bildirgec.org

sıkılmış hakkında tüm yazılar

bi dilim salçalı ekmek…

petito | 29 September 2003 11:03

elimde bi dilim salçalı ekmek,tıpkı çocukken yaptığım gibi..tori i don’t like mondays diyo bi yandan öte yandan benim göz pınarlarımı zorluyo sabah sabah..mutsuzum ben yaaa,çocukluğuma geri dönsem ben,kimse karışmasa,okul demese,iş demese,sorumluluk hayat hiç demese..ben sokakta oynayıp dönüp pis ellerimle topraklı yüzümle koca bi dilim ev salçalı ekmek yesem… bi dilim salçalı ekmek geri götürmez mi beni o günlere?…:(

saçlarımı kestirdim..

mornehir | 23 September 2003 00:50

saçlarımı kestirdim..kısacık..erkek gibi..hatta erkek çocukları gibi..babam bana memet diyo. rahatladım sanki,hafifledim.ece temelkuran okudum bütün gün,kahve içtim,ece temelkuran okudum,saçlarımı kestirdim,balık kızarttım. ece temelkuran okuyun,zeki müreni sevin,balık yiyin,beyni besleyen zamazingo bi tek balıkta var..hade..hade…

sıkıldım herşeyden

allanon | 22 September 2003 21:07

sıkıldım sanırım herşey çok monoton gerçi herkes aynı şeyden şikayetçi bilmiyorum aksiyon lazım ama ne yapmalı üffff….

Pulls me under

tatlıtrapez | 19 September 2003 16:28

Hayatımın hiçbir döneminde şu anda çalıştığım yerdeki kadar mutsuz olduğumu hatırlamıyorum.Sağın solum gerizekalı dolu.Sabahları ofisteki masama oturduğum anda içimde en ufak bir istek,mutluluk,heyecan kalmıyor.Bazen düşünüyorum hayattan hiçbir beklentisi kalmamış,mutsuz biriyim sanki.Akşam olup ta eve gittiğimde kaybettiğim duygularıma yeniden kavuşuyorum.Ama yine de yeterli değil.Neden hala burdayım ,çünkü mecburum şu anda işsiz kalmayı göze alamıyorum.Bunu düşündükçe kendime sinir oluyorum ve mutsuzluğum bir kat daha artıyor.Böyle bir kısır döngü işte.

