GİRİŞ:Postmodernizm olgusunun, yarattığı ve ortaya çıktığı değerlerin ve karşı duruşların, gerçekte ne ölçüde kendini doğruladığını ve 1970’li yıllar ile başlayan bu postmodernizm kültürün ve yaşam biçiminin gerçekten de iddia ettiği gibi, hayatımızdaki değişikliklerin, bize postmodern bir dönemde yaşadığımızı söyletecek kadar radikal bir kültürel değişimin ve sanayi sonrası kapitalist toplumun modern toplumdan farklılaştığının bilincinde olabilme sorunuyla karşı karşıyayız belki de. Bu anlamda Modernliğin dayattığı rasyonaliteye, evrensel değerlerine ve kültürel toplumsal standardizasyonuna karşı çıkışın, nesnesi olarak görülebilir.İnsan kimliği ile yarattığımız değerler arasındaki ilişkiyi tanımlamak ve bunun karşısında bu kimliğin esnekliğine vurgu yapılmak istenmesi, postmodernizmin ilk olarak sanat, mimaride ve kentsel yaşamda moderniteye karşı duruş bir alanda yoğrulduğunu gösteriyor.Bu değişikliklerin, postmodernin varoluşunda ne ölçüde, amaçladığı kadar topluma yakın? Bunu cevaplayabilmek içi modernitenın ne olduğuna ve postmodernizmle ne ölçüde farklılaştığını bilmek gerekir.MODERNİZM:Modernitenin, geçmişten kopukluğu, gelip geçici olması ve parçalanmışlığı aslında kendi içinde bir çelişki yaratıyordu. Çünkü bu gelip geçici olma durumu tarihin sürekliliğini ve va rolanı anlamamızda, o değiştiği ve yok olduğu sanılan şeyin özünü kavramamızı zorlaştırır. Bu da bizi modernitenin sonsuzluğunun ve sürekliliğini nasıl savunabiliriz. Bu paradoksal durumu aşabilmenin imkansızlığı bir yana bunun ötesinde Modernitenin kendi içinde tutarlılığını, yukarıda bahsettiğimiz gelip geçici anlık olmasıyla nasıl açıklayabiliriz?Modernite projesinde ve aydınlanmacılar, bilimin ve bilginin insana hizmet etmesi ve insanları zincirlerinden kurtarmasını amaçlayabilmesi için gelenekten kopma zorunluluğu bu ilişkiyi açıklıyordu. Ancak 20 yüzyılın getirdiği her türlü savaş, eşitsizlik açlık kötülük aydınlanmanın bu amacını ters yüz etti. Aydınlanmanın insanları mahkum etme planlarının ürünü olduğu bu tarihsel zaman diliminde ispat edildiğini ileri sürenler, postmodernist düşüncenin temelini atmış oluyorlardı. Weber’in kapitalist toplumun bürokratik otoriteyi yarattığı ve bunun baskıcı sistemlere ve insanların kötülüğüne hizmet aracı haline geldiğine bir çok düşünür.dile getirmeye başladı. Bunun üstüne modernite kendi içinde nasıl dönüşebilirdi.yani moderniteyi yıkmadan nasıl amaçladığı o ulvi amaca yönlendirilebilirdi. Kuşkusuz estetik ve sanatın bilimden ayrılamsı 18. yy’a kadar gidiyordu. Ancak sanatçının Modernitenın ilkeleri karşısında toplumu dönüştürecek ve değiştirecek olan tutumu ve tavırları belirleyici olacaktır. Çünkü sanatçının duyarlılığı modernitenin bu çelişkileri ve gelip geçiciliği içinde açmazlarına karsı politik tavrını ve üretkenliğini etkileyecekti. Ve sanatçı bu açmazın içinden toplumu nasıl dönüştüreceğinin ve yıkıcı yaratıcı temelde ilerlemeyi sağlamayı becerebilecek miydi ? Modernitenin kültürel alandaki gelişimini anlayabilmek postmodernist tepkiyi anlamamıza yardımcı olacaktır.Modernizmde bu sanatçı mimar ve yazarlar sonsuz olanın gösterimi için ortak nokta olan dil ile uğraşır oldu.Görece sürekli bir mekansal yapıyı tasarlama çbaları aslında bir yapaylığın doğmasına sebep oluyordu. Ayrıca Avangard kuramı gibi yani kabaca sanatın toplumu dönüştürebilmesi amacının aksine kapitalist toplumda, sanatçının amacını unutup bu girdabın içinde boğulmasına yol açtı. Sadece kitlelere ürünün pazarlanması şeklinde sanatçının yaratıcılığı