high hopes
Parmağını kaldırmış, arabama almam için ricada bulunuyordu. Benimse başım ağrıyordu. Yolda kaç kişi binmişti, kimlerle ne sohbet etmiştim hatırlayamayacak kadar başım ağrıyordu. Ufak bir radyo sesi ve sigara bana yeterdi. Kadın güzeldi, eli su gibiydi, şapkası vardı, duruşu, sırıtan kalçası, göğüslerinin gamzesi çoğu tır şöförünü yoldan alıkoyacak cinstendi. Ben istemedim onu, ne sabahları ne de taze ekmek koktuğunu düşündüğüm göğüslerinin gamzesini…Oradan uzaklaşırken ve haberim olmadan bu güzel gamzeli kadına yaklaşırken porselende soğumaya başlayan kahveler gibiydim. Biraz dibe çöktüm, birinin beni içebileceği hayalini kurdum. Yol insana farklı imkanlar sunuyordu aslında; bazıları şarkı sözlerini, kitaplarını, filmlerini yaratırdı. Yol belki değişken bir tapınaktı iç dünyamızda. Gözümüz hızlı karelerde kayboluyordu, camdan dışarıya, kedinin sahibine baktığı gibi bakmaya başlıyorduk. Tek farkımız başımızı cama vurmuyorduk. Ama o kadar çok dalıyorduk ki; ibadet ediyorduk ki o tapınakta, istediğimiz yere vardığımızda gördüklerimizin rüya olduğunu sanıyorduk. Uykusuz kaldık diye, gözlerimiz yanıyordu, burnumuz vücudun bir tek o tarafı dışarda kalmış gibi, buz gibi oluyordu. Halbuki alakası yoktu. Gözümüz yol boyunca açık kalmaktan acıyordu, burnumuz ise cama değmekten…Ben vapur yolculuklarında hem martılara dalmışımdır mesela. Vapura o kadar yakın uçarlardı ki, simit atmaktan vaz geçip, üstüne atlamak isterdim. Beni alsın götürsün dilediği yere, ne bilim belki fazla uçamadan yere ya da suya düşüp geberebilirdik ama olsun o da bir rüya… martılar güzel bişi böyle, diğerleri gibi değil. yüksekten ve yalnız uçmaz, kedi gibi asil değil, köpek gibi dost değil, güvercin gibi melek değil, kafesteki kuşlar gibi kapitalist değil farklı bişi… fil gibi deyip sizi güldürmek isterdim ama aradığım tanım buysa ve şu ana kadar saydıklarımın dışındaysa evet fil gibi…Vapurun üstü açık kısmına çıkıp, bir sigara içmek istedim. Başı örtülü, beyaz tenli bir kadın vardı orda. Yanında pasta okuyan bir adam, onun karşısında mp3lü uzaklaştırıcı ile kendini kaptırmış başka bir hatun vardı. Başı örtülü kadın, en kırmızısından bir ruj sürmüştü dudaklarına. Yanaklarında hafif bir pembelik vardı, elindeki taze sıkılmış portakal suyunu yudumluyordu. Birden alnımdaki taze sıkılmış aknem geldi aklıma, parmak ucuyla yoklayıp kabuk bağlayıp bağlamadığını kontrol ettim. Etrafımdakiler yaptığım şeyin ne için olduğunu anlamadan kafamı da kaşıyıp, kaşınma görüntüsü verdim herşeye. Baş örtülü kadındaki alımlılık kadar, mp3lü uzaklaştırıcısı olan kızda bir matem vardı. Kızın elinde ders notları vardı. Notların köşesinde, High Hopes’ tan birkaç satır vardı. Eneumbered forever by desire and ambition. Theres a hunger still unsatisfied. Our weary eyes still stray to the horizon. Though down this road weve been so many time…
