailiye’nin kulakları çınlasın) acaba kendinden sakladığını bile yazarsa biz de okur öğreniriz bakalım neler yumurtlamış diye mi merak eder insan bu tür yazıları? Yazmışsa kendine yazmış allaalla (-2h) bana mı yazmış sanki, niye merak edeyim diyen de vardır elbette… ama ben kendi yazdıklarıma şöyle bir bakıyorum da sanki başkaları da okuyacak diye özellikle yazmışım gibi; bir anlatmışım, bir anlatmışım… peh, peh, peh… her okuyan “madem bu kadar meraklıydın da, ne diye dergiye, gazeteye yazmadın?” kardeşim demez mi? Der. Valla ben oralara da yazıyorum ve göya (-ü +ö) oralarda yazdıklarımdan daha değişik daha serbest olsun kafama göre takılayım ve hatta saçmalayıp deli gibi bir bilinç akışı (deli gibi aklına geleni yazma anlamında-dadaist hesaabı(+a)-) gerçekleştireyim diye yazacaktım. Ama bir türlü düşündüklerimin dışına çıkarak serbest çağrışımla bir şeyler oluşturamadım. Ya memleket meselelerine takılıyorum ya gazete de okuduğum bir haber beynimi dürtüklüyor, sonuçta oturup izah etmek zorunda kalıyormuş gibi yazılar çıkıyor ortaya. İşin kötüsü burada yazdıklarımla, yazdığım türe yakın bir edebi yaklaşımım da yok ki normalde yazdıklarıma bir ön çalışma olsun ve bana da bir faydası dokunsun. Hah! al işte bir de insanoğlunun böyle bir şeyi var (bari bana bir faydası olsun). Geçen gün yine gazetede bir haber “israilli bilim adamı su altında tüpsüz nefes almamızı sağlayacak bir cihaz yaptı.” Suyu oksijene çeviren bu buluşla insanoğlunun denizlerdeki kaderi değişecekmiş. Hay allahım ya. Hemen insanın aklına “Ya kardeşim zaten onun için oksijen tüpü yok mu?” sorusu geliyor. “Bu başka.” Niye? “Tüpe gerek yok.” E olsun bu da pilli, şarjlı falan bir şey işte (sonuçta yine bir donanım sayılır) ve yanına almak zorundasın. Geldik mi en başa “bana bir faydası olsa bari”. (Kardeşim sen çölün ortasındasın denizde hava almayı niye düşünüyorsun? Hayal gücün bu kadar genişse ya şair / yazar ol ya da gel bildirgeç’te yaz. Yok ille de ben bilim adamıyım diyorsan o zaman yiyorsa bulduğun cihazın tam tersini yani havayı suya dönüştürenini yap:) Ne oldu? Yaaa bak allah adamı çarpar böyle cevap bile veremezsin.—adam bunu okusa “ne hastalar var kardeşim ya.” derdi 🙂 herhalde– ) Bak yine oldu. Kafama göre takılayım ööyle (+ö) aklıma geleni yazayım diyorum gözüme bir şey takılıyor, hemen aklım ciddi konulara kayıyor. Bu bilimadamı lafı (sanki bana dertmiş gibi) benim için önemli bir kelime. Şimdi bu da nereden çıktı dememek lâzım bazı elemanlar bunu ısrarla biliminsanı olarak yazıyor. 40 yıllık kelime kardeşim niye ayarınla oynuyorsun diye itiraz edince de cevap hazır “bilimkadını da var, biliminsanı hem erkeği, hem kadını kapsıyor yoksa sen cins ayrımcısı mısın?” hadi (-y) buyur burdan yak. Kardeşim sen nereden geldin allahaşkına, bu ne demek şimdi? (yetişmiş adamlar pahalı diye yeni yetme iki stajyere çeviri yaptıran) Bir iki belgesel kanalı böyle bir kelimeyi üstüne basa basa iki de bir söylüyorsa bu saçmalığı niye kabul edeyim. Bu diretmedir, “ben yaptım oldu”culuktur, bilgisizlik ve cahilliktir. Peki o zaman, sen bir kelimeyi, deyim gibi genel anlamıyla algılayamıyorsan, birleşik bir kelimeyi yanlış anlayarak parçalara bölüp ayrı ayrı değerlendiriyorsan benim suçum ne? O zaman yine deyim gibi yerleşmiş bir tanım var “insanoğlu” onu ne yapacaksın? (kapak olanı en son söyleyeceğim) e şimdi oldu mu bu? bak bunu da yine cins ayrımcıları, kadın düşmanları yapmış gördün mü? Ne yapacaksın şimdi “insaninsanı”mı diyeceksin? Ne oldu? Uymadı mı? Pekiii (+2i) ya “balıkadam”a ne diyeceksin? “balıkinsanı”mı a şaşkın… Bu da sana kapak olsun:) —- —-hadi bakiim dolaşma buralarda “avro, avro” görmiim bi daa.—- ya sanki beni delirtmek için böyle acayip şeyler gözüme batıyor, biliyorum gözüme batıran da yine benim ama ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi:) şimdi ne alâka, niye güldün diye merak eden de olur “tutamıyorum kendimi” diyince aklıma bir şey geldi; bilen bilir bu sirkeci-halkalı arasında tren seferleri vardır, fakat trenler ve raylar sistem, bakım olarak biraz eski olduğu için de bindiğinizde sesten duramazsınız (ki ben bu sesi severim) ama bu sesler öyle torna atölyesi gibi kuru gürültü değildir. sanki kumkapıdan çingene tayfasını toplamışsınız da onlar çalıyormuş gibi bir cümbüş ki sormayın. Ças taka ças tak çıs tıka çıs tak…. Ben küçükken (menekşe plajına gittiğimiz zamanlar) trene bindiğimizde, zaten kırk yılda bir, bir yere giden kadınların az sonra sahip olacakları deniz neşesi trende patlak verirdi. Kendini “çıs tıka, çıs tak” sesleriyle dolu bu cümbüşe kaptırarak, vagondakilere aldırmadan ortaya atıp göbek atanlar, tren bir istasyona yaklaşıp da sesleri azalttığında yerine otururken çevreden bakanlardan biraz olsun utanıp kendini savunurdu “ne yapayım kardeşim tutamıyorum kendimi.” İşte ben de böyle tutamıyorum kendimi. Kendimce bir haksızlık, bir yanlış görmeyeyim kafamda çalmaya başlıyor benim çıs tıka çıs tak’lar… yazı yazıp para kazandığımdan mı bu kadar türkçeye sahip çıkıyorum? (daha elli kuruş aldımsa ekmek, musaf çarpsın) Yok valla ama belki de şunu farkettim; kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen avrupa felsefesinin zihniyetiyle (medya pompalamalarıyla) bize öğretilmeye çalışılan “kendimize ait ne varsa hepsi kötüdür, bizim milletten bir şey olmaz” düşüncesi, yerleşmesini derinleştirip, beyinlere kazındıkça durumumuz daha da kötüye gidiyor. Kardeşim sen burdan yetişmedin mi? Ben buradan yetişmedim mi? İyi kötü bir öğretmen, bir sokak yok muydu? Bu gün buradaysak bunu neye borçluyuz? Evet yüzbin kere allah kahretsinki, evet, binlerce eksiğimiz var ama bunları biz düzelteceğiz, sen ve ben. Kendimizi kötüleye, kötüleye bir şey olduğu yok, hep aynı hatta daha da kötü oluyor. E bizi toptan kurtaracak dışarıdan birileri de gelmeyeceğine göre ayılıp kendimize gelelim. Bunu yaparsak biz yapacağız. Ben de aynı şeyleri yaşıyorum, aynı ülkenin aynı sokaklarında dolaşıyorum ve bana da çok haksızlıklar yapıldı ama bunlarla mücadele edeceğimize sadece söylenip durmak, kötülemek, küçümsemek bize hiç bir şey kazandırmaz. Artık şikâyeti bırakalım, şikâyet ettiğimiz şeyleri düzeltelim… Trafiği kötü, beğenmeyebilirsin, iş ortamı, çalışma koşulları, para durumu kötü beğenmeyebilirsin ama hiç bir suçu olmayan dil, türkçe onu niye beğenmiyorsun kardeşim onu da toplum olarak sen bu hale getirmedin mi? Neden insanlar konuştuğu dili küçümseyen fikirleri destekler bilemiyorum. Söylenenlere cevap vermeye çalıştıkça, kendi kendime de kızmıyor değilim ama ne yapayım ki söylediklerimin arkasında durarak bir şekilde yapılan yanlışı da göstermem gerekiyormuş gibime geliyor. Bugüne kadar tartışılan konulara şöyle bir üstten değinecek olursak: Kimi sözcük sayısının yetersizliğinden bahsediyor (bunun sayıyla değil de kullanım şekliyle ilgili olduğunu bir sürü örnek verip anlatmaya çalışmıştım), kimi dil içinde zamanla artan yabancı kelimelerden dem vuruyor. “Yabancı kelimeleri çıkartın bakalım nasıl konuşacaksınız elinizde kalanlarla” diyen bile var. Ah be güzel kardeşim bu kadar