İnsan konusunda öyle çok bilgi dolaşıyor ki beynimde, insanın tüm kültürü, ürünleri ve biyolojik yapıları arasında bir köprü kurmak, ya da bunlar arasındaki ilişkiyi sağlam temellere dayalı bir biçimde açıklamak, girdilerin ve girdilere bağlı etkilerin sınırsız olduğu insan kaosunda oldukça zor.
insanın kendine bakması, fikri bile aslında inanılmaz, dünyada kendi nesnelliğine bakıp, bu nesnelliğin kendisi olduğunu farkında olan, bir maymun türü,bir de insan var. Kendisi olmanın ayırdında olan tek canlı ise insan, bir beninin olması:bu vücut içinde sınırlandırıldığını hissedecek denli bir benin olması. Bedenini zihninin kumanda ettiğine inanan ellerinin aslında bir robot kol gibi olduğunu dahi düşünecek düzeyde, nesnel varlığına saygısız ve soyut olduğunu düşünmeyi herşeyden çok isteyen bir ben. İnsan, insan olmayı bir extra saymaz, bu olağandır. Varlığının , yani etinin bu dünyadaki diğer canlılardan farksız olduğunu, kimi zaman diğer canlılardan zayıf bile olduğunu bilir. Ama insan olmanın bu fizyolojinin, ya da üst düzeyde organize bir
organizma olmanın bir YAN ürünü olduğunu düşünmekte oldukça zorlanır.İnsan bedensel olanı o kadar kenara itmiştir ki,genellikle bedensel olan, aklın hakim olmadığı bir yaşantı, ya gizlilik çerçevesinde ya da çok incelikli fikirler eşliğinde
yürütülmek zorundadır.
İnsan artık kültürünü yaşamaktadır. kendi habitatıyla ilişkisiz bir çevrede, şehir ormanlarında, ya da, doğanın içinde ama sürekli onu kendine köle etmeye çalışan bir tavırla daha ilkel ama daha acımasız bir hayatı, köylerde sürmektedir.
Kendi aklının ürünleri ile yalnız kalmak, daha doğrusu yalnızlaşmak kaderini seçmiş ve artık kendini bu günlere kadar getiren doğanın EVİRip çeviren güçlerinden uzakta, doğanın zengin çocuğu olarak yaşamaktadır.
Geçmişi düşünen insan, sürekli kendi miladlarıyla adlandırdığı tarihte, kendisinin de varolmadığı bir zaman diliminin olduğunu, bir kaç yüzyıl önce öğrendi. Bir akıl felci geçirdi. Dünya onun için yaradılmış olmalıydı; daha doğrusu bu fikir hoşuna gidiyordu. Bu şaheser gezegen, kendinden önceki bir canavar nesli için yaradılmış olamazdı. Bir grup düşünür,
bunun böyle olabileceğini, bizim bu gezegende yaratılmış son insan nesli olduğumuz tezini ortaya attı, yani biz daha önceleri yaratılıp yokedilmiş insan nesillerinin sonuncusuyuz (örn: Atlantis vs.) dediler.
Bu fikir fazla tutmadı. Daha sonra insani (yani akıllı) yaradılışın sadece dünyaya özgü bir yaradılış olmadığı, uzayda da akıllı canlıların olabileceği fikri geldi. 1800’lerin sonlarından itibaren ufolar görülmeye başlandı. Kehanet gerçek olmuştu.
Bir problem dışında, dünyalılar, yani insanlar uzaylıları sürekli kendilerine benzer yaratıklar olarak tasavvur ediyorlardı ya da görüyorlardı. Ayakta gezen, kolları olan, koca kafalı, bu önemli bir ayrıntı “koca kafalı” neden koca kafalı? Çünkü büyük bir olasılıkla, bizden ileri bir teknolojide olmaları gerekiyordu. Bu da büyük bir beyinle gerçekleşebilirdi. Ama unutulan bir şey vardı.
Uzaylıların beyinleri bir sıkıştırma (zip) mekanizmasına sahip olabilir, ya da düşünmek için farklı bir bölgede, özelleşmiş bir organı da kullanıyor olabilirlerdi. Uzaylıların elleri küçük, gözleri büyüktü. elleri küçüktü, çünkü işçi sınıfı yoktu!. peki neden gözleri büyüktü? Gözün sembolik anlamı nedir? göz insan kültürlerinde genellikle iktidar ve tanrıyı temsilen kullanılmıştır.
Büyük göz geniş algı alanını temsil eder, zaman zaman da güzelliği. Burada anlamı, geniş algı alanı olarak seçilmiş gibi görünüyor.Bir ihtimalle de tanrısallığı.
