Can Kozanoglu… Bogazici Sosyoloji mezunu. 81 den bu yana da medyadaymis. Populer kultur sosyologu belki de.

Kimine gore 5 yasin yapabildigi gozlemleri yazan kimine gore de ayrinti manyakligina sahip olmasa da derin analizlerin adami. Yaklasik 1,5 sene once okumustum Yeni Şehir Notlarıni. Tekrar elime alinca dogru tespit edilmis sosyolojik olaylarin oyle hemen degismedigini (1.5 senede yani) gordum.

Asagidaki yaziyi aslinda kisaca ozetleyebilirdim ama hem fikirsel kaynagin gercek sahibini gormek, hem de yazidan tam anlamiyla tad alabilmek icin aktarmayi daha uygun gordum.[Yazinin uzunluguna bakip gozunuzu korkutmayin, dondurma gibi kolaylikla yalanip yutulacak bir yazi] Buyrun:

Yeni Tatsız İnsan


“İnsanın tarihinde geriye doğru gittikçe tipler genelleşiyor, özel hatlar silikleşiyor. Mağara insanını, avcı insanı, tarıma geçen insanı, kendine yeterlilik sisteminde yaşayan insanı, değiş tokuşla yaşayan insanı biliyoruz.o çağlarda da şefler var, çok kaba hatlarıyla liderliğin tarihini biliyoruz. Mağara duvarlarında, zamana dayanabilmiş süs eşyalarında yaratıcılığın en eski eski örnekleri görülür, yine çok kaba hatlarıyla sanatçılığın tarihini biliyoruz. İlk çatışmaların izlerine rastlanabiliyor, öfkenin, öfkeli insanın tarihini biliyoruz.

Ama tatsızlığın, tatsız insanın tarihini bilmiyoruz.

Antropologların kimbilir kaç bin yıl önce ölmüş insanlara çamur atacak halleri yok durduk yerde. “Geriye bir iz kalmamış olmakla birlikte, bu kabilerlerde çok tatsız insanlara da rastlandığı anlaşılmaktadır.” Bunu bir antropolog söyleyemz, niye söylesin ki zaten…

Tahmin edebiliriz yine de. Tatsız insan, insanlığın tarihi kadar eski olmalı.

Tatsızlık öznel, göreceli bir şey tabii. Ama öyle de insanlar vardır ki, hani…Bayağı nesnel kriterler içine oturtulabilecek somut ve kronik bir tatsızlıkla geçip gider ömürleri. Karıştırdıkları şerbet su olur, dokundukları biber ot olur, kıyamete şahitlik etseler “Eee, ne var bunda?” dedirtirler. Öyle bir insan tipi. “Doğuştan” kelimesi faşizan mntığa kapı aralayabilir; “doğal” tatsızlar mı demeli, yapısal tatsızlar mı demeli? Onlar da mı insafsızca hatta terbiyesizce kaçar, susmalı mı? Neyse…

Bir de dönemsel tatsızlar ya da çağ tatsızlığı vardır ki, çok daha geniş nüfusları sırtlar götürür. Her dönem her çağ, renklerinen fedakarlıkta bulunmak pahasına, birkaç çeşit tatsız insan yaratır.

Her çağ bunu yapıyorsa, 20. yy. sonu 21. yy. başı kadar açgözlü bir dönem geri kalamzdı herhalde. Geri kalmaktan geçtik, ileri gittiği bile söylenebilir. Diğer yavan insan tipleriyle birlikte, tatsız kalabalıkların “şekil yapma” çağı ne olsa.

Bu gün “şekil yapma” olarak adlandırılan şey, yani insanın kendisine çok ilginç, çok farklı görüntü verme çabası da eski hadisedir aslında. Tarihte damga vurduğu dönemler vardır. Yani insanın ilk şekil yapma çağını yaşamıyoruz. Ama eski şekil yapıcıların tadı tatsızlığı konusunda –edebiyat, tiyatro filan sağolsun- bir şeyler bilsek de, bu günün şekil vakasıyla tatsızlık arasındaki samimiyeti daha net görüyoruz.Görüntü parlak sayılmaz.