tartışmayı, bu kadar konuşmayı ve hatta hatta “bu dilin yetersizliğini” savunurken bile yine “yetersiz bulduğun bu dil”i kullanarak fikirlerini bize aktardığını farketmiyor musun? Hani bu dil yetersizdi, fakirdi. Nasıl bütün bunları aktarabildin? (Hem de tek kelime bile yanlış anlaşılmaya neden olmadan.) Her şeyden önce bilelim ki bizim dilimiz geri kalmış (100 kelimeyle idare eden) kabile dili değil. Bunu, sıradan bir edebiyat ansiklopedisindeki yüzlerce isme ve yarattığı binlerce esere bakarak kolaylıkla anlayabiliriz. Yeni kurulmuş bir sömürgenin, zorla dayatılan kopya dilini de kullanmıyoruz. (ingiliz sömürgelerinde ya da fransız sömürgelerinde konuşulan yapay diller gibi 50 yıllık çok kısa bir geçmişimiz yok.) Neredeyse 500 / 750 yıldır (hatta daha da eskiye dayanan) kullandığımız kelimeler var. Yabancı kelimeler günümüze özgü bir sorun değil arap yarımadasındakilere yaklaşmışız onlardan birşeyler almışız, akdeniz’de ticaret sayesinde bir kültür alışverişi olmuş onlardan da bir şeyler almışız. Osmanlı kendi bünyesindeki azınlıkların kullandığı dilleri küçümsememiş, yasaklamamış onlardan da birşeyler almışız. Bu yetersizliğe değil gelişmeye açık olmaya, diline, kültürüne güvenmeyle ilgili bir şey. (Adam karşısındakine saygı duyuyor ve pilaki’ye pilaki diyor. Madem onların kültürüne ait, madem onlar yapmış ve bu şekilde isimlendiriyor çalıp da “zeytinyağlı fasulye” demeye gerek yok diye düşünüyor.) Bu şekilde birbiriyle kaynaşmış kültürler arasında olabilecek en doğal şey, diller arası etkileşimdir. Yüzlerce yıl araplarla bir arada yaşayıp da tek kelime almasaydık esas bu garip olurdu. Böyle olmasını beklemek ırkların ve toplumların kültürünü bilinçsizce küçümsemekten başka bir şey çağrıştırmadığı için bu tür görüşlere olumlu yaklaşamıyorum. İngilizcenin alt yapısını ve etkilendiği dilleri eleştirmek ne kadar anlamsızsa türkçeyi beğenmeyip fakir bir dil tanımlaması yapmak da o kadar anlamsız. Millet olmayı, devlet kurarak resmileştirebilen tüm uluslar, yaşadıkları çağa göre sahip oldukları kültürel birikimlerini hem edebi, hem bilimsel eserler vererek göstermişlerdir. Herhangi bir ulusu, devleti ya da milleti sahip olduğu kültür, ekonomi, eğitim, toplam gelişmişlik düzeyi gibi sahip olduğu özelliklere göre derecelendirmek mümkün olsa da bu en üst sıralarda olmayanları küçümsemeyi haklı kılmaz. Evet bir ülkedeki tiyatroların sayısı, okuma yazma bilenlerin oranı, uluslararası camiada yayınlanmış bilimsel makalelerinin sayısı, gazete ve kitap satışları düzeyi bir ülkenin eğitime,bilgiye olan tutkusunu az çok göstermeye yarar ama bunlar tek başına bir gösterge olarak ele alınabilir mi? Karşımızdaki bir insana: boyuna, kilosuna, mesleğine ve giydiklerine göre önyargıyla yaklaşmamız nasıl ki yanlış olursa bir ülkeyi de verdiği eğitime, eğitimle ürettiği bilime, bilimle oluşturduğu teknolojiye, teknolojiyle buluşturduğu pazarlamaya ve tüm bunların düzenlemesini yaparak dünyada sayılı ekonomiler arasına girmesine bakarak onların haklı (ya da haksız) bu başarılarını ölçüt alıp kendi durumumuzu değerlendirerek dilimizi küçümsemek de yanlış olur inancındayım. Dil bir araçtır iletişimimizi sağlar, ister afrika’da “dikkat arkanda fil var” dememize, ister amerika’da “borsada endeks tavan yaptı” dememize yarasın, işlevi değişmez. Kullandığımız dil, aklımıza gelebilen her şeyi bir başkasına aktarmamızı sağlayabiliyorsa işlevini yerine getirebiliyordur ve yeterlidir. Yabancı kelimeler konusuna gelince; Afrika’daki adamın eline bir “gps” (global position system – küresel konum sistemi) aleti verdiğimizde (o aleti oluşturan temel sistemi geliştiren bilim adamları kendi dillerini konuştukları için bu aleti de doğal olarak kendi kullandıkları kelimelerle isimlendireceklerdir) önemli olan evrensel kullanıma açılıp pazarlanmış olan bir teknolojiye, aldığı eğetimle yabancı kalmayarak bu aleti doğru şekilde kullanmasıdır. Yok eğer ille de kullandığı alete (ya da aletlere) verilen ismi yabancı kelime diye içine sindiremiyorsa önce avrupalıların afrikadaki madenleri ele geçirmek için bilerek yarattığı kabile savaşlarına son verir ve oturur kendisi bilim geliştirecek seviyeye ulaşır yapar aletin en güzelini “dikkat arkanda fil var” demeye gerek kalmaz fil yaklaşınca alet sinyal verir aletin ismini de kendi koyar kimse karışamaz ( eeee, başkasının çocuğuna isim koyabilir misin? Çocuk senin olursa ismini de sen koyarsın tabii). Tüketim toplumlarının bir ayrılmazı olan teknolojinin sahip olduğu pazarları koruyabilmesi için strateji olarak bütün dünyaya açılması kaçınılmazdır. Teknolojiyi yaratanlar sağlık ocağı ya da okul olmayan en ücra köye uydu anteni pazarlayabildiği sürece kullandığımız alet edevat ve teknik terimler de tabii ki onların verdiği isimleri taşıyacaktır. Walkman’i içicek suyu olmayan etopyalı da biliyor isveçli emekli memurda. İkisi de buna walkman diyor bu da doğal olanıdır. Zaten dili korumak dilde jandarmalık yapıp sadece her yabancı kelimeye karşılık kullanılması istenileni zorla kabul ettirmekle olacak bir şey değildir. Dili bir ülkenin tüm bileşenleri içinde (eğitim, kültür, teknoloji, ekonomi) onunla birlikte gelişen bir organ olarak görebilirsek yapılan zorlamaların ne kadar anlamsız olduğunu da anlarız. Eşitlikçi bir yaşam politikası güden, eğitime önem veren, kültürel donanımı yayarak destekleyen, teknoloji üretebilen, ekonomisi güçlü bir ülke haline geldiğimizde dilimiz de bu gelişmelere bağlı olarak zenginleşecektir. Tarım kökenli üretimimizi yok sayıp teknolojide para var diye sanayiye yönelirken gerekli altyapıyı oluşturmadan herkesin peşinde koşarsak yapabileceğimiz de en fazla montaj sanayiinde ucuz eleman sağlayan ülke yaratmaktan öteye gidemez. Demek ki dili sevmek sadece kelimeleri korumayla yabancı kelimelere karşı düşmanlık yapmayla olmuyormuş.Dile sahip çıkmak için onu bozan, yıpratan etkilerin nedenlerinin farkına varıp, gereken politikalar izlemek gerekiyor. Zaten bunu sadece dil için değil bu ülkede yaşayan herkes için zorunlu olarak yapmamız gerekiyor. Dilimiz arı bir biçimde olduğu yerde dururken insanlarımız dünyadaki bütün gelişmelerin dışında kalırsa bunların da sonucunda ekonomik yaptırımlarla açlık sınırlarının altında, patlayan çöplükleriyle gecekondu mahalleleriyle dünyaya rezil olursak. Dilimizle mi övüneceğiz? Dil toplumun parçasıdır, başarılı toplumun dili toplumla birlikte yücelir. Dilsiz toplumlar kendi başına bir şey ifade etmeyerek çöküşe doğru hızla ilerlerken, toplumu tarafından ilgisiz kalan diller de yok olmak zorunda kalırlar. Dil meselesine önem verenlerin, bu aşamada yapması gereken şeylerin başında, (toplum altyapısının özenle yeniden inşa edilmesine kadar geçecek sürede, şu anda olup bitenin farkına vararak) dilimizi küçük ve fakir bir dil olarak göstermeye çalışanların etkisinden kurtarmak gelir. Bizler kullandığımız kelimeleri, tanımları zaman zaman başkalarının etkisinde kalarak başka kelimeler kullandık, yenilerini yarattık, sildik, düzelttik ve bu günlere kadar geldik… Kelimelerimiz değişti fakat gönüllerimiz hep aynı…

