… Aslında tüm sorun doğumum ile başladı. Daha sonra dünyaya gelir gelmez benim için özenle hazırlanan hayatı başamaya başladım.Tüm çocuklarda olan sevecenliğimin yanında görenler ilk olarak anneme mi, yoksa babama mı benzediğim konusunda bile kararsızdı, halbuki o “ben”dim. İkisinden birine benzeyip diğerini kırmak istemem. Ağladığımda hep acıktığımı düşünmüş olmalılar ki ya bir biberon ya da bir emzik verirlerdi, belki de susmam için sadece. Sonraları konuşmayı becerip bir de soru sormaya başladığımda ise asıl sorun o zaman başladı. “Anni bu ne?”, “Babba bu ne?” sorularımın çoğu yanıtlanmış olsa da aynı dönemde yanıtları çoğu zaman leyleklerde olan türde sorulara olan merakımın giderildiğini söyleyemem.Top veya doktorculuk oynayarak geçen yıllardan sonra okula başlamıştım. Konuşmak ve soru sormakta başka işi olmayan biz çocuklar için en zor yerdir okul ve orada birinci kural, sessizce oturup tahtaya bakmaktır. Bu yeni ve alışılması gereken yerde, kardeşimle aramızdaki ‘annemin kucağına hangimiz oturacağı’ndan çok daha farklı ve şimdilerde ise vahşi olarak tanımladığım bir çekişmeyle tanıştım.Kırmızı kurdelalar, dakikada en fazla kelime yarışmaları ve en sonunda sınavlar. Önce küçük çaptaydılar, sınıf arkadaşları arasında. Sonra il genelinde olanlar ve nihayet o herkesin birbirini çiğnediği sınavlar. Her birinde bir arkadaşımı kaybettim, çünkü rekabetin kuralları geçerliydi; ben onu geçersem o bana küsüyordu, o beni geçerse ben ona. Sıralamalarda aramıza ne kadar insan giriyorsa; okulda, sınıfta, serviste de o kadar uzak kalıyorduk birbirimize eğer hala doktorculuk oynuyor olsaydık başka hastanelerde çalışıyor olurduk yani…Bu kıyaslama oyununda kimse bizim kim olduğumuzu bilmiyordu ve biz çok acı çekiyorduk artık birer makineydik, bazen içerinden de bakınca da görünmez oluyorduk. Belki daha doğduğumda bebek odamın hazır olması benim kendimi bilmediğimden önemsenmeyebilirdi ancak artık içine çekildiğim bu yaşam tarzında kabul etmediğim ve edemeyeceğim o kadar çok şey var ki.Ben de herkes gibi, başkalarının ayaklarımın önüne çizdiği bir hayatta, ayaklarımın işlevi sadece çizginin üzerinde kalmakken ve her ne kadar öyle olmasa da çizginin dışına taşmak bir problem yarattığından artık korku da başlamıştı, zaman içinde olgunlaşırken yokluklaştırılan bizim korkumuzunda kaynağı değişmeye başladı. Çizginin üzerinde kalamamaktan korkar olmuştuk, kendimizi kaybedip çizginin esiri olmuştuk.Artık düşünceler bizim değil, en büyük onurumuz olan fikrimiz yok! Sadece olmamız gerektiği söylenen gibi oluyor buna göre yiyor, içiyor, uyuyoruz. Fikrimiz dolayısıyla ile farklılığımızi dolayısıyla yaratıcılığımız ve dolayısıyla üretkenliğimiz git gide yok oldu. Üretemediğimiz halde tüketir, sormadan tüketir olmuştuk. Neye ihtiyacımız olduğu önemli değil, dünyanın neye ihtiyacı olduğu önemli değil artık! Aslında ihtiyacımız olmayan şeylere muhtacız ve ben de bu tüketim toplumunun genç bir üyesiyim. Bu toplumun her üyesi gibi ben de ‘devlet destekli şirketler’in yada ‘şirket destekli devlet’lerin yani bir sömürgenin vatandaşı olarak, modern bir kölelik yaşar hale geldim. İnsanların en çok sevdiği şeylerle kandırılıyorum beni yoklukluğa sürükleyen yaşamımdan ve insanlığımdan alınan, çalınan değerlerin yerine para ve zenginlik vaad ediliyor. Halbuki ben…Halbuki ben sevmek, sevilmek ve mutlu olmak istiyorum.Belki de yokoluşumdaki en suçsuzlardan, ailemden, arda kalan sevgi ve ilgiyi arıyorum herkeste. Ruhumun ilgiyle yoğrulduğunu ve hayatımın özünde sevginin olduğunu biliyorum. Ve her yeni tanıştığım insana bu beni “gerçek” anlamda zenginleştiren ve mutluluk veren bu hissi anlatmak istiyorum. Anlatmak istiyorum ki o da kendi içindeki kıpırdanmaya anlam verebilsin ve anladığında bir başkasına da o anlatsın. Çünkü ihtiyacımız var! Çünkü hayat yarışı olarak adlandırılan ve dayatılan hatta ruhumuza enjekte edilen ‘hırs’ gözlerimizi kör etmişken biz ‘kendimiz’ olamadığımız bu hayatta yükseklere çıkmamızın değil; boyun eğmemizin istendiğini anlayabilelim.Ancak öylesine tuzaklarla kurulmuş bu düzenden kurtulmak ya da en azından bu düzeni sorgulamak isteyenlerin önlerine öyle sorunlar ve sözde çözümsüzlüğü işaret eden yani düşünsel anlamda varılmak istenen yerin çıkmaz bir sokak olduğu yalanı insanları korkutmaya yetiyor. Öyle ki kendinin farkında olabilmek, düşünsel olgunluğa ulaşıp, olanları sorgulayıp bir dünya ‘görüş’üne sahip olabilmek bir insanı ne kadar yüceltse de sonuç olarak bunu başaramayanların ya da denemekten dahi korkanların gözünden düşürür.İçinde bulunduğumuz bu ‘sözde’ açmazı kırabilmek ve daha özgür, yaratıcı, ilerleme ve gelişme isteği ile yönlenen, insan sevgisiyle güçlenen, toplumsal barış ve refahın tüm güzellerini yaşayan erdemli bir insan olmanın yolunu yine toplumsal bir sancı hatta acıda görüyorum. Çünkü Budist inancında da olduğu gibi acılarımızdan kurtulmak için bu acıyı yaşamak durumundayız. “Yaşamak” dediğimiz şey bu durumda pek çok acıyı da yanında getiriyor ve biz de ‘insan’ olarak bu ‘doğal’ duyguyu yaşamak zorundayız.Bu yokoluşa karşı koymak için, 21 yaşında, yaşadığım ülkede belki de en ‘şanslı’ olarak addedilen topluluğun yani ‘üniversiteli gençliğin’ bir ferdi olarak benden beklenenin, düşüncelerimi; çevremdekilere, olgun ve erdemli yaşayabilmesi, hayatına yön verebilmesi için düşünmesi ve fikir sahibi olması gereken herkesle paylaşmak olduğunun bilincindeyim.