Şekil yapanların oluşturduğu değil, şekil yapanların da dahil olduğu bir grup aslında. Çoğunlukla genç, yine çoğunlukla eğitimli, şehirli.

Tuhaf bir çelişkileri var, çözemiyorlar. Şöyle bir bakınca hayat renkleniyor ama insanlar, kendileri bu renklenmeden yeterince nasiplenemiyor. Gidecek, görecek, takılacak çok yer, daha önemlsi yapacak, seçecek çok şey var. O yerler o şeyler sürekli artıyor. Bu çeşitliliğin sunduğu kombinasyonalr zengin. Kombinasyonalr arttıkça insanların birbirlerine daha az benzemeleri lazım. Ama tam tersi oluyor. Can sıkıntısı…

Öyle oluyor, can sıkılıyor. Çünkü…

Dönemden bağımsız bir insan eğilimi: Herkes benzerini arıyor. Dönemin eklediği: “Trend”lerin peşine ihtirasla takılan insan tipleri ister istemez “daha da benzeri” nin çekim alanına giriyor hem o alana girdikçe daha bir benzeşiyor.

Dönemden bağımsız bir insan eğilimi: Çoğu insan farklı olmaya, farkedilmeye çalışıyor. Dönemin eklediği: Şov çağının bazı insan tipleri şov halinde yaşamaya fazlasıyla eğilimli, tek kişilik gösterisinde çevreyi hayran bırakacak müthiş bir tipleme yaratabilmeye oynuyor. Zor oyun…

Zor: Şovun gürültüsü, tantanası, enerjisi yerli yerinde ama farkı yaratacak sermaye yok. Ufuk, söz, perspektif… Hepsinde bir şeyler eksik. Aynı çağın dinamik, enerjik, iddialı tembelliği yaşanmış; aynı hırsla aynı trendlerin oluşturduğu eş kombinasyonlarda sıçranmış; malum şeyler eksik kalırken, neyin farklı olabileceğini kestirebilecek halde kalmamış.

Fırlamalı, parlamalı, sivrilmeli, dikkat çekmeli, farklı olmalı, uçmalı…Fakat nasıl?

Belki de, şekil yaparak…

Modayla şekil yapmak arasında temel bir fark var. Moda, uyumun, benzemenin baştan kabulüyle izlenir.Şekil yapmak ise uyumsuzluk, benzememe, farklı olabilme çabasıdır. Modayı izleyen insan bir yakışma-yakışmama testinden geçer elbette ama büyük bir iddia yoktur ortada, büyük hayal kırıklıkları da yaşanmaz. Oysa şekil yapmanın iddiası büyüktür. Öncelikle “Vaaay, şekil yapmış” dedirtmemek gerekir ki, bunu dedirtmemek zordur. Asıl zor durum ise, çok değişik şekil yapayım derken, modayı izlermişçesine bir benzerlik çemberine düşmektir. Aynı şekli yapmış sayısız insandan biri olmak, çağın aktüel “dram”larından. Şekil ufku da dar, şekil sermayesi de yetersiz çünkü.

Bir gece mekanında, iki metrekareye aynı modayı izlemiş üç kişinin düşmesi, o üç insanı huzursuz eder belki. Ama iki metrekareye aynı şekli yapmış üç kişinin düşmesi bambaşka bir şeydir, fevkalade hazindir. Amma farklı oldum derken…

Şekil yapma işinden beklentilerini karşılayacak sonuçlar alanlar vardır mutlaka ama hazin tablolar daha sık yaşanır. Şekil yapanıyla yapmayanıyla, çağın iddialı tatsız eylemlerini sürdürmektedir. Sözlerle, davranışlarla, tercihlerle absürd insan olma yolu denebilir, denenir. Oysa bu da taşlı dikenli bir yoldur.