mavi pepsi…

ONALTIKIRKALTI | 08 June 2005 14:25

az önce gazeteye bir göz attım ve en çok da dikkatimi yeni pepsi haberi çekti. pepsi bu yaz yeni bir ürünle piyasaya neşe katacak iddaasındalar. ya yapmayın kardeşim burası türkiye. çoluk çocuk evde ne kadar camsil, fasa vs. varsa fondip yapacak sonra uğraş dur. adamların gözü doymuyor bir de mavisini satacaklar. zaten kim uzaylı yaratıklar gibi mavi sıvılar tüketmek ister ki bu nasıl bir pazarlama anlayışıdır anlayamadım. hiçbir şekilde onaylamıyorum ve kesinlikle almayacağım.

Neden hep benim başıma geliyor?

ONALTIKIRKALTI | 05 June 2005 22:46

Beraber yapacağımız bir iş için tanıdık bir abiyle arabada gidiyoruz ve abi inanılmaz sinirli bir sürücü. Sinyal vermeyenin doğum şeklini tarif ediyor, şerit değiştirenin yetiştiği yerdeki tüm insanlarla “grup sex” yapmayı arzuluyor ve korna çalana, selektör yapana inanılmaz bir yakınlık duyarak, anneleriyle gireceği ilişki sonrası, kendilerini nüfusuna geçireceğini garantileyip üvey baba konumunu camdan çıkardığı kolunu sallayarak, bağırıp çağırıp duyurmaya çalışıyor. “Aman abi sen sakin ol.” diyorum, “bakma sen bunlara, hepsi ayı bunların. Onun için kuralları ihlal ediyorlar.” (tabii bu arada tavandaki tutma yerini, şimdi bir yere, ha girdik ha gireceğiz diye stresle sıkmaktan kolum kopacak, bir yandan da onun yapmadığı yerlerde ben kendi tarafımda olmayan pedallar yerine paspas ezip, eskiterek kendimce hababam fren yapıyorum) “Bunlarla başa çıkılır mı? Adamlar arabayı alınca, ehliyet yanında eşantiyon geliyor, yapma benim güzel abim.” diyorum ama dinleyen kim? Biz böyle korkudan bademcikler şişmiş bir vaziyette, sağa sola girip çıkarak (ki kızdığı hareketlerin tamamını kendisinin de yaptığının farkında olmayarak) ilerlerken, köprünün tek yönde giden bağlantı yollarından birine dalıyoruz. Dalmamızla birlikte de karşıdan bir minibüs, yanlış yola girmiş olduğunu anlamış olacak ki geri geri bizim gittiğimiz şeritte üstümüze doğru geliyor. Benim açık camımdan üzerime abanıp “Yuh lan yuh! Ayıp be!” diye bağıran abimiz, direksiyonu kırıp sollamaya kalkıyor ve ne oluyorsa işte o anda oluyor. Ne zaman, nerden, nasıl çıktığını anlayamadığımız bir dozer (evet, evet yanlış yazmadım, bildiğimiz kepçeli, sarı, büyük bir dozer) ters yöne girmiş üstümüze geliyor. Dozer durunca biz de duruyoruz. Az önce geçtiğimiz minibüs de gördüğüne inanamıyor olacak ki kahvede arkadaşlara anlatılacak böyle ilginç bir durum karşısında yapılacak ilk şeyi yapmaya karar vererek, arkada kenara çekip bekliyor. Abi artık hastaneye yatırılacak kıvama gelmiş vaziyette el frenini çekip aşağıya iniyor. “Ne lan bu ters yöne girmişsiniz dozerle! Manyak mısınız yoksa beni delirtmek için mi yapıyorsunuz?” diyor. Dozerin şoförü ve şoför kabinine asılan diğer iki amele aracı durdurup aşağı iniyorlar. Ben kırkımız çıkınca mahalleliye dağıtılacak mevlid şekerlerimiz için kutu modeli tasarlayacak vaktimiz kalmadığına hayıflanırken, ameleler hiç beklenmedik bir sürpriz yapıp “Doğru söylüyorsunuz beyefendi, sinirlenmekte haklısınız ama yolun sonundaki alanın düzenlemesi için çalışırken araç bozuldu, geri geri gidemiyoruz, mecbur kaldık, özür dileriz.” demesin mi. Ben gözlerimin önünden film şeridi gibi geçen hayatımı “pause” a alıp, şaşkınlık anımızda olayın başka yöne meyletmesini engellemek için kendimi ortaya atıp “Tamam tamam olabilir, insanlık hali. Biz geri geri çıkalım, siz geçin.” diyorum. İnanılmaz bir şekilde, herkes on yıldır yurtan sesler erkekler korosunda çalışmış gibi, aynı anda “tamam” diye onaylıyor. Geri geri giderken deminki minibüsü geçiyoruz ama bizim araba ve dozer bir şeridi kapadığı için, millet minibüsün arkasında sıra olmuş. Biz, haliyle taa yolun en başına kadar geri geri gidiyoruz. Neyse trafik açılıyor, dozer geçiyor. Biz de aynı yöne gitmek için tekrar tek yönlü bağlantı yoluna giriyoruz. Tek düşüncem, gideceğimiz yere sağsalim varıp inince toprağı öpmek. Bu arada, ruh haliyle tamamen çökmüş olan abinin direksiyona simit sarayında fırından yeni çıkmış unlu mamül muamelesi yapma isteği gözümden kaçmıyor. Yüz metre gidip yokuşa geldiğimizde arabada birşeyler olmaya başlıyor. Acayip sesler çıkartıp titreyen araç, bir iki öksürdükten sonra drank diye olduğu yerde kalakalıyor. “Abi ne oldu?” sorumu, “Ne olacak benzin bitti unutmuşuz.” diye yanıtlıyor. İtsek olmaz, yokuş yukarı nasıl iteceğiz? Geri gitsek olmaz tek yön. Burada durup birimiz benzin almaya gitse, araba tam virajda, biri gelip güm diye çarpar. İyisi mi biz boşa alıp geri geri kaydıralım fikri galip geliyor. Camlar açık, sinir stres içinde, İkimiz de sıfırı tüketip çökmüş vaziyette, sessiz arabayı geri geri kaydırıyoruz. Tam o anda yanımazdan geçerken yavaşlayan bir arabada şoför, yanındakinin üzerine abanıp camdan bize bağırıyor “Yuh lan! Yuh ayıp be.”