Christiane F. Eroin ve Hastane Güncesi

Ringa | 18 September 2003 17:49

Pazartesi günü hastanede bir yatakta yatmış, Judith Butler’ın Gender Touble adlı kitabını okuyorum. Uluslararası bir öğrenci topluluğunu peşinden sürükleyen 90’ların alt. kültürünün akademik super-star’ı Judy, bir anda feminist bilincimi uyandırıp bende geri dönülmesi imkansız derinlikte fikirler uyandırıyor. Öyleki ancak ağaçların çıplak kökleri ve yeni yıkanmış toprakla iletişim kurabileceğimi hissediyorum. O kadar derine yani. Ve vücudumun derinlerinde bir yerde açılmış bir yara enfeksiyon kapıp kalbimi zehirliyor. Serumlar ve ağrı kesiciler içinde bir hastane deliğinde yatarken otlar ve köklerle ilgili hayaller kurmak bana iyi geliyor mu bilmiyorum ama arada bir odaya girip nasıl olduğuma bakan genç hemşireye iyi geleceği kesin. Yeni yağmış kar kadar bembeyaz çünkü o. 90% saf sabunlar kadar duru ve buğulu. Nereden geldiğini ve nasıl bir hayat sürdüğünü merak ediyorum; ne kadar korunduğunu ve kaderi cam bir fanusun ardına konup saklanmakken nasıl da evinden kaçıp tüm bu iltihap, kan ve ceset dünyasına dalıverdiğini. Sanki bu bembeyaz kadın aslında esrarengiz, cüretkar ve tehlikeli bir duygunun peşinden koşuyor. Sanki sadece cennetten atılmış meleklerin görebildiği bir manzara var gözlerinin önünde, tüm bu yaralı ve iltihaplı bedenlerin içinden fışkıran, lav gibi cazibe püskürten, tepesinde kara bulutlar dolaşan lanetli bir dağ manzarası. Bu yüzden onunla iyi geçinmeye çalışıyorum. Diğer kumral hemşireye yaptığım gibi serumumu değiştirmeye çalıştığında gereksiz yere mızmızlanmıyorum, televizyonun kumandasını ulaşamayacağım bir yerde unutup yanımdan ayrıldığında içimden deliler gibi küfretmiyorum. Çünkü biliyorum, onda anladığım ve saygı duyduğum bir dalgınlık hali var. Bir tırtılın kelebeğe dönüşmeden önce ki o, kozanın içinden yeni çıkmış, ama henüz dışarıya alışamamış, arada kalmış, kayıtsız hali. Kana bulanmış eldivenlerini çıkartan, cerrahın ameliyat ışıkları altında terleyen alnını ufacık bir mendillen silen, aklı havada bir kadının, kendi ölümünü düşünüp, ona asılan erkekler ve aşağılayan başhemşire ile diğer sorunlar arasında sıkışıp kalmaktansa bambaşka, hayal bir dünyaya dalıp tek göğüslü bir amazon gibi atının üzerinde dövüşüyor. Çünkü arada bir gözlerinde bir anlık tehlike parıltısını görebiliyorum. Geçen gün Barış, elindeki çiçekleri, sonuna kadar suyla doldurduğu vazoya bir anda sokuşturduğu için dışarı taşan ve yatağın yanındaki masayı ıslatan suyu gördüğünde tüm beyazlığı ve kayıtsızlığıyla mendil kutusundan bir mendil çekti ve masayı kuruladı. Ama dalgın gözlerinde TEHLİKE – TEHLİKE yazısını okuyabiliyordum. Çünkü o anda eminim ki hayallerinde eline bir bıçak almış bıkmadan usanmadan sokup çıkartıyordur Barış’ın kalbine. Tek bir flaş çakıyor gözlerinin dümdüz, sakin mavisinde, saniyelik bir Tsunami kopuyor ve o saniye içinde kadının aklından neler geçtiğini gırtlağıma dayanan bir bıçağı hissettiğim gibi hissedebiliyorum. Bilmiyorum belki Sylvia Plath okumalıyım. Akli dengemi kaybetmemiş olsam da Plath, kalbime akademik, ciddi tartışmalardan daha iyi gelebilir. Herkes Judy’i okumam gerektiğini, bir kaç kitabını okursam yeni gelişmekte olan geleceğin akademisyenleriyle aynı yolda ilerleyebileceğimi ve aynı generasyona ait yazılar yazabileceğimi söylüyor. Ben 13-14 yaşlarındayken herkes, Christiane F’in Eroin’ini okumamam gerektiğini de