Doğallık azaldıkça taşı dikeni bollaşan bir yol: Absürdün, kendine uygun biçimde, absürd dengeleri vardır.

İkişer kollu, ikişer bacaklı ama elleri altışar parmaklı, omuzlarının üzerinde insanınki gibi bir kafa taşıyan ama çok koca kafalı, insanın ki gibi gövdesi olan ama metalik gövdeli bir uzayli tipi… Azıcık fantastik görülse de absürd olarak kabul edilemez. İnsana o kadar benzeyen uzaylıları kıymalı pideyle beslenen yaratıklar halinde tasvir ederseniz, o genelde absürd olarak kabul edilir. Uzaylı dayanıyor kıymalı pideye… Bir başka gezegende dünyadaki hayat kavramıyla örtüşen bir hayat sürülmesi, dünyadaki canlı kavramına düşen yaratıklar bulunması, o yaratıkların dünyalılar gibi iki kollu, iki bacaklı, iki gözlü, bir ağızlı, düşünen, konuşan yaratıklar olması, onların gelip insanla buluşması o kadar o kadar o kadar düşük bir ihtimaldir ki, öylesine düşük bir ihtimal gerçekleşip mucize ötesi benzerler buluştuktan sonra, uzaylıların kıymalı pide sevmemesine o kadar da şaşmamak gerekir. Ama iki ön kabul vardır: uzaylılar aslında dünyalı gibidir ve uzaylılar tuhaf renkli sıvılarla, küçük tabletlerle beslenirler. Absürdü, fantastiği, sıradanı belirleyen, bu ön kabullerdir.

Ya da şehirli entellektüellerin eşcinsel iilişki yaşamaları daha olağan bir şey olarak görülür de, eşcinsel tutkularını köy ağasına sardırsanız absürd kaçar. Toplumsal rol ve çevre faktörlerine, kabul edilmiş halleriyle bakarsanız, öyledir de. Standart kabuller kırılırsa: Kırsal hayatta da eşcinsel ilişki vardır, belki şehirdekinden daha fazla vardır, köydeki ağa da tutkulu bir eşcinsel ilişki yaşayabilir, yaşanıyordur da herhalde. Ağanın tutkusunu absürdleştiren, ön kabullerdir.

Ne zaman neyi neyin absürdleştireceği, karmaşık mesele.

Şehre dönersek, kendisini fırlatacak, parlatacak şovu absürd kişilik rolüyle sürükleme havasındaki insan zor anların eşiğindedir. Trendleri kovalarken, içinde bir farklılık abidesi olmak istediği standartların kuşatmasına girerken öylesine kalın bir ön kabul koçanı imzalamıştır ki… Çizgi içinin çizgi dışının absürdüm mabsürdün hemen hiçbir ölçüsü kalmamıştır kafasında, ya da zaten hiç olmamıştır. Kendi haliyle, durduğu yerde, ön kabulleri bazen sırtına hırka yaparak bazen yırtıp parçalayarak uçup giden doğal absürlerin aksine, kalkış pisti niyetine sahneler yazıp durur kafasında. Sonra çıkıp oynar o sahneleri; ama iyi yazılmamış, iyi oynanmıyor; tatsızlık büsbütün artar.

Absürdlük şovlarıyla birlikte ya da onların içinde, pratik cinslik yöntemleri uygulamaya konur. En olmadık anlarda en beklenmedik tepkileri verme çabası başgösterir. Oysa bunlar, pratik cinslik yöntemlerinin peşine düşmüş yeni şehir insanından beklenmezlik adına ilk beklenecek tepkilerdir. Abartmalar devreye girer, “abarttın şimdi… abartsayın bari…” sözleri bol bol duyulur.