eksik kalan günlük sayfası

ONALTIKIRKALTI | 04 June 2005 14:17

fotoğraf makinesi ya da kameralar için 4×20 zoom yapıyor falan diyoruz. fotoğraf makinesi denilince aklıma geldi resimde belli bir alanı sınırlamaya kadraj deriz ya, bu da latinceden fransızcaya geçen quatr (dört) sayısından geliyor yani dörtgenleştirme, kare yapmaktan evet size tanıdık geldi değil mi çeharçübenin mantığına benziyor, zaten temeli oraya dayanıyor. farsça çehardan hintavrupa dillerine ketwer olarak oradan latinceye quadrere oradanda (quatrdan) fransızcaya cadrage biz de yanıbaşımızdakileri bırakıp kadraj olarak fransızlardan almışız… bilirsiniz sağlık kürü yaptırmak diye birşey var, kür latince “curare” den geliyor ve temizlemek anlamına geliyor, tek keriz bizler değiliz ya fransızlar da latinceden kür kelimesini ingilizlerden dent (diş) kelimesini alıp birleştirmişler olmuş mu sana kürdent. biz alırken kendi dilimize uydurmuşuz, bildiğimiz “kürdan” yapmışız yani kürdan diş temizleyen anlamına geliyormuş. Bak bu da güzeldi dimi? Etti beş kaldı beş… arapçada “eradi” yer, oradan erd, yeryüzü deniliyor ki ingilizler earth diye almışlar latinceye geçen bu kelimeyi peki biz ne yapmışız geri kalmayarak arapça eradiyi alıp arazi yapmışız yani şu ingilizlerin mother earth dediklerini bizim mütahitler araziye çevirmiş sizin anlayacağınız:) kaldı dört hint avrupa dillerinde kent saplamak anlamına geliyor latinceye kentein olarak geçiyor pergelin iğneli, saplanan ucuna da yani pergelle çizilen dairenin merkezine de kentron diyorlar sonra? Sonrası çorap söküğü gibi geliyor latincede kentron centron/centrum oluyor centrum yine aynı anlamda merkez. ingilizceye geçiyor center oluyor Fransızlar centre diyorlar bizimkiler de fransızca modasında fransızcasını alıyorlar aynen söylendiği gibi santra! yani şu futbolda santra yapmak vardır ya o… Hadi işi uzatalım, hani elektrik merkezi diyeceğimize de elektrik “santra”li diyelim nereden nereye… kaldı üç (böyle birden insanın aklına gelmiyor sakın çok beğenip başka istemeyin ilerde, öldüm valla)… pa ayak demek farsça, bulmacalarda çıkar, hani eski türkçe iki herfli ayak diye sorarlar ya. peki farsça üç demek olan “se” bu ayağın yanına gelince oluyor mu sana üç ayak peki nedir üç ayak yaaaa oldumu şimdi “se”+”pa” sana evdeki sehpa… kaldı iki (yatmaya geri sayım gibi oldu bu sefer benim için) hemen aklıma gelen kısalardan söyleyeyim. Dar-ı çin çin ağacı demekmiş o da ne demeyin kışın saleple ararsınız sonra dar-ı çin (tarçın)i… ya şuna ne demeli bütün dünya bu kangooroo kelimesinin kullanılması gibi salakça birşey görmediyse şimdi görsün fransızlar raketi alıp topu atıp tutuyorlar ve birbirlerine atarken “aman atıyorum bak dikkat et hop kime diyorum” demek uzun olacağı için “tut” diye bağırıyor oyunda bir kural bu, ama ingiliz ne yapıyor hooop ulan ne güzel oyunmuş bu “tenis” diyor yani fransızca “tenez” tut. Aman millete gülmeyelim bizim de başımıza gelir… ektin biçtin, baktın ki marul, salatalık (kıvırcık) falan yaş, kuru değil yani. ne dersin? “yaş”. körpe, taze demiş, eski türkçeyle atalarımız yaşıl diye, yaş olan sebzeye derlermiş. hem renk olarak yeşil hem de sebzelere yeşillik denmesi de bundanmış…. ölüyorum gidip hemen yatıyorum….

aman allahım yine neler yazdım ben böyle?

