bildirgec.org

uncategorized hakkında tüm yazılar

Yeni Zelanda Yazıları – Milford Sound – Fiyordlar

KiwiTurk | 08 March 2009 11:48

Yeni Zelanda, Servet-i Fünun’dan beri Türk insanının kalbinde yer etmiş uzak bir cennet. Tevfik Fikretzamanında Yeni Zelanda‘ya kaçıp bir daha gelmemekten bahsetmiş. Atatürk de Çanakkalede bize karşı savaşan Yeni Zelanda’lıları “Johnnylerle Mehmetler arasında fark yoktur” diyerek bağrına basmış.

Yeni Zelanda Platoları
TraNZ Alpine Train

Ben yaklaşık 6 yıldır bu ülkede yaşıyorum ve makalelerimle bu uzak cenneti sizlerin ekranlarınıza kadar getirmeye çalışacağım. İlk olarak ünlü bir gezi yazarı olan Saffet Emre Tonguc‘un “Dünya’nın en güzel fiyordları” olarak tabir ettigi Milford Sound yani Milford Fiyordu ile başlıyorum.

kırık kalem

| 08 March 2009 11:13

halkına sırtını dönmüş bir gerilla gibi
caz partisini ilk ben terk ettim bu gece
lüzumsuzluğun gereği yoktu
ve zaten sana yazdıklarımı da
yanında getirmiştin
migros poşetine koyup
önemli yerlerin altını çizmiştin
ya da genelini önemsememiştin belki
bunu hiç bilemeyecektim
bilmemin de gereği yoktu
nasılsa bir şekilde geçiştirecektin beni yine
halkına profilini dönmüş bir general gibi
ayarsız sesinle
sana yazdıklarıma yaptığın besteleri seslendirecektin

dışarda belki de kar vardır
hangi yüzyıldayız bilmiyorum
arada bir ayak sesleri dayanıyor kapıma
arada bir eşikteki yemeğimle boş tabakları değiştiriyorum
ve aynasız sesimle
hiç işlemediğim cinayetlere dnamı bırakıyorum
beni kolay bul diye
beni kolay unut diye
beni kolay poşetle diye
bildiğim bütün idam haberlerini
film şeridi gibi gözümün önünden geçiriyorum

Metro ayıbı

deLe | 08 March 2009 08:28

http://sabah.com.tr/2009/03/07/haber,BA1894F7CA9044519383F8D06F90A331.html

işte Hadise’nin Kumaşsız Kıyafeti

| 08 March 2009 08:28

http://www.milliyet.com.tr/GaleriHaber.aspx?aType=msnGaleriHaber&Kategori=yasam&KategoriID=17&ArticleID=1068092&PAGE=1&Date=07.03.2009&b=Magazin%20turu&reftype=1

Ursula K. Le Guin

Radosse Rakam | 08 March 2009 08:28

Atuan Mezarları’ndan Arta Kalan…

Ve bir kadim mezarın labirentlerinde yürürken bulursun “kendi”ni. Farkına varırsın ışığın, özgürlüğün, tutsak edilmişliğin ve kaçma isteğinin. Tutsak eden hem cinslerindir. Emreden, öğreten, işleyen ve tüm bunlardan şikayet eden hemcinslerindir hep. Orada, herkesten ve her şeyden uzak o yerde, istedikleri kadar çığlık atabilip, her şeyi değiştirme gücüne sahip o kadınlar, asla bilmedikleri, tanımadıkları ve hiçbir zaman inanmadıkları, kulaktan kulağa aktarılırken aşınarak yok olmuş o hikayeye saygı duyuyormuş rolünü oynamayı doğdukları andan itibaren birbirlerine dayatmaya düzen demişlerdir ve o zavallı kadınlar düzene o kadar bağlıdır ki, hikayenin ne olduğu, neyle ilgili olduğu veya ortada bir hikayenin olup olmadığı onları hiç ilgilendirmez.
İşte o güruhun içinden çıkıp indiğinde yer altındaki unutulmuş mabede, ayini onlar için değil kendin için yapmaktasındır artık, hatta öyle ki ayin yapmak iyi bir bahanedir dayatılan düzenden kaçmak için. Kadınlar seni ‘onlar’a hizmet ediyor zannederken sen, keşfetmeyi öğrenirsin ışıksız bir labirentte yolunu bulabilmek için parmaklarının gücünü, burnunun temiz havayı ne kadar çabuk ayırt ettiğini fark edersin, ayakların sağlam basmayı, bedenin çevik olmayı, hayal gücün görmediği labirentin haritasını çizmeyi öğrenir. Parmak uçların serin kayaların kıvrımlarını ezberler. Duru ve idrak edersin: Herkes kadar özelsindir…