işliyordu. Ama buna karşı bir tez olarak modernizm karşısında kendini nereye ve nasıl koyduğuna bağlı olarak, kapitalizmin yarattığı değerlerin ( makineleşme, kentleşme, teknolojinin gelişmesi ) yeniden tanımlanmasıyla bambaşka bir sanat anlayışı farklı biçimlerde tezahür ediyordu.1848 den sonra özellikle aydınlanmacıların benimsediği akılcılık ve bilimin tek yolu olduğu varsayımları sanat ve mimaride karşı akımlarla dünyada büyük yankılar uynadırdı.1. dünya savaşı öncesinde bu karşı duruşun ötesinde modernitenin ekonomik krizlere karşı çare olamayacağı anlaşıldı. Ve Marx ve Lenin’in politik alandaki devrim ve değişim sinyalleri, toplumdaki konumuna göre sanatçıların da duyarsız olması imkansızdı. Açıkça Anangard’ların Marksist akımları desteklediği görüldü. 2 Dünya savaşı arası dönemde modernizmin bir kanadı politik bağlılığı hedef alan bir akıma girdi. Picasso gibi farklı bir yol bulmaya çabalayanlar ise tarihin seyrinin politik ve tarihsel araçlarla değil kendi tarihlerini biçimlendirecek biçimde hareket ederlerse olabileceğini düşünüyorlardı.2. dünya savaşından sonra ise özellikle mimaride yapılan akımlar kapitalizmin değerlerine kurban gitti ve insanın değerlerini bunun karşısında cisimleştirdi ve metalaştırdı.,alt plana attı. İşte bu politik ve siyasal toplum içinde postmodernizm üniversitelerde, büyük kent yaşamının kültürel varoşlarında 1968 hareketinin öncelediği biçimde varoluşunun simgelerini doğurdu.İlk belirdiği biçimlerde mekansal ve zamansal olarak yaygın algı postmodernizmin bir yıkıcı etkiye asla uğratamayacak olan yapay bir fırtına olarak görülmesiydi ancak bunun böyle olmadığı anlaşıldı. Savaştan sonra kentlerin yeniden inşasında modernizmin etkileri artık düpedüz itirazla büyük etkiyle karşılaşıyor. Sanatın ve mimarinin etkisiyle yepyeni bina sanat ve çevre tasarımları yaratılmaya başlandı. Ama postmodernizmin görünenden daha fazlası ve usluptan öte bir anlam taşıyordu. Modernitenin içinden çıkıp çıkmadığı, ticari bir ürün olduğu ya da devrimci özellikleri barındırıp barındırmadığı tartışma konularıydı. Aynı zamanda ortaya çıktığı yıllarda etkin olan yeni sağ akımlarla olan ilişkisi ve aslında sanayi sonrası toplumun ürünü olduğu tartışmaları da postmodernliğin içinin doldurulmasında ve en az modernite kadar güçlü bir akım olduğunun anlaşılmasında büyük öneme sahiptir.Foucault’un pan- opticonu Weber’in bürokratik kafesinde olduğu gibi , devlet iktidarının cezaevlerinde okullarda hastanelerde dağınık ve parçalı olarak kurduğu kapitalist devletin örgütlenmesine karşı;yerelleşmiş bir direnişin gerekliliği 60 lı yıllarda toplumsal hareketlere ve komünizm yandaşlarına çekici geldi.bunun ötesinde postmdernizmi bütün dünyada yaygın kılan şey, evrensel bir karşı duruştur. Bu siyahlar, azınlıklar, dinsel gruplar,kadınlar işçi sınıfı gibi ötekileştirilenlere karşı bir ortak karşı duruştur.bu postmdernizmdei bu her gruba, haklarının verilmesinde olduğu gibi çoğulculaştırmanın en güzel örneğidir.bu ötekilik ve başka dünyalar temalı akımlar edebiyatta,resimde ve sinemada da görülür. Postmodernistler bu temalarının yayılmasında bilgi ve enformasyon toplumunun yarattığı kolaylıkların etkisinde oldukları; dil ve iletişimin senkronize uyumuna bakış açılarından da anlaışlmaktadır.bu Edeabiyatta mimaride, sanatçının iktidarının yok olması kendini çok kültürlü görme zorunda, mümkün olduğunca heterojenliğe dikkat çekilmesidir.bütünselliğin mümkün olduğunca reddedilmesine dayanır.