ONALTIKIRKALTI | 04 June 2005 14:09

Eveeeet bu hafta sıkı bir girişle günlük mevzuunda (+u) epey yol aldık. Cebrailiye kod adlı şahıs (şahise diyesi geliyor insanın) gibi bir sadık takipçi de kazandık ki sormayın gitsin. Evet şimdilik sayı olarak seksen milyon kişiden ancak iki üçünü kendi tarafıma çekmeyi becerebildiğim doğrudur ama bu böyle kalmaz tabii zamanla bakarsın seksen milyondan büyük bir bölüm beni okur da hürriyet ve milliyet benden geriye kalan dört kişi için aralarında kavga çıkartır. (Hani bu sefer biraz desteksiz attık ve abarttık abaramazsın kel fatma annen tiraj patlattı sen iade hesaaaabı (+3a) ) bazen kendimi kaptırıp gerçekten abartıyorum ama insana da zorla abarttırıyorlar kardeşim (acaba –bilen bilir- abarth marka kocaman saçma görünüşlü ve nikelâj kaplı egsoztların ismi buradan mı geliyor? Millet bu kadar abartmışken ben nasıl abartmayayım di mi? (-eğl) “meselâ ne?” diyenlere yakın zamandan bir örnek: şimdi bizim millet avrupa mallarına hasta ya (ki gençtirler olur böyle geçici şeyler. “Biz de zamanında okula giderken kitaplarımızı koymak için kullandığımız avrupa naylon poşetin üzerindeki desenle/logoyla hava atılabileceğini düşünecek kadar cahil ve sahipsiz bir şekilde ortalarda gezmiyor muyduk?” diye itirafta bulunacağım, siz yine abartıyorsun diyeceksiniz “ama doğru” desem de inanması zor biliyorum.) yap bir mal, satamam diye korkma. koy ismini house, power, first, show vs. millet de bir şey sansın sonra elinde patlasın “extra güçlü full power double first up” isimli ürün. Kardeşim adam o aleti yapmış ailesinin ismini markasına koymuş 1685de ve senin gibi, (insanlar nasıl olsa işsiz ne yapsam ses çıkartamıyorlar bana mecburlar diye) bedavaya adam çalıştırıp zengin olma hayali kurmadığı için de vergi kaçırma, kaçak binada üretim yapma olaylarına girmez. Onun yerine ne yapar? Malımı şimdi satacağım ama markamın arkasında durup geliştirirsem buradan torunum bile ekmek yer diye düşünür. Zamanla demirden çeliğe geçilir kömürden elektriğe, elektrikten elektroniğe falan… nasılsa sanayilerinin her alanında önce kaliteye önem verir, isim ikinci planda kalır (ne yapsın adam onu da kendi dilinde koyuyor normal olarak. Adam ingiliz ürününün ismi de ingilizce almanca olacak tabii ki) dönelim bize bizimkiler plastiğin ucuzunu, çeliğin paslananını, vidanın (düşsün diye) küçüğünü kullanır. Yaptığı aletin bir tarafını yapıştırıp, bir tarafını kaynak yapar, yamuk yumuk mallarla milleti kazıklar (istisnaları saymıyoruz) ama adı ne? “süper exstra rose naneli sakız” gibi saçma sapan (ya da yerinde de olsa gereksiz yere ingilizce israfı) şimdi gelelim abartma olayına ve bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirten duruma, tv’de reklamlara bakıyorum, eski, dizi artistini oynatmışlar, adam güya halıcı ve türkiye’nin yabancı mallarla istilasından rahatsız olmuş bir ruh haline sahip. bir yandan da kendi mallarının kaliteli, masanın üzerine serilen diğer (ki diğerleri hesapta çin malları pazarlayıcısı, uzakdoğulular) halının da kalitesiz birşey olduğunu anlatmaya çalışıp, hafif tatlı sert çıkışıyor “bu ne bu bana gösterdiğiniz, şuna bak, incecik, yapay, dandik bir halı. hadi kardeşim hadi bizim halımız kalın, gerçek yünden, altı da halı üstü de, pırıl pırıl bizim kendi malımız (bir de uzakdoğulu satıcıların zayıf türkçesiyle alay edip dokunduruyor “sizin halilere benzemez, hali değil, halı… bizim ülkemizin malı…” evet buraya kadar sıradan normal olan bu reklam nerede abartıyor dersiniz? Bizim ülkemiiiiz, memleketimiiiiz, malımııııııız diyenler bu halıya ne isim koymuşlar? Tuffytrendy…. peh pep peh dilini “eşek arısı” –soksun-, beynini deyimin “arı”sız kısmı öpsün…. bu ne yaaa…. bu ilk değil son değil bir değil bin değil (vatan bilgisayar böyle program yapıyor hemde “vatan” kelimesini —what-an— diye yazarak) kardeşim niye böyle yapıyorsunuz bilmiyorum. hadi bunlar mallarını satacaklar milleti kazıklamak için göz boyuyor. gazeteler, tvler ve bunlardan beslenen millet (bütün okuyucuları ben alıp da dört okuyucuları kalınca göreceğim onları bakalım 🙂 o zaman nece konuşacaklar?) bu dil meselesi gerçekten önemli, şimdi herşeyi birbirine geçirip karman çorman bir dil yaratıyorlar, tamam çağın gereği adam teknolojiyi üretiyor, yapıyor icadını haklı olarak da koyuyor ismini yaptığı şeye. burası doğal olan kısmı ve benim kesinlikle bu tür bir oluşuma tutucu yaklaşımım yok ve hatta hatta asla bir dil jandarması değilim. dilde özgürlükten, değişimden, gelişimden, çok seslilikten yanayım. zıpırık, draaaank, hüpletme, oha falan oldum gibi örnekler renktir, güzelliktir ister sever kullanırsın, ister mesafeli yaklaşırsın (yani arkadaşınla geyik sardırmak için ya da senden küçük birinin kullandığı dili kullanarak anlaşıp yabancı gibi durmamak için) nasıl ki her yerin kendine özgü kıyafeti var (yazın denizde mayo, maçta şort, karda kışta dağda, kaban vs. ) her yerin her durumun da bir tarzı var. Adam bir sürü ayrıntıyı atlamış, resimleri kötü seçilmiş, özensiz, itici ve amacına ulaşamayacağı en başından belli olan bir reklam broşürü yapmış, geçmiş karşına kendini pazarlayabilmek için (ben avrupai tarzda kültürü ve son moda ne varsa takip eden, uçmuş, bilgili, modern biriyim diye gösterebilmek için) her cümlesinde, iki lafın arasına konsept (concept) kelimesini sokuşturup duruyor, hah işte şahtın şahbaz oldun… ya ne gerek var böyle komplekslere, evet yabancı kelime de kullanacağız ama yeri gelince ve gerekliyse…. ayrıca dikkat edeceğiz diye bu işi milliyetçi bir çizgiye de taşımamak gerekiyor. niye kendimizi bir fikre, bir yanılsamaya kaptırıp, illa olmaması gerekeni yapıyoruz anlamıyorum. zaten (ileride vereceğim örneklerde göreceğiz hiç bir dil uzaydan atılan cd’den yüklenmemiş toplumun hafızasına) kim teknolojide ilerideyse (ya da eski zamanlarda kaba kuvvetiyle etkili ve güçlüyse dünyanın başka yerlerinde dilini yaymış (savaşla ya da ticaretle) diller birbirine girmiştir). ya çok avrupai ve havalıyız “trendy” takılıp “concepte” dahil olmaya çalışıyoruz ya da şişe mantarını açmaya yarayan 40 yıllık tirbuşonu “çıkartgaç”a çevirip illa cd’ye “yoğun teker” dedirtme mantığıyla türkçeleştirmeye çalışıyoruz. her kesimi her tür konuşma tarzını bilirsin yerinde ona göre kullanırsın. dolmuşta aşırı kibarlığa gerek yok. “şoföre” (ben ne yapayım şöför şoför diye yazılıyor) -bir kişi kaç para?- diye sorarsın, önündeki abiye de -şunu uzatabilir misin abicim?- dersin kimisi abartıp maymunluk yapıyor -şoferrr bey bir kişi ederi kaç teleee?- Öndeki abiye de -reca etsem banknotu iletebilir misiniz?- diyenler var. Ya bu nedir? sen hangi radyo tiyatrosundan fırladın? hadi sen fırladın, korkmaz çakar abim sana niye efekt yapıyor:) geçelim kardeşim bunları, geçelim. halkla beraber yaşayıp halka hava atmaya gerek yok. halk biziz, bizler kendimizi diğerlerinden daha iyi bir eğitim seviyesinde görüyorsak, unutmayalım biz yine de bu halkın bir parçasıyız, kendi dahil olduğumuz grubu dışlamak mantık olarak kendimizi de dışlama anlamına gelir (nasreddin hocanın denizde ekolojik dengeler üzerine yaptığı ağır bir hareket sonucu kullanılan atasözümüzü hatırlatmak bile istemem). Ha sen diyorsan ki ben farklıyım, bu aciz halkı beğenmiyorum, ben onlardan kat kat üstün olduğum için beni bunların dışında tutun (ki yanlış da olsa böyle görüp böyle düşünmeye de hakkın var –çünkü böyle bir kültürün dayatıldığı bir ortamda yetişmişsin-) o zaman ben de şunu düşünüyorum bu halkın afganistandakinden, japonyadakinden, fransadakinden ya da namibyadakinden “madden hak” (halk değil “hak” hukuk) olarak ne farkı var ki sen hakarete varan bir tavır sergileyerek burada insanları aşağılayan bir düşünce yapısında yaşıyorsun (ya da tam tersi konuşmalarına yabancı kelimeleri bolca koyanların yanında kendini kompleksten komplekse vuruyorsun) kendini turist gibi bu halkın dışında görüp, kendini buraya ait görmüyorsan bile, bu insanlara böyle davranmaya hakkın yok. Turist olarak Afganistana, uruguaya ya da yeni