Yukarıya döndüğünde, düzen koruyucularına anlatmak istemezsin farkındalıklarını. Daha önceki başarısız girişimlerini hatırlar, bir adım bile atmazsın o yöne. Bildiklerin, keşfettiklerin, öğrendiklerin seni mutlu eder ama yine onlar başarmıştır. İçindeki keşfetme sevincini paylaşamayarak sessizce bir kenara çekilmeni sağlarlar. Düzenleri güvendedir artık. Sen zayi olabilirsin, arada birkaç fire verilebilir düzen için. Sen düzenin parçası değilsen hastalıklı bir atıksındır ve kenarda, karantinada tutulman bile gerekmemektedir çünkü anlatma isteğini söndürmüşlerdir. Hatta bir gün kaçarsan da arkandan kimseyi yollamaya niyetleri yoktur (ben bakarken kaçarsan bağırmak zorundayım ama dur, bekle ben arkamı döneyim, ayak seslerini duymazdan geleyim, sen de koş, git buradan kimseye söylemem).
İşte düzenle savaş asıl burada başlar, aykırı da olsan sindirilip söndürülsen de, bu düzenden çıkıp gitmeye cesaretin var mı? Güvenli evinde aykırılığına burun kıvıranlara baş kaldırarak yaşamak seni aykırı yapar mı? Yada alıp başını gittiğin düzen buradakinden farklı mı? Kendini taşıyabilecek kadar güçlü mü bacakların? O malum soru geliyor ‘gitmek mi kolay kalmak mı?’

1929’da Kaliforniya’da doğdu Ursula Krober Le Guin. Babası antropolog Alfred Kroeber, annesi yazar Theodora Covel Brown Kracaw Kroeber’dır. Massachusetts-Radcliffe College’ı bitirdikten sonra Columbia Üniversitesi’nde okudu. “Fransa’da Orta Çağ ve Rönesans Dönemi Edebiyatı” üzerine yüksek lisans yaptı. 1951’de tarihçi Charles A. Le Guin ile evlendi, üç çocukları oldu. Halen ABD’nin Oregon eyaletinde yaşıyor.
Bu klasik giriş bilgisini her yerde bulabilirsiniz fakat Le Guin’in kitapları her yerde görülebilecek şeyler anlatmaz. Benim kendisiyle 10 yıl önce tanışmam biraz geç olmasına karşın bilmeden biriktirmiş olduğumu fark etmem çok sevinmeme yol açmıştı. Yerdeniz Üçlemesi adı ile başlayan fakat 5. kitabına ulaşan seri fantastik edebiyatın önemli eserlerindendir. Baş kahraman Ged’in hikayesini çocukluğundan anlatmaya başlayan ilk kitap Yerdeniz Büyücüsü üçlemeye de adını verir, ikinci kitapta serinin sonuna kadar bizimle olacak kişi, dişi bir karakter olan Tenar ile tanışılır. Seri irili ufaklı binlerce adadan oluşan Yerdeniz’i ve onun kaderini etkileyen karakterleri, ejderhalar ve büyüler eşliğinde anlatan masalsı ama imgelem dolu bir dille başlar ve sanırım yazar ölünceye kadar (Allah korusun 🙂 ) devam edecektir. Fakat Le Guin’in ustalığı fantastik edebiyatla sınırlı değildir.

Mülksüzler bilimkurgu içerisinde komün yaşamın, ütopyanın, ahlaki kavramların ve cinsiyetler arası ilişkilerin tümünü sorgular ve içinde yaşadığınızı hissettirecek bir dille anlatır. Yazarın Türkçeye çevrilmiş diğer romanları ve tüm eserleri burada.

Bakire kraliçe

admin | 07 March 2009 18:24

Son okuduğum Boleyn Kızı‘nın devamı niteliğinde olan Kraliçenin Soytarısı (Philippa Gregory), Tudor Hanedanlığı‘nın içyüzünü ortaya sermekte. İngiliz tarihine ışık tutan bu romanda, Kanlı Mary olarak anılan 1. Mary ve Prenses Elizabeth’in iktidar savaşı konu ediliyor. Koyu Katolik inancıyla, babasının Protestan hale getirdigi ülkeyi tekrar dine döndürmek uğruna, Protestanları engizisyon mahkemelerinde yargılatıp diri diri yaktıran Mary’den sonra tahta geçen ve evlenmediği için tarihe Bakire Elizabeth olarak geçen 1. Elizabeth, İngiltere Kralı VIII. Henry’yi baştan çıkaran, onu İspanya Kraliçesi Aragonlu Catherine’in elinden alan, kralın Katolik inancını reddetmesini sağlayan, daha sonra ensest ilişkiye girdiği iddiasıyla idam edilen Anne Boleyn’in kızıdır.

Haddinden fazla beyaz tenli oldugu için öldüğünde, lanetli sayılıp cellata teslim edilen, ancak annesi tarafından kurtarılan Elizabeth, üvey ablası Kanlı Mary gibi saraydan uzakta, hakettiği yaşam tarzından uzak şekilde büyüdü.