söylemişti. Çünkü herkes benim mutlu olduğuna inananarak büyümem gerektiğini düşünürdü. Bahçede çalışmam için yazları beni portakal bahçelerine gönderirlerdi, doğanın gücünü hissedeyim diye dünyanın en yüksek atlarına bindirip uçsuz bucaksız çayırların üzerinde gözden kaybolmamı beklerlerdi. Bu gibi şeyler. Ama ben portakal bahçelerinin kenarından sıvışıp kaçarken bacağımı kırdım, ya da dünyanın en yüksek Rus atının üzerinden sersemliğim yüzünden tepe taklak aşağı uçtum. Hayatımın üzücü bir bölümü doktor kontrolünde ve artık her şeklini her türünü ezbere bildiğim hemşire kısmısının elinde geçti. Depresyon cehenneminin kapısında nöbet tutan cerberuslar. Hastanelerle metal müzik konserleri, hemşirelerle de punkçılar arasında özel bir bağ olduğunu düşünüyorum. Ölmeden önce gidebileceğimiz en son yer oldukları için belki. İkisi de bana metal ve punk’ın kökeninde ki soğuk, kasvetli ve üzücü bir kuzey havasını hatırlattığı için belki de, ve kendilerini ısıtmak için dövüşen, kılıçlar, zırhlar döven, hayvanlar gibi bağırıp çağıran, ne dedikleri anlaşılmayan, kan akıtan İskandinav ve Britanya atalarını; vikingler, keltler, galliler, saksonlar… Lilja 4-ever’ın başında çalan Rammstein’ın şarkısı ve bir fabrikanın bacasından soğuk, İsveç göğüde doğru yükselen dumanın içinde uçan bir martı demek istediğimi daha iyi görselleştirebilir belki. Sylvia Plat’ın hemşireleri beyaz martılara benzetmiş olmasını da eklersek… Chiristiane F. de onlardan biriydi. Detlef’de, Axel’de. Doktorlar ve hemşirelerin eksiksiz tehdidi altında yaşayan deney fareleri. Soluk benizli, açlıktan sıskalaşmış, dağınık, süssüz ve kirli: işte karşınızda 80’lerin eroin modası, belki de 90’ların ve günümüzün podyumda sergilenmiş eroin cazibesi. Podyumdan indiklerinde enerjileri tükenen mankenlerin de ikinci durakları devamlı hastanelerdir. Onlar da moda doktorlarının deney fareleridir. Gia Carangi bu üretimin ilk yıllarında modelliğe başlamıştı ve ilk kurbanlardan biriydi. Bedenini uyuşturduğunda fotoğrafçılar onu daha iyi şekillerdirirlerdi. Gözleri modelistlerin vaat ettiği en uzak pırıltılı düşlerin bile ötesindeydi. Bir eroin tanrıçasıydı. Olimpos hiç o günkü kadar buğulanmamıştı. Ve doksanlı yıllar geldiğinde uyuşturucu podyumda satılıyordu. Kate Moss’un üzerine oturmamış naylon çoraplar ve saçları kirli ip gibi bir şekilde verdiği pozlar harap olmuş bir gençliğin silüetiydi. İnandırıcıydı. Kate Moss’un 90’ların kült ismi olmasını nedeni onun üzücü ve sorunlu görünümüydü. Her an poz verdiği apartmanın balkonundan atlayacak gibi duruyordu. Bacakları aklı gibi hafif çarpılmıştı. Ve üretilmeye çalışılan kirli şıklığın ikonu haline gelmişti. Daha sonraları yayınladığı günlüğünde de yazdığı gibi aslında uyuşturucu bağımlısıydı. 14 yaşında bir otel odasında alkol komasına girmişti ve kendisine yardım etmesi için Atlantiğin öte yakasında oturan annesini bile arayamamıştı. Kate Moss’a ihtiyacımız vardı. Onun acı çektiğini gördükçe kendi günahlarımızı çıkartacağımız bir rahibe bulmuş gibi mutlu olmuştuk. Biz acı çekmeyelim diye onun günah keçisi gibi acı çekmesini izlemiştik. O, moda doktorlarının genler için yarattığı süper bir karma aşıydı; gözlerimizde ki asi deliliğin, kimsenin bizi anlamamasıyla girdiğimizin depresyonun, vücudumuzda ki yeni ergenliğe girmiş değişimlerin iğrençliğini silip bütün kusurlarımızı güzelleştirmişti. Korkudan donup kalmış gözler, can sıkıntısından