gineye gitsen orada insanlar o şartlarda, o şekilde yaşamak zorundalar, kültürleri öyle imkânları o kadar diye, onları küçük görmeye aşağılamaya hakkımız var mı? Ya da niye bir italyan ve ingilizle konuşurken onların ülkeleri bir sürü yoldan gelişip ilerlemenin yollarını bulmuşlar, metro istasyonlarını kurup, hergün transmikserle (bak yeri geldi kullandık bir şey olmadı üzerinde sıvı bir yük taşırken taşıdığı maddenin özelliği kaybolmasın diye bir yandan da taşıdığı tankı çevirip duran şu yollarda sık sık -götünden asflata çamur akıta akıta- giden çimento kamyonlarının benzeri bir alet hem mix’iyor hem transport ediyor 🙂 kamyon yüklü port fazla uzun gelir diye portu atıp trans mixer demişler) şehir merkezlerine iki kamyon yükü bal döküp yalıyorlar diye, kendi kültürümden ve eğitim seviyemden çekinip, aşağılık duygusuna kapılayım ki? Kendimi abartmaya gerek yok neysem o ama kompleks duymak da gereksiz. Bunları bilelim önce, herkesi sevelim, herkese sarılalım, beğenmediğimiz şeyleri başkalarının düzelteceğini düşünerek hayal aleminde yaşayıp gerçek hayatta bir kaos ortamı yaşamayalım. Burada bizler yaşıyoruz, burayı bizler düzelteceğiz. Adam aç kalmış orda burda, tabi gelecek istanbula ve biz kendimize yaptıklarımıza, onlar için yıllardır yapamadıklarımıza bakmadan, ne kadar kaba konuşuyor, nasıl giyinmiş diye bir de üstüne onu beğenmeyeceğiz. (yapmayın güzel kardeşlerim, vicdansız olmayalım haksızlık yapmayalım bütün inşaatları yaptırırken adamları kullanalım, onlar eksin biçsin bizler bire alıp ona yüze satalım sonra aaaıııııy cahil diye dışlayalım, kandırıp para için bütün herşeyi başaşağı edip kazıklayalım. Olmaaaaaz olmaz… ayıp.) evet koynuna al yat demiyoruz ama kendi aramızda düşman muamelesi de yapmayalım. adamlara ne verdik, de ne istiyoruz. şu edebiyatımıza bir bakın. hep kardan kapalı, yolsuz, elektriksiz, haksız hukuksuz bir anadolu masalıdır anlatılan. Aynısını makro olarak düşünelim, sen avrupaya gidince sana da (bana da, genel olarak türk kimliğine) önyargıyla yaklaşıyorlar ve sen aslında neyin ne olduğunu biliyorsun değil mi? yani zenginlik ve gelişmişlik bakımından onlar niye öyle ben niye böyleyim doğruları biliyorsun. e aklını kullan işte, doğudan istanbula gelen adam da böyle. bir kendi yaşadığı yere ve imkânlarına bakıyor bir de istanbula, sonra biz bugüne kadar meğerse yaşamamışız diyor ne fark var? İstanbuldan avrupaya gidenden? (tabii doğu insanının kendini güvenceye alma ihtiyacı olarak genlerine işlemiş olan bir toprak sahibi, mal mülk sahibi olma durumu var ki bu şehirlerde bulduğu yeri çevirme şeklinde cereyan ederek hep birlikte mahvolmamıza sebep oluyor bu da onların yanlış yaklaşımıdır ve çok derin bir konudur “oy-memleketli-gecekondu- olayı. burada girmeyeyim artık maltepe camiinin yanına bir gecede ev yapma olaylarına) neyse bu gün dilden ve dillerin karışmasından bahsederken konu nerelere geldi biraz da ilginç ve eğlenceli kısmına bakalım bir kaç örnek vereyim sonra da bu günlük bu kadar diyerek bırakalım. Efendim nasıl olmuş da kelimeler oradan oraya savrulup durmuş bir o almış kendi diline yakıştırmış bir bu almış çekip uzatıp sallamış, onları görelim. (harbiden sallayanlar da var)
Bu konuda en beğendiğim kelime örneği çerçevedir evet bildiğimiz çerçeve nasıl dilimize girmiş? osmanlıda biliyorsunuz, farsça, arapça türkçe, rumca bir sürü dil bir arada yaşayıp gitmiş. halkta doğal olarak ortak sınırlar içinde kalan bu farklı kültürlerin birbirine geçişmesiyle, birbirinden kelimeler öğrenmiş ve kullanmış. çerçeve buna çok güzel bir örnek, bilirsiniz tavla oynarken “car-ı yek, car-ı dü” falan gibi kelimeler (tavla arap yarım adası kaynaklı olduğu için tavlada sayılar günümüzde bile) kahvelerde hala farsça olarak aynen kullanılır. Car denilen aslında tam olarak “çehar” dır farsça dört anlamına gelir, yine farsçada çübe yani çubuk anlamına gelen bir kelime var, biraraya gelince çeharçübe yani dörtçubuk oluyor, (dört çubuk çerçeveyi oluşturan karenin dört kenarı olarak kullanılmış) çeharçübü, çarcübü oradan da çarçübe yani bugünkü kullandığımız çerçeveye dönüşmüş… ne güzel di mi? Geçelim başka örneklere, alarm… bildiğimiz şu saatlerdeki alarm… ya da acil uyarı anlamındaki alarm. arma italyanca (ki oraya latinceden geçme) silah demek arme silahlara, all arme ise herkes silah başına anlamına geliyor fransızcada ise acil savaş durumu oldukça silahbaşına acil durum gibi anlamlardan her çeşit ikaz sinyaline dönüşüp ingilizceye alarm yani uyarı olarak geçmiş. Eh bu da fena değildi. Geçelim başka bir örneğe (bu gün yoruldum artık en fazla on tane yazıp bırakacağım heveslisi olan beğenen varsa sonra başka yazılarda örneklere devam ederim)
Zum: II. Dünya savaşında savaş uçaklarının kalkar kalkmaz aniden yükselmesiyle ya da yaklaşmasıyla çıkarttığı güçlü zoooom sesinden ani yaklaşma olarak terimlere dahil olmuş biz de şimdi dijital (j> fotoğraf makinesi denilince aklıma geldi resimde belli bir alanı sınırlamaya kadraj deriz ya, bu da latinceden fransızcaya geçen quatr (dört) sayısından geliyor yani dörtgenleştirme, kare yapmaktan evet size tanıdık geldi değil mi çeharçübenin mantığına benziyor, zaten temeli oraya dayanıyor. farsça çehardan hintavrupa dillerine ketwer olarak oradan latinceye quadrere oradanda (quatrdan) fransızcaya cadrage biz de yanıbaşımızdakileri bırakıp kadraj olarak fransızlardan almışız…
bilirsiniz sağlık kürü yaptırmak diye birşey var, kür latince “curare” den geliyor ve temizlemek anlamına geliyor, tek keriz bizler değiliz ya fransızlar da latinceden kür kelimesini ingilizlerden dent (diş) kelimesini alıp birleştirmişler olmuş mu sana kürdent. biz alırken kendi dilimize uydurmuşuz, bildiğimiz “kürdan” yapmışız yani kürdan diş temizleyen anlamına geliyormuş. Bak bu da güzeldi dimi? Etti beş kaldı beş…
arapçada “eradi” yer, oradan erd, yeryüzü deniliyor ki ingilizler earth diye almışlar latinceye geçen bu kelimeyi peki biz ne yapmışız geri kalmayarak arapça eradiyi alıp arazi yapmışız yani şu ingilizlerin mother earth dediklerini bizim mütahitler araziye çevirmiş sizin anlayacağınız:)
kaldı dört
hint avrupa dillerinde kent saplamak anlamına geliyor latinceye kentein olarak geçiyor pergelin iğneli, saplanan ucuna da yani pergelle çizilen dairenin merkezine de kentron diyorlar sonra? Sonrası çorap söküğü gibi geliyor latincede kentron centron/centrum oluyor centrum yine aynı anlamda merkez. ingilizceye geçiyor center oluyor Fransızlar centre diyorlar bizimkiler de fransızca modasında fransızcasını alıyorlar aynen söylendiği gibi santra! yani şu futbolda santra yapmak vardır ya o… Hadi işi uzatalım, hani elektrik merkezi diyeceğimize de elektrik “santra”li diyelim nereden nereye…
kaldı üç (böyle birden insanın aklına gelmiyor sakın çok beğenip başka istemeyin ilerde, öldüm valla)…
pa ayak demek farsça, bulmacalarda çıkar, hani eski türkçe iki herfli ayak diye sorarlar ya. peki farsça üç demek olan “se” bu ayağın yanına gelince oluyor mu sana üç ayak peki nedir üç ayak yaaaa oldumu şimdi “se”+”pa” sana evdeki sehpa…
kaldı iki (yatmaya geri sayım gibi oldu bu sefer benim için) hemen aklıma gelen kısalardan söyleyeyim. Dar-ı çin çin ağacı demekmiş o da ne demeyin kışın saleple ararsınız sonra dar-ı çin (tarçın)i… ya şuna ne demeli bütün dünya bu kangooroo kelimesinin kullanılması gibi salakça birşey görmediyse şimdi görsün fransızlar raketi alıp topu atıp tutuyorlar ve birbirlerine atarken “aman atıyorum bak dikkat et hop kime diyorum” demek uzun olacağı için “tut” diye bağırıyor oyunda bir kural bu, ama ingiliz ne yapıyor hooop ulan ne güzel oyunmuş bu “tenis” diyor yani fransızca “tenez” tut. Aman millete gülmeyelim bizim de başımıza gelir…
ektin biçtin, baktın ki marul, salatalık (kıvırcık) falan yaş, kuru değil yani. ne dersin? “yaş”. körpe, taze demiş, eski türkçeyle atalarımız yaşıl diye, yaş olan sebzeye derlermiş. hem renk olarak yeşil hem de sebzelere yeşillik denmesi de bundanmış….
ölüyorum gidip hemen yatıyorum….

