Kuşadası’nda yaşayan bir arkadaşım (C) haber vermeksizin İstanbul’a gelerek beni bulduğunda, neden haber vermediğini sorgulamama gerek yoktu, çünkü 11 yıl önce cep telefonları bu kadar yaygın kullanılmıyordu ve insanlar normal telefonla aramak yerine şehirlerarası bir yolculuğu rahatlıkla göze alabiliyorlardı, hiç bir şey şu anki kadar karmaşık olmadığı gibi, ilişkiler de, durmaksızın didişmeye ve birbirini her anlamda iğdiş etmeye dayanmıyordu; fark etmiyordu, bir arkadaşın, dünyanın öbür ucundan bile habersiz gelebilir ve senin evinde istediği kadar kalabilirdi, ne gideceği zamanı önceden söyleme gereksinimi duyardı o, ne de sen sorardın… Senden yapmanı isteyebileceği şeyler için önceden her hangi bir yalakalık yapması ya da imada bulunması da gerekmezdi, normaldi şu: Yeşilköy’deki büyük fuar yerine açılan evcil hayvan fuarına gideceğiz, sonra İstanbul’daki bütün evcil hayvan dükkanlarını gezeceğiz, alacaklarımızı aldıktan sonra, sen beni Kuşadası’na götüreceksin, sonra ne yaparsan yaparsın… Rica ya da başka şeylere gerek olmaması, onunla aranda kaba bir üstünlük eksikliği varmış gibi algılanmazdı; arkadaşın bunu yapacağını düşünüyorsa sen de yapardın: öyleydi o zamanlar.Her yere gidildi, bir araç kiralama şirketinden kiralanan ve benim kullanmak zorunda kaldığım araçla, çünkü O ileri derecede miyoptu ve araç kullanamıyordu, Kuşadasına’na götürmemi istemesinin nedeni de buydu: Yeşilköy gezildi, bir sürü kartvizit toplandı, ertesi gün gidilecek evcil hayvan satıcılarıydı onlar. Ertesi gün Anadolu yakasındaki yerlerden onlarca kuş alındı, koca bir kafes dolusu muhabbet kuşu, büyük bir gri papağan, bir büyük beyaz Kukatu papağan, 5-6 tane yeşil Sultan papağanı ve bir Amerikan Kargası… Tabii onları bir gece de olsa bırakabileceğimiz büyük bir yer gerek; evinin kirlenmesine göz yumacak, pis bırakıp gittiğimiz için bize küsmeyecek, ona bir angarya yükledik düşüncesiyle bize kızmayacak biri gerek; yani bir dost… O zaman çoktuk, hemen sevgili arkadaşım B.yi arıyorum ve bir kaç arkadaşımla geleceğimizi salonu boş bırakmalarını istiyorum, gülerek: Kaç kişi? diye soruyor.- Yaklaşık 40…- Tamam canım… Ama hepsine yetecek örtü olmayabilir… diyor doğallıkla. Ve oraya bir otobüs dolusu insanla gideceğimi sanarak ve bunu garipsemeden; üstelik daha önce bunu hiç yapmamıştım, yani böyle bir alışkanlığı yok, sadece fark etmez, o zamanlar insanların özel hayatı, başkalarının da varlığını öngerektirirdi…Kartal bölgesinin dağlarındaki apartmanlarından birine gidecektik ve giderken C. yol üstündeki büyük bir evcil hayvan dükkanını görerek, oraya da uğramamızı istedi, itiraz etmenin bir anlamı olmayacaktı, girdik, ordan da birkaç kafes kuş alındı, fakat C. bir de piton yılanı almaya kalkınca, sınıra geldiğimizi farkettim ve: Bunu eve götüremeyebiliriz, B’ye sormam gerek, evine bir piton istememesini doğrusu anlarım… dedim. Tamam dedi C de: Evcil Hayvan Mağazasının telefonundan aradık.- Arkadaşların 40 küsür hayvan mıydı? diye sorarak güldü B. Biri ve ben de hayvan sayılırız ama, küsürata dahil olmamayı tercih ederiz diye yanıtladım, sorunun kuşlar değil, bir piton olduğunu söyledim. Tabii ki B. bunu istemedi; o zamanlar bu da doğaldı, yani istediğiniz bir şeyi soruyorsanız, cevabı hayır ise bu konuda ısrar etmezdiniz, çünkü her türlü soru bir başka yolun daha olduğu ihtimalini bize işaret eden birer iz değil midir? Böylece piton kaldı, kararımızı değiştirmemiz halinde yarın giderken alabileceğimizi belirtti dükkancıya C.Biz eve gidip salona kafesleri koyduk, çuvalla da kuş yemi vardı, yarın