İlerleme düşüncesine ve değerlerde ve inançlarda tarihsel süreklilik ve bellek duygularını terk etse de mecbur olarak mimaride ve sanattaki örneklerinde, bu bilinçli kopuşa sanatçının eklemlenerek müdahalesi de vardır.postmodernizmin amacı günlük hayatın kültürü ve ilişkisiyle bütünleşmesidir. Mimari başta olmak üzere,estetiğin, ırkı cinsi siyasi görüşü ne olursa olsun orta sınıfların ihtiyaçlara cevap verebilmesidir esas olan.Kültürün biçimlenmesinde diğer düşünürlere göre Kent yaşamının, kitle iletişim araçlarının ya da kapitalist toplumsal formasyonun belirleyicilikleri tartışılmaktadır.Eleştirilerin başında postmodernizmin bu modern tüketici toplum içinde yaratılmış ve kapitalizmin ihtiyaçlarını toplumla bütünleşik biçimde gidermeye yarayan bri görünüm olduğunu söylerler. Bu çekişmelerin anlaşılabilmesi ve sonuca varılabilmesi bu alanların incelenmesini gerektirir. İlk olarak Postmodernist durumun günlük hayattaki inşası ev çağdaş kent tasarımında nasıl ortaya çıktığı konusuna değinilecektir.Kente postmdernizm: bu tam anlamıyla mıderniteye karşı çıkışla belirir.mekan sadece estetik amacıyla belki de zamandışı özelliğiyle oluşturulan bapımsız ve özerk olmalıdır. Modernizmdeki gibi sadece planlamacılığa dayalı bölgeselci şehir anlayışı anti ekolojik ve tek tip kent yaratmaktan basa bir işe yaramamıştır.2. dünya savaşı sonrası bütün ülkeler ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı.kitle üretimi ve planlama her alanda olduğu gibi yıkılmış kentlerin dokusunun yeniden inşasında da vardı.Anlayış, modernitenin rasyonel planlama ve mekan yaratma gibi sınırlılıklarının dışına çıkamadı.orta sınıflara yönelik planlamacılık çerçevesinde tek tip blokların inşası modern yapıların gökdelenlerin estetikten mahrum olmasına karşı postmodern süreçlerin mimari alanda özünü inceleyerek karşılaştırma yapabiliriz.Mimarların, kentteki kültürel çeşitlilikten faydalanması ve zihninin adeta kültürel müzeye dönüşmesinin araçları yaşadığı gezdiği kitle iletişim araçlarıyla öğrendiği yerlerdir. Ve o yaratıcılığıyla eklektizmle bunu dışa yansıtır. Bina tasarımlarının harici, kentte sokak gösterilerinin yaygınlaşması, şehrin yapısının etnik kimlikliliği teşvik eder biçimde ve daha çok orta sınıflara ve yaygın halk kitlelerine hitap etmesi yönünde yöneticilerin gözlemleri mevcuttur. Kentteki yoksulluk, evsizler ve sanayinin yarattığı her türlü soruna karşı postmodernist mimarlar bizi bu gerçekliğin ötesine fantezi dünyasına taşırlar.biçim ve mekan konusunda alışılagelen kavrayışımızı alt üst eder. Düzensizlik kargaşa anarşi,kurgu, parçalanma gerçekliğin özü , postmodernist akımlarda sanatta edebiyatta olduğu gibi ortak bir amaç taşır. Peki bu, toplumsal hayatın kurgulanmasında nasıl bir ruh hali taşımaktadır.Postmodernitenin bireyciliğe üst teorilere üst anlatılara ve ötekileşmeye karşı tutarlı tavrı olumlu olarak karşılansa da eleştirilere baktığımızda, yeni muhafazakarlar, aile,cemaat gibi temel değerlerin altının oymaya çalışması endişeyle karşılanır.bundan öte özellikle mimari alanda modernist ve postmodernist binaların karşılaştırılmasında görülen aslıda mimarların burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eden, piyasacı ve girişimcilik yanlısı postmodern köleler olduğu yönündeki görüştür. Postmodernist mimarların, eserlerini yapmadan önceki hayal gücü ve mekan ve zamandan öte planları onların özgünlüğüne işaret etse de modernite, kapitalizmin hızlı büyümesine ve yol açtığı sorunlara karşı gene de toplum ihtiyaçlarına cevap verebilmeyi kısmen de olsa başarabilmiştir. Özellikle