Derken bir ezan sesi dalgalandı kulaklarımızda. Vapur iskele almadan önce, kızın dinlediği müziğe kulak kabarttım ve yanılmadım, High Hopes çalıyordu. Yanındaki pasta okuyan adam, ayağa kalktı ve; bu pür dikkat halimden olsa gerek, bana ters ters bakıp uzaklaştı. Önümde mp3lü uzaklaştırıcısı olan kız, arkamda başörtülü kırmızı rujlu kadın vardı. Önümdeki kızda, ardında yanan köprülerin közlerinden kalma bir koku, arkamdaki kadında bunu bastıran bir pembe koku vardı. İçim karıştı, yollarda mabet kalmamıştı. İnsanların arasında kalıp, sıkışıklıktan yalnızlığa dönen ruh halini hep yaşamışımdır; belki çok sevdiğimden. Bu insanlar iki kadın olunca, zaafları hesap edemeyen akıl, güvensizlik hissediyor ve gündelik oluyordu. Yorgun olduğunu sanan gözler, başıboş bakıyordu ama adımlar ileri atılırken, uykuda geriye savruluyordum. Kabusların bile sonunu merak ediyordum bazen.İnsanların güçlü ve sonsuz varlığa farklı coğrafyalarda farklı inanmasını ve ibadet etmesini anlayabiliyordum. Bunu bedeni üzerinde sembolleştirebilmesini de. Bunu dövme yapabilirdi, maske yapabilirdi, kolye, küpe, resim, cevşen, şarkı hatta başörtüsü de yapabilirdi ya da benim gibi rotring kalem de yapabilirdi. Bu kişinin güveni ve huzurunu sağlayabilirdi. Onu yakınında hissedince, zor anında avuçlarını arasına alıp, güç alabilir, dualar okuyabilirdi. Lakin bir yerlerde hata vardı, bu sembollerin gazetelerin kupon ekleriyle dağıtıldığı bir dünya vardı. O kadar art niyet beslemek hata mı olur bilmiyorum ama, yeni bir uçurum oluşuyordu sanki. Önümdeki kızla arkamdaki kadın arasında… bu uçurum, iletişimsizlik uçurumuydu ve uçurumun yüksekliği görüntülü irtibatın mümkün olduğu bir dünyada, görüntüye bakılarak varılan önyargılarla doluydu. Bu önyargılar, kişinin kendi araştırması olmadan, maske, kitap, resim, kolye, cevşenleri kuponla veren gazetelerin ölümcül köşe yazarlarında oluşturuluyordu. Sonra, insanlar; bana ters ters bakıldığı gibi, birbirine bakıyordu.Ardından herkesin uykusu gelmeye başladı. Evlerdeki insanlar da, kafesteki kuşlar gibi kapitalistti. Canları yanıyordu, aşık olamıyordu, daha uzun süre koruyan, daha beyazlatıcı özelliği olan, daha keskin taze nane kokulu nefes sağlayan, anti tartar etkili diş macunu kullanmalarına rağmen dişleri ağırabiliyordu. Ama doğru düzgün kimse ağlayamıyordu, filmler vardı bazen, insanlar salonlardan hüngür hüngür çıkıyordu, belki…Daha bir doymazlık belirtisi vardı, domuzlar gibi. Önümdeki kız belki şarkıyla içinden hüngür hüngür ağlıyordu. Üzülüyordu ola bitene; tüketim çılgınlığı, üretim kolaylığı, arada yerini daha fazla çiplere bırakan insanlar ya da biraz doğuda ucuzlayan insanlar, petrol varillerinin değerine göre değişen kırmızı biber kilosunun birim fiyatı ve arkasından daha seri bir üretimle burnuna gelen parfüm kokusu, bir yerlerde biriken çöp kokusunu bastırıyordu çöpleri değil. Arabama doğru giderken ve ordan uzaklaşırken, iki figüre baktım. Öndeki kız saçını arkada toplamayı yeğledi; arkadaki kadın, eşiyle buluştu. Öndeki kız ufak bir buluttu, arkadaki kadın gökyüzü kadar mutluydu. Öndeki kız bir dolmuşa bindi, arkadaki kadın eşinin siyah arabasına… forever river…