gideceğimiz için bugünden iyi beslememiz gerekecekti kuşları, çünkü yola çıkacağımız gün, zorunlu olarak yol boyunca hayvanlar aç kalacaktı… Yol uzundu zaten. Neyse…Ertesi sabah kuşları evde bırakıp Eminönü’ndeki köpek dükkanlarını ziyarete gittik. Yeni Evcil Hayvan Mağazacısı arkadaşım Ankara’dan gelen ve köpek seçen bir uzman mağazacının davranışlarından çok etkilendi, fark edilmeyecek gibi değildi üstelik.Uzman adam, gözüne kestirdiği yavruyu hızla avuçlayıp, canını yakmadan ovalıyor, sonra hızla hayvanın kıçını yüzüne çevirip, ishal ya da benzeri bir sorunu olmadığını kontrol edip, köpeği yiyecekmiş gibi hızlı bir hareketle ağzına götürüp, yine havada çevirerek hayvanın ağzını kokluyor, beğenmediyse yerdeki büyük kutuya koyuyor -aldığı kafese koyarsa karışır diye-, beğendiyse, alt katta bekleyen adama doğru, merdiven aralığından aşağı fırlatıveriyordu hayvanı ve kafesten yeni bir köpek alarak işine devam ediyordu, aşağıdaki adam da merdiven aralığından uçan köpeği aynı ustalıkla tutup, kendi taşıma kafeslerine koyuyordu. Onun başında bir adam da, elinde kağıt kalem, alınan köpeklerin listesini yapıyordu.Bizim kattaki adam seçme işini o kadar doğal ve ustalıkla yapıyordu ki, köpekler dahil, oradaki herkes ve biz de neredeyse nefesimizi tutup adamı izliyorduk, hele ben, adam bazen bakmadan attığı için köpeklerden biri yere düşse büyük ihtimalle herifi aşağı itmek üzere, hazırda, gerginlik içinde bekliyordum…Adamın davranışlarından aşırı etkilenen arkadaşım C. de havaya girerek, köpekleri mıncıklamaya, sağa sola çevirip, hayvanların orasını burasını koklamaya başladı: Tabii çok komikti O, Chaplin’in Buz Revüsü taklidi gibi birşeydi yaptığı. Bir de beğendiği hayvanı bana uzatınca, ben bu rolü kabul etmediğimi belirten bir ilgisizlikle ondan uzaklaşıp, koyu bal rengi cocker yavrularının olduğu kafese bakmaya gittim, çünkü çok seviyorum onları. Onlarca minicik köpek miyk miyk ederek kafesin önüne geldiler, kafesin iç kısmı da azıcık karanlıktı, köpekler ortalama el büyüklüğünde, 30 -40 günlük bebeler. Kafesin önünde yığılma olunca, kafesin karanlık bölümünde bir kımıltı algıladım ve iki pırıltı gördüm, kimseye sorma gereği duymadan, kafesin kapağını açıp elimi uzattım o iki pırıltıya… Elim aşağı yukarı bir farecik kadar küçük bir şeye değdi, tüyleri çok güzeldi, yavaşcacık avucuma alarak, yavruyu kafesten çıkardım…Avucumdaki canlı o güne kadar gördüğüm en güzel yaratıktı: Kibrit kutusu büyüklüğünde bir cocker, koyu bal rengi tüylerle kaplı ve o kadar güzel yüzlü ki, gerçekten anlatabilecek kelime bulunamaz ve öylesine yorgun bir hali vardı, sesini duyabilmek neredeyse olanaksızdı… Yüzüme iyice yaklaştırıp ona baktım: Gözgözeydik… Yaşamım boyunca hiç bir canlı böyle bakmadı, azıcık titriyordu ve avucumun ortası onun için dev bir yatak kadar büyüktü… Nasıl bu kadar küçük olabildiğine anlam verememiştim ve nasıl bu kadar güzel olabildiğine:- Sevgilim, nasılsın? dedim hiç düşünmeden. Onunla konuşmaya ve onu sevdiğimi anlamasını sağlamaya çalıştım, titremesi hafif azalır gibi oldu. Ne kadar süre onunla ilgilendiğimi ve konuştuğumu anımsamıyorum.Dükkanda çalışan adamlardan birinin sesiyle irkildim:- Abi napcan onu yahu? Bırak…Sevmemin ne zararı olabileceğini anlayamadığım için adamın yüzüne ters ters baktım, adam da yanlış anladığımı farketmiş olacak ki:- Kafeste bir sürü top gibi köpek var abi, o son yavru araya karışmış, nasılsa yaşamaz, bırak onu, ötekilerden birini beğen… dedi sakin bir sesle.O an tüylerimin nasıl diken diken olduğunu ve karnıma bir ağrı saplandığını anlatamam:- Nasıl yani? diye haykırdığımı anımsıyorum.