hafif kamburlaşmış bir beden, mutsuz görünen, hiç gülümsemeyen, gözlerinin etrafını simsiyah boyayıp boş boş etrafa bakan, içinde çaresizliği barındıran yıkanmamış bebekler: modaya uygun sanat eserleri. Ve biz 90’larda Seattle’a doğru ibadet ederdik. Nirvana, Pearl Jam, Soundgarden’la enerjimizi bazı anlayışsızların dediği gibi yanlış yönlendirir, bir anlamsızlık ve tutarsızlık içinde Ortaköy’de ki Flatline’ın yerlerinde sürünür, bize 18 yaşımızdan önce içki sağlamaktan başka hiçbir işe yaramayan barmenlere bir melekle karşılaşmışcasına saygı ve tapınmayla bakardık. Öksüz bir çocuğu andırırdık belki, her türlü zarara açıktık. Ama kimbilir belki aptal olmadığımız için, belki de 90’larda moda çok çabuk değiştiği ya da modaya hakim olanlar uyuşturucudan öldükleri için, intihar ettikleri için biz direk tehlikeye girip ortadan kaybolmadık. Kurt Cobain ölüp kısa bir Hole devri başladığında bile kendimizi o kadar kaptırmadık. Zaman kendimizi birbirimize bakarak ifade etme zamanıydı. Artık moda posterleri ve mankenlerle ilgilenmiyorduk. Bir anda beş tane yeni manken ismi sayamam mesela. Oysaki eskiden 20 tane sayabilirdim: Kate, Amber, Trish, Kristy, Christy, Milla, Helena, etc. Grunge bitmişti ve Family Values dönemi açılmıştı. Ama bu dönem de Limp Bizkit My Generation’ı çıkartıp adını koyana kadar sürdü. Belki sonra miğdemiz bulandı bilmiyorum ama Family Values grupları da artık fazla anlamsız gelmişti. Geldi daha doğrusu. Çünkü uzun zaman önce olmadı Fred Durst’ün taklitlerinin ortadan kalkması. Şimdi ne oldu bilmiyorum. Ama Kate Moss tekrar karşımızda. Bir bebek doğurmuş ve biraz kilo almış ve yardıma muhtaç çocuk görüntüsünden de kurtulmuş. O bile striptiz yapan bir kötü kıza dönüşebiliyorsa şu saat başı beni odamda kontrole gelen bembeyaz hemşirenin de hala bir şansı var. Üzerine kırmızı, mini bir elbise geçirip Flatline türevi bir bara gidebilir. Bir hemşire olup soğuk ve kasvetli bir hastane içinde yaşamaktansa bir şıllık olup hayatında sadece ölmeden önce son kez bir hastaneye girebilir. Bu benim nacizane görüşüm. Ona asla söyleyemem. Hatta daha ileri gidip üniversitede sosyal bilimler okuyup anti-sosyal hayatımı ünlüleri ve sorunlu insanları düşünüp daha da karartmış olmaktansa tıp okuyup sorunları düzeltmeye çalışmaya ve falan filanla değerlendirmem gerektiğini de söyleyebilirim. Bilmiyorum, belki Küçük Prens’i okumalıyım. Belki tekrar portakal bahçelerinde çalışmaya gitmeliyim. Belki başka bir Rus atına binip bu sefer düşmemeliyim. Ama bunları tekrar yapsam başarılı olurmuyum bilmiyorum. Christiane F.’in Eroin’ini bir kere okuduktan sonra devamlı yanlış yollara sapıp hastanelere düşmekten kurtulabileceğimi sanmıyorum. Kitap artık tükenmiş ve belki sadece sahaflarda satılıyor olsa bile Christiane’ın, Detlef’in, Axel’in, Babsi’nin ve Livia’nın hayaletleri hala içimse dolaşıyor ve “Huuuu” diye bağırıyorlar. Bir gün Berlin’e gitmek istiyorum. Bahnhof metro istasyonuna inmek istiyorum, 20 Alman markına kızların satıldığı Babystrich’de dolaşmak istiyorum, Genthinterstrabe’de ki diskotekler hala açık mı diye bakmak istiyorum, gençlerin takıldığı Haus der Mitte’yi görmek istiyorum. Belki o zaman kitabı içime gömebilirim. O zaman hayaletlerin seslerini dindirebilir ve hastanelerden uzak kalabilirim. Jüri benim için kararını henüz bildirmedi, bütün tanıklar henüz dinlenmedi. Avukatımın hala bir itiraz hakkı duruyor. Hala vaktim var.