refah devleti zamanında bu görülmüştür. Bu yüzden fiziksel görünümden öte toplumun sorunlarını merkeze almak daha önemlidir. Ve postmodernizm bu sorunlara hangi görünümlerde ve durumlarda çözüm üretebilmiştir.Kapitalist üretim biçimi 2 temel üzerine dayanıyordu. Yığın üretim ve yığın tüketim yanı üreticilerin mallarını toplumun tüketmesinin nasıl sağlanabileceğine dayalı düzen ekonomisi, ikincisi ise artı üründen elde edilen karın emekçinin üstünden sağlanması, ilkinde devlet müdahalesinin gerekliliği kaçınılmaz olurken ikincisi de düzenin toplumsal sürecinin yani eşitsizlikçi toplumun bu düzene dayanamayacağı anlaşıldı. 1973 sonrası yeni muhafazakarlık ve kültürün yansıması postmodernizmin yeni bir düzenleme tarzı yaratıp yaratmayacağı tartışılır konuma geldi.Fordizm’in, Kapitalizmin krizlerinde ve klasik liberal anlayış içinde tam olarak gelişmesi ve Avrupa’ya yayılması 2. dünya savaşından sonra devlet müdahaleciliği ile olmuştur. 1973 yılına kadar görülen göreli refah ve bolluk ortamıyla uyumlu olarak fordizm olgunlaşmış ve özgül bir birikim rejimi oldu.Savaş sonrası fordizm sadece kitle üretimi düzeni olarak değil,bütünsel bir yaşam tarzı oldu. Bu devletin, sermayenin karlılığını arttırması için, kamu harcamalarına ve düzenlemelere karışmaması şeklide gizli bir anlaşma , bununla eş zamanlı giden işçi hareketleri önlenemez hal aldı. Fordizm sadece üretin standardizasyonuna değil, estetik ve sanatın da metalaşmasına yol açtı ve Fordizm modernizmin ‘ estetik’ inden yararlandı. Bir diğer oluşum ise toplumun büyük kısmının hala düşük ücretlerle çalışması ve refah pastasından aldığı payın düşüklüğüydü. Bu da yoksul kitlelerin, göçmenlerin siyahların hareketlerine kadının toplumsal sistem içindeki konumu feminist hareketlere, işçi hareketleri ve kültürel hoşnutsuzluklar tüm bu standardizasyona ve akla dayanan üretimin toplumsal siyasi ve kültürel alanlarda yayılmaları geçiş sürecinin başlangıcı oldu.1965 ile kaçınılmaz krizin sinyalleriyle, akabinde yeni emek sürecinin ve organizasyon biçimleri, esnek üretim sistemleri gündeme geldi. Bu yeni ve esnek üretim sistemleri fordizmin de katılıklarını, fordist işletmelerin kar oranlarının düşmesi, taşeron firmalara iş yaptırmanın zorunluluğu ve işçilerin yüzde kırkını oluşturan kadınların toplumsal talepleriyle, esnekleştirmeye ve günün koşullarına uyarlama mecbur oldu.Durgunlaşmış ve yoğunlaşmış rekabet koşullarında önlemler alınması şart olmuştu. Fordist modernizmin göreli olarak istikrarı ve yarattığı modernliği yerine postmodernizmin farklılığına gelişmesine bıraktı.Aslında; hizmet sektörünün ve enformasyonun ve iletişimin gelişmesi, Fordizmin katılığının, yerini hıza değişime belirsizliğe yani sanayi sonrası toplumun temeli olan argümanlara bırakmıştı.Fakat var olan gerçeklik esnek üretim biçimlerinin ve 73 ten beri yaşanan değişimin aslında hala kapitalizmin kitle tüketimi ve sürekli kar amacına hizmet eden sürekliliği mantığında değişiklik yaratmadı.Kapitalizm ise bu krize giden yolda zamansal ve mekansal kaydırmalarla ve finansal krizlere karşı ulus üstü örgütlenmelere, toplumsal krizi önlemek için de işçiler açısından bir öncekine göre daha iyi sayılabilecek esnek çalışma saatleri ve sözleşmeler gibi kendi içinde dönüşüme daha da açık sistem bu yeni dönemin başlangıcıdır.Her toplumsal biçimin kendine özgü zaman ve mekan kavramı olduğu gibi, kapitalist üretim tarzının da kendine ait kavramsallaştırması ve pratikleri vardır.Kapitalizmdeki bu mekan zaman algılayışı, önceki toplumlardan