- Abi bak bunlar 8-10 yavru doğurur, tabii ki yavruların genellikle sonuncusu diğerlerinden cılız ve küçük olur, zaten yaşayamaz… Kural böyle; bu aslında araya karışmış da gelmiş, zarar yani… diye açıklıyordu sakin sakin.O an düştüğüm dehşeti anlatamam, hızla C.’ye baktım verebileceği bir yanıt var mı gibisinden:- Arkadaş haklı, o yavru yaşamaz… demez mi?Böylece ben birdenbire avucumun içindeki minicik köpekle başbaşa kaldığımı anladım; o sırada hayatım sorundan geçilmemekte, çaresizlik içinde yavruyu severek vakit geçiriyorum ve bu arada düşünmeye çalışıyorum…Bir zaman sonra C. köpek seçmekten yoruldu, 1 Rottweiller, 1 Dalmaçyalı, 1 Irısh Setter aldı. Benim avucumdaki köpek en fazla 100 gr, aynı yaştaki, otuz, kırk günlük Rottweiller 21 kg.Gitmek üzere olduğumuzu fark edince C. bana bakarak köpeği bırakmamı, gideceğimizi işaret etti. Kilitlendim.- Bırakmayacağım… diye mırıldandım.- Anlamadım… dedi C.- Ben bu yavruyu alıyorum.- Ölecek o oğlum, parana yazık…- Neden ölecekmiş?- Son yavru abicim… Bak ötekilerin üçte biri kadar, titriyor, cıpcılız… Gidici… Alacaksan adamın dediği gibi, bir sürü sağlam köpek var, onlardan birini al…Elimdeki yavruya bakıyorum, o kadar güzel ki ve o kadar güzel ve o kadar kararlı bakıyor ki…- Ben alacağım bunu, bırakmam burada…O sırada adam profesyonelce gülümseyerek geldi:- Abi bak almaya kalkarsan aynı fiyat ha!Aklınca beni vazgeçirmeye çalışıyor…- İstersen, daha pahalı bir fiyat da söyleyebilirsin, nasılsa alacağım…- Abi, bak bana inan, bir hafta iki sonra gelirsin öldü diye… Ben de üzülürüm, sen daha çok üzülürsün… Ben senin için söylüyorum.Adam bir yandan samimi…- Yani kesin ölecek diyorsun…- Abi onu kimse almaz dükkancılardan, burda kafeste yemek bile yiyemez ki o zaten, ötekilerden buna kırıntı bile kalmaz, bırak onu, bak ötekiler de köpek, onlardan al bir tane, indirim de yapacağım güzel abime…- Kesin ölecek abi, Allah Allah… Bırak işte… diyor C. de.Sorularımı kararsızlık gibi algıladığı için daha güvenli bir sesle bir kere daha anlattı adam: Son yavru, bak titriyor, minnacık, ölecek…Oturduğum tabureden talktım, C. ve O beni ikna ettiklerine emindi, kafese geri koyacağımı sanıyorlardı.C.’ye baktım:- Şunu anladım ki; burada kalırsa kesin ölecek, bunu alıyorum, belki bizde yaşar…Elimden onu hiç bırakmadan köpekleri alıp çıktık, adam indirim yapmak istedi, gerek olmadığını söyledim adama katil muamelesi yaparak ve köpekle göz teması yapmasını bile engelleyecek biçimde tutuyorum elimde yavruyu.Çıktık, diğer yavru köpekler, büyükçe bir kutunun içinde, arabanın arka koltuğuna koyduk kutuyu, ben yavruyu kutunun içine bırakmaya kıyamadım, sol gömlek cebime koydum, gerçekten çok küçük, o kadar korkuyorum ki bir şey olacak diye hafif göğsümü geri çekiyorum, cebin içinde sıkışır da, nefes alamaz diye düşünerek… Dehşet içindeyim bir yandan… Aslında ne yapacağımı da bilmiyorum…Kartal’a dönüyoruz akşamüzeri, evin anahtarı bende var, köpekleri de eve bırakıyoruz, evlerine hayvanları bıraktığımız arkadaşlarımı almak üzere Üsküdar- Çiçekçi’ye geri dönüyoruz; ben Sevgilim’i bırakmıyorum: Adı bu artık.Arkadaşım B. ve kocası, B.’nin anne ve babasının evinde idiler, biz içeri girmiyoruz ısrarlara rağmen, onları alıp sahilde bir yere yemeğe gidiyoruz: O gece yola çıkacağız…B. yavru köpeği görünce çılgına dönüyor, en çok sevdiği köpek English Cocker Spaniel, elimden alıyor ve bütün gece geri vermiyor, araba kullanacağım için arabada da vermiyor, adamın dükkanda söylediklerini anlatıyorum, B. de kocası