Bir Eylül sabahi

dani-hafif | 11 September 2003 11:31

Sikildim biktim kendimden bu sabah! Mevsim degisikliginden mi ne? Her mevsimin kendince bir huyu suyu var ve her biri insanlar üzerinde degisik etkiler birakiyor. Bence sonbaharinki bir az depresif… Derken, Mazhar Alanson calmaya basliyor. Ah Bu Ben diyor. Ben de ona eslik ediyorum:

“Ah bu ben kendimi nerelere kossamSaklansam bir yerlerde gizlice aglasamAh bu ben kendimi nerelerde bulsamCekilsem sahillere hayaller mi kursam”

Piyano giriyor araya, dalgin dalgin pencereden bakiyorum damlalara

“Yerle gok arasinda bir yerde”

Her seyi birakip gitmek. Olabilir mi? Mümkün mü?!

GARİP İNSANLAR ARASINDA…..

ragingbull | 09 September 2003 23:07

BU AKŞAM YİNE MAÇI YARIM BIRAKTIM GELEN MESAJLARA BAKTIM VEE..
GARİP BİR ÜLKEDE,
İÇENE SIĞMAYACAK BİR SEVDA İLE
YARINLARINI BEKLEYEN BİR PLOTONİK,(SEN)
YADA YARIDA KALMIŞ BİR GÜZEL BİR RÜYA
GARİP İNSANLAR ARASINDA,
FARKETİLMEYİ BEKLEYEN BİR GENÇLİK,
ÇARESİZ BİR HASTALIK,BEDENİMİ
İLİK İLİK İŞLİYOR,
GARİP BİR AŞIK OLUYORUM,
GECENİN BİR VAKTİ
SIRF KENDİMLE BARIŞIK KALABİLİYORUM…

başımdan geçen ilginç bir şey

ELOY | 04 September 2003 11:23

part one departmanından

Geçen gece hava almak için dışarı çıkmıştım. Ayaklarımın beni nereye götürdüğünü bilmeden geçiyordum sokakları. Farkında olmadan uzaklaşmışım siteden. Nereye gidiyorum ben diye düşünürken ileride çalılıkların arasından güçlü bir ışık gördüm. Geceyi delercesine gökyüzüne ulaşıyordu. Korktum. Ne olabilirdi ki gecenin bir vakti burada. Ama korkum merakımı yenmeye yetmedi. Gizli gizli ışığa doğru ilerliyordum. Aklımda binbir türlü hikaye ile. Ama yaklaştıkça gözlerim kamaşıyordu ve algım azalıyordu. Işığın ortasında ne olduğunu anlayamadığım dev bir karartı vardı. Daha fazla yaklaşıp yaklaşamayacağımı düşünürken arkamda bir ses duydum. Dönüp baktığımda korkumun merakımı yenmesi gerektiğini anladım, ama çok geçti…

Kendime geldiğimde yere paralel bir şekilde sırtımdan ama yüz üstü bağlanmış bir şekilde buldum kendimi. Bulunduğum yer çok karanlıktı ve gürültülü. Sanki biraz ötemde dizel motorlar çalışıyordu… evet çalışan bir şeyler vardı ama ne olduklarına dair hiçbir fikrim yoktu. O an aklıma bu karanlıkta çıkabilecek en ufak bir kıvılcımı bile görebileceğim geldi ama nafile sadece karanlık. Bu şekilde daha ne kadar durabileceğimi düşündüm sonra. Neyse ki beynimin kulağımdan akması gibi bir ihtimal söz konusu değildi. Ama bu gidişle ve bu sesle sağır olma olasılığım artıyordu…

Kendime geldim. Neredeydim, buraya nasıl geldim, beni nasıl bu şekilde bağladılar, neydi onlar gibi öncelikli sormam gereken sorulara geçte olsa varabilmiştim. Geçmişe dair hatırladığım tek şey anlık bir korkuydu. Bir de innervision. Ne öncesi ne de sonrası… anlık korku duygusuyla bişey elde edemeyeceğimi anlayınca –kaldı ki anlıktı- şarkı söylemeye başladım. Inneeerrrrrvisioooooonnnnnnn. Şarkı söylerken sesimi beğenmiştim ilk defa. Ve kendimi çok güçlü hissediyordum. Hatta beni tutan bağlardan bile kurtulabilirdim. Ama sırt üstü aşağı bakan bir pozisyondaydım ve ne kadar yüksekte olduğumu bilmiyordum. Hey diye bağırdım. Sesin yankısından 100m2’lik bir alanda olduğumu anladım yeniden ama bu sefer yere doğru bağırdım. Sesin bana dönüşü 30 salise gibi bir zaman almıştı bundan fazla veya az olamazdı. Yani yaklaşık 100 metre de yukarıdaydım. Bağları koparmaya karar verdim…