çok farklıdır. Bu bizim ona atfettiğimiz pratiklerle değerlerle ilgilidir. Modernist toplumlarda, mimar, ressam, heykeltıraşlar, şair bir mekansal biçimin kuruluşu aracılığıyla belirli değerleri iletmeye çabalarlar.Güzel bir nesne yaratma endişesiyle, zamanı ve sonsuzluğu birbirine bağlamaktır. Modernitede eserlerin hedefi ise içinde bulunduğumuz zamansal gerçeklikten kurtarmaktır.Toplumsal pratikler, rasyonel olarak tasarlanmış zaman ve mekan içinde özgürlüğü kısıtlayan şekilde bizim kontrolümüz dışında belirlenmiştir. Mesela Foucault’a göre iktidarın mekansal olarak baskı mekanizmalarını örgütlemesi, yoksul bir bölgede yaşayan bir insanın içinde bulunduğu eşitsiz toplumun ona dayatmasından dolayı büyük ihtimalle ömrünün geri kalan kısmında, orada hapsedilmesi gibi. Toplumda kim ya da ne olduğumuzu bu zaman ve mekanın yarattığı çerçeve aracılığıyla öğreniriz. Her toplumda insanlar o tolumun zaman mekan algısına göre şekillenir. Kapitalist toplumlarda bunun daha farklı örgütlendiği açıktır. Çünkü yukarıda modernitenin gelip geçici ve yaratıcı yıkım unsurlarından mimarın sanatçının eserlerinde vermeye çalıştıkları mesajlardan bahsettik, bu toplumdaki insanların para ve kazanç peşinde koşmaları geleneksel toplumlardan farklı olduklarının kanıtıdır. Bu pratikler aslında bir çok karışıklıklar ve incelikler içerse de betimlemelerinin ve kullanımları hakkında genellemeler yapmaya çalışılır.Toplumsal iktidarın nesnel özelliklerinde meydana gelen değişiklikler zaman mekan ve para ile olan bağlantısıyla birlikte, toplumsal mücadele ile diyalektik bir ilişki içerisindedir.Marx’a göre emeğin tasarrufu zamanla ölçülür ve kapitalist toplumda, işçilerin emeğine el koymanın yani, çalışma saatlerini sermayedar lehine uzatan yasal döneminin İngiltere’de başladığını söyler. Amaç sürekli büyüme ve kesintisiz üretimdir.Modern toplumda ise bunun toplumla ilişkisi düşünüldüğünde krize yol açmasının kaçınılmaz olduğunu ve bu üretim biçiminin yani tempo artışı ( çalışma saatlerinin artışı, montaj hattı hızı yoğunlaştırma hızlı üretim artık krizlere çare olamamaktadır. Aynı durum mekansal organizsayonlar için de geçerlidir, Dünya pazarını yaratma mekan ile zaman algısını yok etme, imalatın seri halinde fabrika içinde örgütlenmesi bunun yanında mahalli yerleşim biçimleri, büyük kentlere göç, kapitalizmle beraber gelişen olgulardır. Paranın ve zamansal algının toplumsal ve iktisadi alanda çare olma bir yana krize sürekli gebe olduğu gibi mekansal sınırlamada da çıkmazlar vardır. Mekanın yaratılması gelişimi son derece pahalı ve sorunludur.fiziksel ve toplumsal altyapı değiştirmeyi geciktirir.bunlarla birlikte sınıf çıkarlarının çatışması da göz önünde bulundurulmalıdır.Sınıf çatışmalarının ötesinde, toplumsal hareketler tam da bu 3 algılamanın kendini hegemonik biçimde cisimleştirdiği sırada üst seviyeye ulaşır.toplumsal düzenin yeniden sağlanması ise kapitalist sistem içinde açmaza girer.Bu 3 kavramın post modernliğin algılanmasında ve kaynağının saptanmasında önemli role sahiptir.Bu ‘özgürleştirmelerin’ toplumdaki yansıması , kültürel ve felsefi biçimde değişim evrelerinin süreçlerini incelememizde kolaylık sağlayacaktır.1846 47 yılları kapitalizm olgun çağı sayılabilirdi. Ortaya çıkan krizi açıklama yollarının, sınıf mücadeleleri eşitsizlikler, burjuvaya göre ise geleneksel ve feodal yapılara ve kurumlara olan bağlılıktan hala kopmuş olamamak olsa bile, zamanın anlamı mekanın doğası fikirlerinde kültürel ekonomik alanlarda köklü değişiklikler yaratmasıdır. Paranın