da adamdan nefret ediyorlar, C. ondan da nefret ederler korkusuyla gerçek fikrini söylemiyor, bir şeyler geveliyor ve konu kapanıyor.Yemeğin sonuna doğru, B. benimle pazarlığa başlıyor: Köpeğe onlar baksın, köpek çok minicik, hasta olur yolda, öteki hayvanların yanında rahat edemeyecek, gelince geri alırsın diyor… filan filan filan… Dayanılmaz biri olur ısrar etmeye başlayınca, olumsuz anlamda değil; yani isteklerine karşı gelemezsiniz, zaten en yakın arkadaşım…-Şartlarım var… diyorum. Adı Sevgilim olarak kalacak ve benim köpeğim.Başıma gelecekleri biliyorum, başarabildiğim kadar önlem almaya çalışıyorum, kabul ediyorlar, Sevgilim’i en yakın arkadaşım B.’ye bırakıp birkaç günlüğüne Kuşadası’na gidiyorum.-Kuşadası’na geldiğimizdeki ilk kaybımız, C.’nin ısrarı üzerine kapalı bagaja koyduğumuz Amerikan Kargası. Bu işlere o kadar alışkın ki, emekli biri var, hobi olarak hayvan dolduran, iki gün sonra zavallı kargamız, boncuktan gözleriyle, -ama gerçeğinden ayırdedilemiyor- evin salonunu süslüyor.Kuşadası’nda işler uzuyor, dükkanın açılması beklenenden uzun sürüyor, kuşlar ve köpekler C.’nin evinde sürünüyor, aşıları geciktiği ve diğer köpeklerle temas yaşadıkları için köpeklerden ikisi ölüyor, çok üzülüyorum ve aklıma sürekli İstanbul’da bıraktığı Sevgilim geliyor. Korkudan telefon edip soramıyorum, en az üç kez kabus gördüm, köpek ile ilgili.Sonunda dayanamıyorum profesyonel durumlara ve adayı terk ederek İzmir’e gidiyorum, ardından İstanbul’a dönüyorum.B.’yi aramaya korkuyorum, 21 kiloluk Rottweiller bile 48 saatte öldü… Yüz gramlık, kibrit kutusu kadar bir yavrucak nasıl yaşayacak?Sonunda korkumu yenip arıyorum B.’yi. Bana bir sürü kızıyor önce, işte neredeyim aylardır? Neden aramadım? Şudur, budur? Kocası T. de kızmış bana, vefasızlığıma, Hose de beni merak etmiş? Filan da filan… Köpeğimi, Sevgilim’i sormaya korkuyorum ben hala… Akşama onlara gitmeye söz vererek konuyu açmıyorum, suçluyum: üç-dört günlüğüne diye gittim, dört buçuk ay sonra dönüyorum, ne hakkım var ki soru sormaya?Gittiğimde kapı açılıyor ve azıcık büyümüş bir yavru köpek benim kokumu alınca doğrudan koridora çişini (sevinçten) azıcık yaparak parendeler atmaya başlıyor, artık bir çay kutusu kadar olmuş… Sevinçten dilim damağıma yapışıyor, anlayacağını bilsem, ben de biraz işeyeceğim koridora, kimseye bir şey söylemeden bir süre köpekle ilgileniyorum, sonra yavaş yavaş konudan konuya geçerek konuşuyoruz arkadaşlarımla, B. anlatıyor:Sen gittikten iki hafta sonra hasta oldu, ben 3 gün başında bekledim hastanede, serumlar yedi, kanı değiştirildi, şöyle oldu, böyle oldu, babası da çok uğraştı, -yani B. nin kocası T.-, filan filan filan… Ama Hose sonunda kurtuldu…Hose mi? O kim?Biz senin yanıldığını ve köpeğin erkek olduğunu düşündük sen gittikten sonra, senin bir erkeğe sevgilim demeyeceğini….Gerisini neredeyse artık dinlemiyorum, çünkü köpek erkek değil o ayrı, yani yanılan tabii ki onlar, ama geçen zaman içinde o kadar içselleştirmişler ve ona o kadar çok zaman ayırmışlar ve onu kadar sevmişler ki, Hose çocuk, B. anne, T. baba, G. dayı, T.’nin babası E. Amca dede… Aile olmuşlardı onlar.Bunun başka türlü bir şansı kalmamıştı tabii benim yüzümden ve köpeğin adı Hose oldu, tabii benim köpeğimdi, ama hep B. ile birlikte kaldı. Tam 9 yıl, 11 ay…Bana hiç yalan söylemedi, bir çıkar beklemedi, hiç küsmedi, hiç üzmedi dün geceye kadar…Son derece şanslı ve mutlu bir köpek oldu, dün gece sabaha karşı gitti ve gökkuşağının altında bir yerlerde, bizi bekliyor: Sevgilim…Bu metnin pdf halini indirebilirsiniz. Buradan.