Yukarıdan aşağıya süzülürken çok eğlendim. Ayaklarımın üstüne düşüp elimle biraz destek alınca kendime kızdım biraz. Hemen etrafı aramaya başladım. Gözlerimdeki gece görüşleri açınca etraf daha da netleşti duvardaki düğmeye doğru ilerledim. Sanırım bununla ışıkları yakabilecektim. Ama önce gece görüşü kapatayım. Kör olabilirim. Yaktım ışıkları metal bir yerdeydim zemin ve tavan ve duvarlar metaldi. Dokundum sinterden yapılmış olduğunu anladım. Aslında vurarak bunları parçalayabilirdim ama gerek görmedim. Çokgen bir ortamdı burası ama öyle 6gen 8gen falan değil. Hemen saydım 48i. Ancak bir tanesi dikkatimi çekti genişliği 0.1 mm. Daha dardı diğerlerine göre. Acaba bu çıkış mı diye gittim baktım. Değilmiş. Yukarı baktığımda tekrar yanlış hesap yaptığımı anladım tavan 138.47 m. Yukardaydı. Bu hata payını gelen motor seslerine verdim. Sesi algılamamı zorlaştırmıştı. Yine kızdım kendime onu hesaba katmadım diye.

Ortam sinterden beklenmeyecek kadar güzel bir ses düzeneği oluşturmuş gibiydi. Böyle düşünmeme sebep olan şey ise 23. köşenin yanında duran mikrofondu. Alıp şarkı söylemeye başladı. Evet evet harika şarkı söylüyorum. Harika şarkı söylüyordum da neden ellerim kocaman ve yeşil ve çirkin ve upuzun tırnaklarım vardı. Hemen gölgeme baktım. Çok çirkin bir yaratık olmalıydım ben. Ama bu tavandan gelen tek ışığın açısıyla da ilgili olabilirdi. Bu ihtimali göz önünde bulundurarak çok çirkin olmadığıma en fazla alien gibi olabileceğimi düşündüm. Tekrar şarkı söylemeye başladım. Sonra birden gizlice izleniyor olabileceğim geldi aklıma. Utandım çok. Kızardım hatta. Sol ayağımın ucunu yere sürtüyor sağa sola sallanıyordum. o kadar utandım yani. Lütfen devam edin sesini duyunca zaten zor zaptettiğim şarkı söyleme isteğim açığa çıktı. Dayanamıyordum… motorlar durdu. İnnervision çalıyordu. Karaoke diye düşündüm ama değildi. Canlıydı. Söylemeye başladım. Sonra spiders. Artık kendime engel olamıyordum orkestra harikaydı. Ben ise muhteşem. Coldplayden Nusrat Fateh’e, ELoy’dan Hamiyet Yüceses’e kadar bir çok parça söyledim. Çok alkışladır beni.

İTÜ’de Hulk üretiyolar

WeaponX-hafif | 27 August 2003 15:50

Sevgili küllük, Camdan bakıyorum da, 1 saattir Maslak 3. Kolordu Karargâhı’ndan bi cougar kalkıyor. altında turuncu toparlak bişi var çelik halatla bağlanmış… İTÜ top sahasına iniyor. Bişiler oluyo küllük! İTÜ’de Türk halk kahramanı Hulk mı üretiliyor? O toparlak şeyde gamma reçeli mi var? Yoksa süper asker serumumu? Captain Turkey mi üretecekler? Noluyo lan noluyo???

haydaaa şimdi de binanın üstünden Piper geçti? Mister No da mı karıştı işe? Nörüyo da nörüyo?????

antoloji com

fönix | 27 August 2003 02:29

antoloji com u kaybettim, iki gündür sadece inka antoloji comvar, bos sayfalar, 1899 yilinda hazirlanmis bir serbest kürsü, ne oldu ki acaba?? ayricana hissiyat bölümünde merakli unutulmus