ahret soruları…

ONALTIKIRKALTI | 03 June 2005 13:02

ya valla delirttiler beni sitedekiler bin tane soru var yeni güncelleme hakkında bir sürü şey istemişler yok muhtarlıktan fakir ilmuhaberi yok küçükken alışveriş yaptığınız bakkalın eşinin kızlık soyadı neydi babanın kredi kartının şifresini biliyormusun falan bir de seçmeli falan da degil acayip haşırt büyük yazı kutuları açmışlar eh ben de doldurdum tabii iyi mi oldu kötümü bilemem bu arada bir şey söyleyeyim adresi kesin sallamak zorunda kaldım ne yani açık açık ev adresini istemişler iyi mi hadi verdin sonra zart kapı kardeşim faturayı ödememişsin ne faturası ne faturası olacak eşşşşekler gibi hergün bildirgece girmişsin sayfa sayfa aman abi gözünü seveyim bildirgecimi kesmeyin keslan bir de linklere de tıklamış sapık pezemenk seniiiii sonra yok aman abi kesmeyin yaaaa yaaa ya böyle bir durum olursa diye tırstım tabii bir de kendini tanıt bölümü var ki insanın insan hakları mahkemesine başvurası geliyor neler mi yazdım alın aşağıda okuyun insanın kendisini bilmesi gibi var mı dimi, tabii, tabii iyi de ben kendimi nasıl anlatayım ya hafiften kendime kıyak geçersem? ya elim kendime yontarsa şunu severim bunu severim demekle olacaksa eksik olur diye düşünüyorum niye derseniz yani adama sor kitap okumayı severim müzik dinlemeyi severim türk yemeklerine bayılırım haaa bir de sinema olayı e kardeşim iyi güzel de adam sekiz kişiyi vurmuş hapiste yatıyor ona sor o da aynı şeyleri söyleyecek ne oldu şimdi benim nasıl biri olduğumu anlayabildin mi diğerlerinden nasıl ayıracağım kendimi bari özel şeyler olacak ama onları yazayım. dur duuuuur kendin kaşındın sonuna kadar oku beni tanı (ulan ben dünya alemi tanıyorum bir kuruşluk faydasını görmedim beni tanısan neye yarayacak anlamış değilim ama ne yaparsın yazacağız… geçenlerde hiç tanımadığım bir adam otobüste telefonumun kulaklığını toparlarken beni seyrediyormuş dayanamadı çıkartıp cebinden (zart diye nereden de bulduysa) paket lastiği verdi al da bağla diye) şimdi buradaki ayrıntıdan beceriksiz biri olduğumu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz gözüm kapalı bardağı taşırmadan çay koyarım (canım biraz gözümüzün kenarıyla baktıysak hemen ne kızıyorsun o kadar olacak ne yani yere mi dökülsün alla allaaaa) bak diyorsan ki daha bir özele gir daha bir anlat daha bir ayrıntıla o zaman söyleyeyim bir iki örnekten sen beni çıkar örnek bir. beyazıtta havuzun kenarındaki karıncalara simitinden koparıp onlara verip sonra aptal aptal seyreden birini görürsen bil ki o benim… örnek iki vapurla kırkyılda bir karşıya geçerken nostalji olsun şöyle bir dışarıyı seyredeyim diye vapurun dışına çıkıp da sonra (her sefer olduğu gibi) salakça geminin en arkasında motorun çıkardığı suların foşurtusuyla sersemlemiş halde köpüklere bakan salak var ya o yine benim. örnek üç yerde kitapları açıp ikinci el satarken kendisini götürmeye kalkan zabıtaya salakça bir şekilde kitapların arasından çocuk kitabı olabilecek bir iki örneği al abi çocuğuna götürürsün diye verip durumu kurtarmaya çalışırken adamın okuyup da ne olacak lan çocuk senin gibi yerde kitap mı satsın cevabını hazmedemeyince kitap satmaktan vazgeçen biri varsa o da benim. ya işte böyle daha hala tanıyamadın mı yok anam yok nerde bende o para sana endoplazmik redikulum yada reaksiribo nükleik asit testi mi yapıp getireceğiz ama dur bak bir ayrıntı söyleyeyim ki beni tam olarak tanı hani sen böyle sakin sakin yürürken daaaaan diye birden sana çarpan çocuklar vardır bazen birşeylerden kaçarken bir yandan da yaptıkları fırlamalıktan dolayı birşeylere gülerler işte onun elini aç bak tükürükle ıslanmışsa ve bir kaç susam parçası varsa o benim ve bilki simitlerini satmak için bir çubuğa geçirip kahveye giren simitçinin arkasından elini yalayıp simit tablasına bastırarak yapışan susamları çalmışımdır. nasıl tanıdınız mı beni ve anlatabildim mi kendimi? valla aynen böyle yazdım bilemem artık ben iyice bir kıllandım valla kesin beni atarlar artık hele bir de isim olayında sahtecilik yaptığımı bir öğrenseler var ya anında kapının önündeyim aman uyandırmayın derim…