Palavraya başvurulur. Geleneksel olarak erkeğe daha yakın olan duran palavracılık rolüne yeni dönemin bu sahnesinde kadınlar da rağbet gösterdiği için, kadınlı erkekli palavra diyaloglarına dalınır. Ancak yeni kurguculuk zaafiyeti yaygın olduğu için, palavraların da tadı yoktur.

Gürültü patırtı hafiften dindiğinde, sakince ortamlarda kendini anlatma derdi başlar. Anşaılmak-anlaşılmamak, uymak-uyamamak, sevmek-sevmemek üzerinden dönen, fazlasıyla tıkanık gündelik felsefe konuşmaları yapılır. Aslında bambaşka biridir vs vs. Uğraşıp uğraşıp üzerine alamdığı rol üzerindeymiş de, bundan yakınıyormuş gibidir. “Herkes beni çok uçuk biri olarak görüyor ama bak ben sıradan biri olmayı öyle…” vs vs.

Yani bir tatsızlık sürer gider.

Daha çok refleksler üzerinden yürür; tam bilinçli, tam planlı programlı bir operasyon değildir, yeni tatsız insanın fırlama parlama çabası. Şovların izleyicileri, pratik cinslik yöntemlerinin muhattapları, benzerlerdir yine. Benzerleri ve onların algıları… Bu hem avantajdır, hem dezavantaj. Avantaj: Uçuş yüksekliğinde aynı standardı paylaşanlara insanlara sergilenir şov. Dezavantaj: İzleyicilerin büyük bölümü benzer haldedir, karşıdakinin ne yapmak istediğin iyi kötü sezerler.

“En farklı” rolüne talip bir çok benzer bulunduğu için, özel hatlarda gerilimler olabilir. Ama dışarıya karşı, diğer benzer gruplarına karşı da “biz nasıl farklıyız, biz nasıl eseriz uçarız” mesajı vermek gerekir. “En çok, en en fırlamaca eğlenen biziz!” Neticede, bir nevi “bizim sınıf hababam sınıfıydı yaa…” hadisesidir yaşanan. Onun iyice iddialı, iyice abartılı, iyice yeni şehir hayatı kokulu versiyonu.

Ne tatsız hababam sınıflarıdır…

Ve ne büyük bir gürültü… Maalesef tat getirmeyen, tuz ekmeyen enerjinin, neo-dinamizmin, şovların, abartmalrın, “uçtum…uçuyoruz” havalarının gürültüsü. O gürültünün içinde insan kaybolabilir, volüm biraz düştüğü anda, acı da olsa… Tat eksikliği…

Doğal ya da yapısal tatsızlar gibi doğal ya da yapısal bir pırıltı taşıyan küçücük azınlık sıyırırken, geriye kalan çoğunlukta bir tatsızlık bir tuzsukluk…

O tatsızlık zamanla yüze oturur. Bir yandan, tahtaya kalkmış tembel ilkokul çocuğunun masumiyeti, sevimliliği, gülümseten gerginliği de yok değildir yüzde. Ama hırslı çağ insanın gerginliği baskın çıkar, o gerginliğin üzerine başta neşe olmak üzere çeşitli abartı ifadeleri eklenir, üzerine hariçten onca şey bindirlmiş yüzün –küfe değil yüzdür neticede- hareketleri tuhaflaşır. Ve tam kendini gösterme anında, sayısız fırlama parlama denemelerinin her başlangıcında… Rahat-eğlenceli insan rolünün yaydığı ağız, başarma gerginliği tarafından öyle bir toparlanır ki, daireye yakın dikey bir elips oluşur. Elips bir “klik!” anına sığacak kadar donar, donan bir karede Bir çift endişeli göz patlar, sonra…

Üçüncü ya da dördüncü binyılın sosyal antropologları mesela, bu çağın yeni tatsız insanını kayıtlara düşerler mi acaba? Yazarlarsa ne yazarlar hakkında? Merak…

Her yerde kirmizi puma-pantalon-kirmizimsi t-shirt uclemesinin bulunma nedeni daha acik gibi gozukuyor…