İnandan uzaklaşırken; yoldaki mabetlerden birinde kırmızı şapkalı, kar taneli tenli, kırmızı rujlu, orta şekerli bir kadın denk geldi. Elini uzatıp beni durdurmaya çalıştı. İstemedim durmayı ama anlamadığım bir şekilde araba durdu. bilinçaltım bunun bir rüya olduğunu söylüyordu ama ispatlayamıyordum bunu kendime. Hafifledim yolda. Pencereyi indirince bana yas tuttuğunu söyledi kadın, o yüzden böyle giyinmişti. Göğüsleri açıktaydı ve üşümüyordu. Benim ise soğuktan tüylerim diken dikendi. Bana yas tuttuğunu söylediğinde eğilirken, göğüslerinin serbestçe hareket etmesi hoşuma gitmişti, çok tatlı sallanıyorlardı boşlukta sütyensiz. İkisi de, başlarında buğday tenli çocukları salıncağa binmiş gibi sallıyordu. Göğüslerine daldığımı fark eden kadın, beni uyarmak için daha şiddetli bir şekilde göğüslerini salladı. Ben, haliyle büyüden uzaklaşıp kadına tekrar baktım. “Neyin matemini tutuyorsun?” diye sordum. Bana, “İnan’ ın!” cevabını verdi. “İnan ne zaman öldü ki? Dünyadaki çoğu insanın inandığı bir kudret var.” dedim. “Kendini kandırma budala şey.” dedi. Bu dediğine gıcık olmuştum. Üstüne eklemeye devam etti. “Sen bilmez misin, ruhsal güçsüzlükten bir mutlak güç, sonsuz kudret arayışı başlar. Bir inanma içgüdüsü vardır insan da, o yüzden güvercin gibi değildir. Sen ruhsal yalnızlığı dindirsen de, başkaları bunun ticaretini yaparsa ve burdan kazandıklarını sana karşı baskı olarak kullanırsa, senin kendini güçlü hissetiğin sembollerin baskıya uğruyorsa, hatta bu inan, bir yerlerde toplanan insanların ilerde ne kadar insan kandırabilirse o kadar aş, iş, ev, araba vaadinin verildiği bir saadet zincirine dönüşmüşse ölürdü tabi. Vaat verenler televizyondan küfretse, ananızı da katsa bu küfürlere siz alınmazdınız ama inan küfretse hemen büyüklerinize şikayet edip onu sosyal hayattan soyutlardınız, inandan uzaklaşırdınız. Vaat verenler, kendi ideolojisine göre etrafı şekillendirirken, renkleri, öyküleri değiştirirken kimse ses çıkarmazdı ama inanın dili sürçse günlerce manşette kalırdı. Haliyle inan öldü ve hiçbir yerde manşet olmadı. Vaat verenler, ülkeyi olduğu gibi evirip çevirdi, herkes o kadar güzel uyuyordu ki evinde, kimse fark etmedi kırmızı biberin tanesi 50 kuruş, kimse fark etmedi doğalgazdaki ve benzindeki zamları, dolar en dibe vursa bile… ama inan hasta olsa, pasta gibi gazeteler karaoğlanı kaybettik haberini büyük bir hevesle manşetten verebiliyordu. Hatta dolar tavan yapsa, dolaylı olarak zam yapılınca inan aşağı diye bağırıyordu her gazete. Baktı ki İnan, semboller de pazarlanıyor, zamları etkiliyor ve özgürlüğü kısıtlıyor, köşesine çekildi. Yolda insanlar ona uğramaz oldu, herkes birbirine küfrediyordu çünkü. Değişken tapınaklar, küf tuttu önce, küfür tuttu. Sonra suya benzeyen bir kadındı, kar taneli tenli kadın eridi… ve inan ölüp