rolü ciddi biçimde sorgulanmaya başlanmıştı. Çünkü bu krizle beraber ve akabinindeki finansal ve parasal krizler, kedi parası ve madeni para arasındaki değer farklılaşmasına yol açtı. Bu dönemde paranın cari değerinden daha çok evrensel dönüşümü yani sermaye piyasalarında menkul kıymetlerdeki meta değeri önem kazandı. Bu kriz mali olduğu kadar siyasiydi de. Çünkü belli bir anda belli bir yerde yaşanan kriz bir anda mekansal kucaklaşmayla her yerde hissedilebiliyordu.bu güven vermeyen zamansallık, eşzamanlı krizlerin ve dönüşümlerin yaşanması sorunlarından edebiyat da etkilendi. Sanatta ve edebiyatta, teknik ve tema olarak köklü kopuşlar yaşandı. Güvensizlik dolu dünyada geçmiş ve geleceğin sorgulanmasıydı.Bunun ilk olarak Fransa’da ortaya çıkması ise yukarıda konu ettiğimiz mekansal çöküşün evrensel krizle olan senkronize ilişkisiyle olan bağlantısı kaçınılmazdı. 1850 lerden sonra ise modernite yolunda teknoloji ve sanayide büyük atılımlar gerçekleşti. Mekanın fethinde muazzam bir fetih dönemi gelmişti. Ulaşım, ticaret , iletişim araçları, mekan ve harekete bakış açısının değişimiyle kentsel yaşamın dönüştürülmeye başlanması, haberin ve bilginin daha geniş halk kitlelerine yayılmasına olanak kıldı. Mekan sahiplerindne koparılıyor. Emperyalizmin yol açtığı sömürgecilikle tekrardan biçimleniyordu.Bu büyük bir atılımdı. Ancak 1. dünya savaşındaki çöküntü, insanların,evrime ilerlemeye ve tarihin kendisine olan inancı tamamen bitirdi. Aslında burada Rus devriminin de kopuştan yeni bir başlangıç olma yolunda büyük bir adımdı.1920’lerde modernistler enternasyonalizm ve evrenselciliğin değerlerini savunuyorlar ancak yerelcilik ve milliyetçilikle hiçbir zaman hesaplaşamamışlardı , savaş sonrası ise bu önlenemez yükselişi nasıl tekil bir imgeyle denetim altına alınabileceğinin hesaplarını yapıyorlardı.Sıkışmanın ve modernitenin yarattığı açmazların postmodernizmin temel eleştirileri olduğunu söyleyebiliriz. Neoliberalizm, bilindiği üzere kapitalizmin kendi yarattığı krizlere çare olma arayışında yeniden dönüşümüdür. Tüketim alanında modanın seferber olması ve tüketimin sadece emeğin üretimine el koymakla kalmayıp toplumun boş zamanları da da devir süresi düşük, Marx’ın katı olan her şey buharlaşır sözünü tam da bu nokta da açıklayan, hayat tarzlarını bu zamanlarda da bir tüketim ve kullan at şeklinde çevirmesiydi. Bunun anlamı tüketimi mal sektöründen hizmet sektörüne geçişiydi. Bunun da sürekli ve kalıcı olması, yenilikçi yüzünün sürekli kendini değiştirerek pazara sunulmasıydı. Ve moda da ihtiyaçlara yönelik bir cevaptı. İmaj yaratma alanına olan yatırım ve modaya uyum sağlama yönündeki insanların kaynaklarını doğrudan bu kanala yatırması, tam da kapitalizmin istediği gibi yeni bir Pazar yaratıyordu. Diğer boyutu ise gelip geçiciliğin yarattığı istikrarsızlık ve güvensizlik ortamı, din aile cemaat gibi kurumlara yeniden dönüşüm sinyallerini veriyordu. Esnek üretim, aslında bu güvensizlik ortamında yardımcı hizmet rolünü de görmekteydi. Çünkü mekansal farklılaşmaların olmadığı yerlerde , kapitalizm kaynakları , emek sürecinin coğrafi farklılaşmaların olduğu yerlere aktararak kendi sistematiğinde bütünselleştiriyor ve bu ortamda bunu kendi çıkarına kullanmakta çok başarılı olabiliyordu. Yöneticilerin de bu kentleri sermayenin çıkarına kullanabilmek ve kendini diğer kentlerden ayırt edici özelliklerini ve istenen yerel toplumu yaratabilmek için yeni bir adem-i merkezileşme adı altında farklı bir mekan yaratma çabalarını görebiliriz.