Çarşamba – 21 Ekim 1981
”Bazı gerçekleri kabul etmek için kanıta ihtiyaç duyarsın. Bazı gerçekler ise anîden belirir ve o gerçekten şüphe duymayıp onu kabullenirsin, böylece kanıta ihtiyacın olmaz. Tıpkı kader gibi. Gerçekleşene kadar varlığı aklının ucundan geçmez çünkü mutlusundur. Belki bilinmez ama aslında bu da bir kaderdir. Sen ise onu başın derde girince farkedersin, oysa o her zaman vardır ve gerçekleşiyordur. Ama en kötüsü, doğduğun andan itibaren onun gerçekleşmesine tanıklık etmek zorunda olmandır; çünkü o kötü bir kaderdir. Sen bunu kabullenmek istemesen bile…”Zayıf edebiyatıyla bunları yazmıştı Kişilik Çözümleme dersine ödev olarak. Devamı vardı ama aklımda bu kadar kalabilmişti kötü hafızam sayesinde. Neyse ki kitabın unutulmaz bir adı vardı: Sadece Edmund. Nereden aklıma geldi bilmiyorum ama beğenmiştim bu kitabı. Geçen yaz kuzenim Timothy hediye etmişti bana. Zaten benimle hep ilgilenirdi. Kitap beni biraz ürkütmüştü ama her sayfasını merak ederek okumuştum. Doğuştan göz kapakları olmayan ve bu yüzden asla uyuyamayan Edmund’ın hikâyesi anlatılıyordu kitapta. Hiç kapanmayan iri gözleriyle, insandan çok bir balığı anımsatıyordu yüzü. Arkadaşları ona adını söylemek yerine ‘balık suratlı Edmund’ diye hitap ediyorlardı. Ailesinin onu doğar-doğmaz terk etmesinin sebebi yüzünün görünümüydü elbette ve onun ait olduğu yer bir yetimhaneydi. Kimsenin bakmak istemeyeceği bir yüz, onun da hoşuna gitmiyordu. Bu yüzden kendi yaptığı, kartondan maskeyi taşırdı hep yüzünde. İki küçük sevimli göz ve tabii ki onları örten iki göz kapağı çizmişti maskenin üzerine. Tıpkı, normal bir insan yüzü gibi…Bütün bu yaşadıklarının acısına dayanamamanın aksine hep güçlü oldu o ve inanmaya devam etti. İnandıkça da güçlendi… Kaderiyle yüz yüze yaşadı hep ve tıpkı kaderi gibi hiç değişmeyecek olan o yüzüyle… Oysa ben… Yaptığım şey yaşamaya çalışmaktan daha fazlası değildi. İhtiyacım olan tek şey ise hayatta kalacağıma dair bir ipucuydu. Gerisini halledebilirdim. Edmund inanıyordu, inancı onun devam edebilmesini sağlamıştı ama maalesef benim durumum farklıydı…Ne kadar inanırsan inan asla değişmeyecek gerçekler vardır. İnanç, gerçekleşmesi mümkün veya varlığı kabul edilebilir olgulara dayalı olmalıydı. İşte bu, inançtaki sınırdı. Bu durumda inancın bana faydası olmayacaktı. Durumum, inanarak değiştirebileceğim türden değildi. Oysa Edmund da değiştiremeyeceği bir gerçekle yaşıyordu. Ancak bunu bir sorun olarak görmüyordu o. Bu gerçek her ne kadar hayata tutunmasında bir engel olsa da, değiştirebileceği başka şeylerin olduğuna inanıyor ve inancıyla da bu engelin üstesinden geliyordu. Tüm yaşadıklarının altında yatan gerçeğin ise ‘kader’ olduğuna inanıyordu…Benim ise kaderim buydu… Hemofili…Kaderimin bana yaşattığı bu gerçeği değiştireceğime inanmalıydım. Her ne kadar değiştireceğim gerçek, inancımın önüne geçse de, inanmaya devam etmeliydim. Edmund bana bunu öğretmişti… İnancın gücünü…Maalesef ne kadar inanırsam inanayım, hiç sonu gelmiyordu ama ben yine her yeni birgün, hep kaldığım yerden-en sondan başlıyordum. Ve görüyordum ki; hiç bir son, hissettiğim bu acılardan daha fazlasının veremezdi bana, öyle ise yine de inanmaya devam etmelimiydim acaba..?