gitti. Kimse inanmadı ondan sonra. İnanmak ancak öğretildi, çamurdan yapıldı, gazeteler kuponla verdi, databanklar namaz vakti ezan okudu, peygamber seti vcdleri kültür bakanlığından onaysız, hollywoodun şeytan efektleriyle korkutucu olarak korsan shoplarda satılıp insanlar inanmamaktan korkmaya, kendisi gibi inanmayanları küçümsemeye ve bunu kıyafetlerle sembol haline getirmeye başladı. İnanmamak yanlış anlaşıldı halbuki, inana matemdi. İnan varken, herkes tek başına kalırsa o anarşist gücü keşfedebilirdi. İnan yokken, herkes bir arada olsa dahi sonsuz gökyüzüne bakmak ölmeye yeterdi. Evrende yalnız mıydık yoksa, sevdiğim kadın Tanrı mı? Topraktan yaratıldıysak, su bizi dağıtmaya yetmez mi? Suya birkaç damla kadın düşse, bu rüyadaki güzel gamzeli kadın her istediğimi yapar mı? Kadın boşa konuştuğunu fark etti, sinirden buz gibi eliyle burnumu tam değecekti ki…Burnum, camın soğukluğundan etkilenince iğneyle uyarılmış gibi gözümü açtım. Martıların sakin, mülayim bir sıfatı hakketiğine kanaat getirdim. Olduklarıyla yetiniyorlardı. Temiz canlılardı, dikkat etmişimdir, hiçbir diş macunun veremediği bir beyazlık vardır tüylerinde. Bizler martı da olamazdık… at a higher altitude with flag unfuried, we reached the dizzy heights of that dreamed of world…
yorumlar
sonsuza dek arzu ve tutkuyla yüklübir açlık daha var doyurulmamışyorgun bakışlarımız hala başıboş geziniyor ufuktaçakılıp kaldığımız halde bu yolun üzerinde defalarca….
Çok güzel uzun olmasına ragmen zevkle okudum.İnanı öldürmeyelim.
valla şarkı da uzun, ben defalarca dinledim, izledim… linet 3:56daki sözleri çevirmiş ben de 2:37deki sözleri çevireyim, yazının finalini…daha yükseklerde sakin bir bayrakla (belki martılar)ulaştık düşlenen dünyanın baş döndürücü dağlarına…yorumlar için sağ olun…
Yüregine saglik kardes. Mükemmel olmus.
yazsam ne yazardım, yazdığımdan emin değilim, kesin konuşmayayım, yazmıyorum, sadece merakımdan, hayalin kendisi, ötedeki küllere baktığında ardında yanan korları görmek. hayalcinin trajedisi, olacak, doğacak yaşanacak tüm günbatımlarını yaşamış olmasıdır demiş oscar wilde. geleceğimiz tarafından terk edilmeyeceğimizi düşünüyorsak geçmişimize bakalım yeter. ne kadar yanılmışız.ve kıyısındayızdır bir nehrin, bir yerinde, başımızı çevirdiğimizde…the grass was greenerthe light was brighterwith friends surroundedthe nights of wonder…ufukta, orada, olmadığımızın, olmuş olduğumuzun ve orada olamamamızın yası.bu yasla, rüyalarda, hayatla, akan nehirle ters düşer, hep bir düşünceye çarparız bir yerimizi. ölene dek, bu hayal, bize çarpan geçmiş yoğunlaşır, artık daha da berrak ve pürüzsüzdür en uzaktaki, artık erişlemeyecek olan, ufukta bizi unutan mutlu martılar,,,hiç bir anında hayatın tek bir martının bile gördüklerini göremeden,,, biter şarkı.çaydanlıktan aksiyen aksime baktım, aksim dedi ki:”çok güzel bir yazı, hele ki şarkı, seni aşar, buna yorum yazma!” miska dedi ki “yazmadım zaten hepsi hayaldi”