Az önceki tasarım genel kanıyı temsil ediyordu. Bir tasarım da savaşçı çirkin uzaylıya yönelik. Çok güçlü, kimi zaman orta boy bir dinozor kadar büyük, vahşi, çirkin. Peki bu tasarım hangi temellere dayanıyordu. Bu tasarım adamakıllı savaşabileceğiniz bir uzaylı formuydu. Yani uzaylılara yönelik, savaşma, alt etme, küçümsemenin bir simgesiydi. Bu tür, tüm akılsız davranışları,aptallığı ile nasıl gemi inşa etmiş, ardından dünyaya kadar gelebilmişti.
Kısacası insan kendi dışındaki dünyaya yönelik tasarımlarında başkabir gezegenin faunası, florası, jeolojisiyle yaratılmış bir canlıyı, hiç bir zaman hayal edemedi-etmedi. Elleri olmalıydı, kafası olmalıydı, neden? çünkü dünyanın zengin çocuğu bu biçimiyle yarışı kazanmıştı.
Ama, buradaki fikir dünyanın dışında bir doğanın ürettiği canlının tasavvur edilememesi değil, dünya dışı dahi olsa tanrının bir parçası gibi görülen akla sahip bir organizma, en tanrısal olarak addedilen formda, yani insana yakın bir formda olmalıdır fikriydi.
insan doğadan olmadığına o kadar emindi ki, dünya dışında dahi olsa bir organizmanın tüm çevre etkilere rağmen insana benzemesi gerektiğini düşündü, tanrısal yaradılışın formu tek olmalıydı ve az çok insana benzemeliydi.
Daha önce insanın bedensel olana yönelik tavrından bahsetmiştim. Bedeni zihnin yaratıcısı, ya da öz dinamiği görmekten uzak,tam tersine aklın bedeni eviren bir güç olduğunda ısrarlı, bir tavrın yansımasıydı tüm bunlar.Bedenin ihtiyaç ve rahatsızlıklarını, zihni rahatlatmak için yapılması gereken rutinler olduğuna inanan bilincin eseriydi.
yorumlar
İnsanlık ilk zeka pırıltılarını göstermeye başladığı günden bugüne kadar hep nereden geldiğini, nereye gideceğini ve kim olduğunu sorguladı. Bazı kişiler bu kutsal yanıtları bulduğunu zannetti, bazıları da aslında hiç bulunamadığını…
İnsanoğlu bu işi iki yolla yapmaya çalıştı. Ezoterizm ve dinler.
Bu ikisi sırayla ve birlikte insan üzerinde cevabı bilinmeyen her sorunun çözümlenmesinde etkin rol oynadılar. Bazen yanıtları insanın kendisine buldurdular, bazen onu hazırlayıp önlerine koydular. Bu hazırlanmış olanlar elbette sonradan filozoflar ve felsefe topluluklarının yardımı ile sorgulanmaya başladı.
Dinler, inançlarını yayma çabası içinde olduklarından, herkese açık kurumlardır. Diğer bir ifade ile, ekzoterik (exotérique)’dirler. Oysa, ezoterik kurumlar, ilkesel olarak, özel nitelikler ve eğilimler taşıyan kişilere açıktırlar.
Modern çağların en göze batan özelliği belki de, yeni inanç kurumlarının (moda, medya, sinema, hatta kapitalizm, sosyalizm) insanlara cevapları ezoterik yolla buldurmaları, bunu yaparken eski ezoterik kurumlar gibi özel nitelik ve eğilimler taşıyan insanları aramadan, tümünü önceden belirlenmiş nitelik ve eğilimlere getirmeye çalışmaları, bir din gibi yayılıp, çözümleri aksine insanın kendisine buldurmaları.
Eskinin biraz da birbirinin içine girmiş olan ezoterizm ve din’in farklı ve zıt iki özelliğini alıp, bunu ezoterizme ait olanını dinin yöntemleriyle, dine ait olanını ezoterizmin yöntemleriyle kullanıp yepyeni bir ortak dünya bilinci geliştirmenin yolları aranıyor. Tabii, başarı emareleri gözden kaçmayacak ölçüde.
Bu, insana empoze edilecek kavramı ve inancı, insanın kendisine buldurma yöntemi diyebileceğimiz sistemin başarılarından biri de futur‘un vurguladığı uzaylı tiplemesidir. Bu tiplemenin başarılı olmasının ne gibi toplumsal veya politik hedefi olabilir? Bu konuda teori üretmek mümkündür ama belki de bu, hiç önemi olmayan sadece deneme amaçlı bir toplumsal tasarımdır.
Uzaylıların iri bir başları olduğunu, iri gözleri olduğunu, küçük elleri olduğunu herkes bilir(!). Kimse onları görmemiştir ama herkes onların böyle olduğunu bilir.
Belki yarın herkes, Amerika’nin iyilik meleği olduğunu, Almanların orangutan soyundan geldiğini, Fransız’ların Allah tarafından soylu olarak yaratıldıklarını da kimse söylemeden bilecektir.