bir ütopya kurdurmadılar kardeşim

ONALTIKIRKALTI | 03 June 2005 03:50

Başladım yine yazmaya kafam karışık ama “ne yazayım” diye bir sıkıntım yok aklıma ne gelirse yazıyorum aklıma gelenler karışık ama o da sorun değil her zaman en büyük sorunum düşündüğüm hızda yazamamam oldu (nasıl olmasın ben konuşmamı bile düşünce hızıma yetiştiremiyorum da bazen cümlenin sonunda söyleyeceğim kelimenin yarısını cümlenin başındaki kelimeyle karıştırıp ucube kelimeler yaratıyorum) beynimin çalışması da böyle benim daha tek kelime düşünmeyeyim bütün söyleyeceklerimi beynim, kelimeler ağzımdan çıkmadan düşünüp bitiriyor bu konuşmama da yansıdığı için çocukken öyle hızlı konuşurdum ki duyan ne dediğimi anlamak için mutlaka “ya biraz yavaş hiç bir şey anlamadım” derdi. Neyse büyüyünce düzeldi. Artık çok okumanın getirdiği bir şey midir doğuştan mıdır nedir bilemiyorum. Konuşurken bunu düzeltebiliyorsun da yazarken bu ayarı yapmaya çalışmak ölüm valla… (ben söylesem o yazsa işte teknoloji o zaman teknoloji olacak gibime geliyor) gözler görecek de, parmaklar alışkın olsa da tuşlara basacak da harfler ekranda yanyana gelecek biryandan da yazdığını takip edeceksin doğruysa devam edip yazıp duracaksın daaa… ölme eşşeğim ölme… benim bu yazma sevdamla yazma hızım hem kekeme olup hem gevezelik etmeye benziyor 🙂 bir de bu hızla iki kitap yazıp bitirdim. Azmedip akü akü tak tak da yaptık ama (akü akü tak tak on parmak yazma kurslarında harflerin yerleri öğretilirken ilk yazılan alıştırma kelimeleridir bilenler bilir o eziyeti nasıl bir şeydir) tam anlamıyla bir hız kazanamadım çünkü bütün gün iş yerinde bilgisayar kullanıyorum yaptığım iş grafikle ilgili teknik programlar kullanmak olduğu için de mausla ve klavye komutlarıyla çalışmak zorundayım ikisi bir arada olunca durum daha da beter oluyor (hani şu almanyadan gelenlerin türkçe konuşurken araya almanca karıştırmaları gibi) cansıkıcı bir durum… ama ben ne yapacağım bu kadar öğrenmişim vazgeçer miyim? Aslaaaa zaten iki üç dergiye devamlı yazıyorum (onlara da onaltıkırkaltı olarak yazıyorum) başka dergilere imzasız, dergi adına ciddi konular çevirip yazıyorum bir de kendim için öyküler falan derken bayağı bir yazıyla haşır neşirim yani… buraya niye yazıyorum onu bilmiyorum cansıkıntısı ya da salaklık mı yaptığım… bilemem (tabii insan kendine konduramıyor:)) burada sanki kendimi kısıtlamadan istediğim gibi yazabiliyorum, bunun da etkisi yok değil. iyi ki böyle bir yer var, ilk akıl edip de yapan arkadaşların eline sağlık… hergün içeriği takip etmek de ayrı bir zevk, zaman zaman bazı arkadaşlar tartışıp kapışsa da seviye hep sağlam, böyle arkadaşların var olduğunu görmek beni sevindiriyor hepsi cin gibi valla. Televizyonlarda birbirinle konuşamayan insanlara sinir olduğum için tartışma programı bile seyretmiyorum artık. Yazma olayını bir şekilde merak edenler varsa kurcalamasınlar diye tabii ki buraya takma isimle yazıyorum ama merak edilecek bir durum da yok öyle tanınmış bilinen biri de değilim zaten. Evet niyeyse böyle yaz allah yaz ne olacaksa artık dur aklıma geldi bir benzetme yaparak açıklama yapayım çok gençken müzik konusunda otorite sayılabilecek bir abiyle tanışmıştım. Ben tabii ki çölde vaha hesabı adamın bıktığı muhabbetlere girmeye çalışıyorum (kasetlere listeyle kayıt yapıldığı zamanlar) çocukluk işte o zamanlar da pop müzik devrini kapatıp hardrock/hm falan dinlemeye başladığım dönemler, bu abiyle konuşuyoruz işte, abi baktı ki biz öyle yaş olarak ufacık tefeciğiz ama içi dolu turşucuk pozisyonundan da bir hayli uzağız, benim anlattıklarımdan yola çıkarak, benim hakkımda kehânette bulundu. Sen böyle müzikte en iyiyi aramaya devam edersen, üç beş yıl sonra seni cazdan başkası kesmez. (Valla doğru çıktı hatta caz bile kesmiyor ama bu ayrı bir konu) neyse benzetmenin ikinci ayağına geçeyim (daha bitmedi ve üçüncü ayağıda var, ya sabır, han duvarları gibi olacak bakalım yedik bir mok sonunu nasıl bağlayacağız rezil olmak işten değil) evet parantez arasında heyecan bölümünü de ekledik devam edelim bu arada beni okumaya kalkıp yazının sonuna ömrü vefa etmeyenlere tanrıdan rahmet yakınlarına başsağlığı dilerim ne de olsa çatlar yani insan bu değil mi… evet uzatmayalım (ulan demek bir de uzatsam) benim çok sevdiğim bir edebiyat öğretmenim vardı (dikkat ikinci ayağa başlıyoruz yanınıza yiyecek içecek küçük el radyosu falan alın sonra söylemedi demeyin) benim dersler “eh işte” durumunu zorluyor. öğretmenim çağırdı “ya, sen ders sırasında hepimizi bastırıyorsun maaşallah ama yazılılarda ben senden on beklerken hep altı yedi niye böyle?” “okumaktan ders çalışamıyorum ki hocam” dedim “ne okuyorsun?” dedi haliyle cevabını verdik tabii, “george politzer, felsefenin temel ilkeleri” “aaa oğlum, ne diye okuyorsun böyle şeyleri, karıştırma kafanı bunlarla” dedi tüm iyi niyetiyle. ben de açıkladım “geçen hafta das kapitali bitirdim ama kafama takılan şeyleri çözmek için bunu da okumam lazımdı” kadın “oğlum onları okuyacağına ……… okusana” diyor ben “okudum” diyorum “………. oku” diyor ben “okudum” diyorum. inatlaştık ve böyle sayabildiği kadar sayıyor harbiden de hep okuduklarım çıkıyor durdu ve şöyle dedi (ki bana da o zaman dank etti) oğlum sen niye kendini bu kadar yalnız hissediyorsun? (Yaaaaa akıllı görmüş geçirmiş insanın hali başka oluyor draaaank diye de nasıl anında teşhisi koydu kadın) (Gelelim üçüncü ayağa yani velettalin amin kısmına gözünüzü korkuttuğum kadar yokmuş değil mi?) şimdi diyorum acaba büyüdük dünyayı anladık az çok, iyice içimize kapanıp her şeyden umudu kesip, yaşamanın bir anlamı kalmadığını düşünmeye başladık da konuşacak kimse bulamıyoruz diye mi bu yazma manyaklığı böyle debreşti? aynen pop müzik basit gelip de hardrock yetmeyince hm’ye, oradan da caza yönelip onun da mokunu çıkartmamız gibi. oku oku yetmesin, bir yandan da yazmaya kalk dergilere, fanzinlere, sitelere, kitaplara kırk yere yaz, daha hâlâ gözümüz doymasın… eğlence diye (kuralsız plansız deli saçması ayarında oluyor ne güzel, ekranlar doldukça benim içim boşalıyor) sanal alemde günlük dolduruyoruz. Bu günlük lafına da acayip uyuz oluyorum. ne bu böyle 17. yy. da 15 yaşında kız hatıra yazıyormuş gibi. Zaten günlük diyince aklıma bu tür yazılan günlüklerden önce bir çam türü olan günlük ağacı geliyor. (doğarken de resmen ters doğmuşum valla, benim hayatım hep böyle ters) bir de yazarlar böyle “sevgili günlük” haydaaa ne diye elin selülozuna sevgili diyeyim kardeşim. diyeceksem de gider mahallenin bakkalına derim bari gayri safi milli veresiye pozisyonum yükselir. Oh ne güzel biz düşünüp biz yazacağız bomboş bir “yer” sevgili olacak. hayır o kadar kolaysa sen yaz, ben öyle “gönlünden temiz bir sayfa” gibi durup, sevgili olayım. Haaa dersen ki ben adaya düştüm adım da robinson’dur o zaman sen “de” kardeşim sevgili günlük di mi? (Ben ne düşüneceğim cuma düşünsün anasını satayım…) evet bunları bir kenara bırakıp başka konulara atlayalım mesela kaldırımlar sağlamken sadece taşların havasını almak için iki de bir kaldırım döşeyip/yenileyip belediyenin ihale paralarıyla orayı burayı söküp dikenlerle bile ilgilenmeyen ben, bugün devletin aklına gelmeyen birşeye devlet yararına kafayı taktım. şimdi yeni bir kanunla basına mahkemelerde yargılanacak sanıkların, tanıkların filmini ve resmini çekmek yasaklanacakmış. Onun yerine mahkeme ressamları davanın temsili resimlerini yapacakmış. Pes be kardeşim pes. Devir bilgisayar devri. mahkemede kendi memuruna çektir resmi, yap üstüne photoshopta kristalize efekt, sat basına, olsun bitsin. hem para kazan hem elinde boya kalemleriyle bu yaşında “sanat yaptık halk anlamadı, yapmadık aç kaldık, ulan sanattan anlamayan cahiller mahkemelere düşersiniz inşallah” diye dolaşan ve personel yetersizliğinden sanat olarak ancak cin ali ve topacı seviyesindeki ressamları kullanıp ibrahim çallıyı rahatsız etme. Ya bu memleketi anlamak mümkün değil valla ama artık böyle böyle hep beraber yavaş yavaş düzeltmek için konuşacağız. Zamanla, burada yazan cin gibi arkadaşlarımız var onlar biryerlere gelince birşeyler yapacaklar diye düşünüyorum. zaten toptan bu avrupa kültürünün gizli bir dayatması olan kendini küçük görüp onları yüceltme huyumuzu da bir kenara bırakalım artık. adamlar dünyanın bütün zenginliklerine zorla konmuş kendi ülkesi “krem de la krem” daha hâlå gözü elâlemin malında. ortalığı dağıtıp kendini pazarlarda yüceltsin diye de “ben şöyleyim, ben böyleyim, senden bir mok olmaz. sizde demokrasi yok” ulan sen de var da ne oluyor ben acaba orada vatandaş olsam bile işine gelmeyeni bana söyleme hakkı vermedikten sonra ne demokrasisinden bahsediyorsun (isveçte mi isviçrede mi ne hâlâ kimsenin bir türlü bir belgeyle çıkıp bir şey söyleyemediği “çamur at izi kalsın politikası” ürünü, ermeni soykırımı palavrasına karşı çıkıp da böyle bir şey yok derseniz (yani avrupanın göbeğinde fikrinizi söylerseniz) pariste eifel kulesinin direğinin dibine köpeğinize büyük abdest yaptırtmışsınız gibi ceza yazıyorlar) hani demokrasi? Bunları yemeyelim, yönetim ve kurallar oldukça, bir arada yaşamak zorunda oldukça bazı yaptırımlar olacaktır. bu amerikada da böyleeee sudanda da, almanyada da böyleeee türkiyede de. Onların cennet vadettiklerine bakmayın siz. onların adaleti ve demokratik özgürlükleri macdonalds menüsü gibi, evet seçim özgürlüğü var ama bu menülerden birini seçeceksin öyle almanyaya müslüman, fransıza cezayir, ingiltereye hindistan, belçikaya, italyaya ve hollandaya afrika demeyeceksin onlar oralara demokrasi götürdüler aynen kendilerini hitlerin elinden kurtardı diye hâlâ kompleks duydukları amerika abileri gibi. tabii ufak bazı sorunlar çıkmadı değil demokrasi götürdükleri yerlerde damarlarına özgürlük zerkedilenlerden kayıp çok fazla olduğu için, bu demokrasiyi yaşayacak adam kalmadı ortada. kalanlarda kültürel erozyona uğratılıp kendilerini haklı görecekleri bir kıvama getirildiler ki (afrikadaki yerli elmaya elma demeden de mutlu mesut yaşarken) bunların demokrasileri sayesinda fransadan çok fransızca konuşan adamlarla doldu altı kazılıp madenleri elinden alınan afrika… o yüzden neymiiiş, bunların her dayatmasına her söylediğine tamam demiyeceğiz yok kalmadı karşıki bakkaldan çocuğa aldırayım yalakalıkları yapmayacakmışız… ama ne var, oradakilerde insan. hepsini seviyoruz, onların büyük bir kısmı sıradan insanlar, orada doğmuşlar, orada o kültürle yetişmişler, onları da suçlayamayız. bütün dünya insanları kardeştir lafını hala bu devirde savunuyorum, bu eleştirdiklerim avrupalı siyasi yöneticilerin ve onlarla çıkar ilişkisi olan dev holdinglerin ayıbıdır. Ya yine dayanamadım siyaset politika falan yazdım halbuki ne kadar yavaş ve ağırdan kafama göre takılıyordum. Bunlar adamda kafa mı bırakıyorlar… (ya da insan olup da, olup bitenlerden etkilenmemek mümkün mü.) Geçenlerde aklıma geldi şöyle salak gibi, bir güzel, saçma da olsa ütopya yazayım diye. Düşünüyorum, ya aklıma ne gelse, o olmaz çünkü şöyle şöyle nedenler var, yok şu olmaz çünkü uluslararası kanunlar, anlaşmalar var diyorum, bir türlü yeryüzünde insanlık adına (ki ben göya hayal gücüne güvenen biriyim) iki hayâl bir ütopya kuramadım, hep birileri gelip bozuyor ve anladım ki jerzy kozinski nin boyalı kuşu’ndaki kahraman çocuk tutsak kalan tavşanı acıyıp serbest bırakınca, tutsaklığa alışıp kırlara koşmadan kafese geri dönen tavşana dönmüşüz. en kötüsünü yapmışlar bunlar bize, hayallerimizi çalmışlar…