Ölümle yaşam arasında kara bir kutu durur. Kocaman, karanlık bir kutu. İçinde nefes almak imkansızdır, çünkü orada bir ölü yatar. Hades’in Yeraltı Dünyası’ndaki meyvalardan yenemez, çünkü son nefesiniz hala ciğerlerinizde saklıdır. Kafanızı bir an olsun kara kutunun içinden çıkartıp etrafınıza bakarsanız anlarsınız. Evet, bir mezarlıktasınız. Ve tanımadığınız, tanınmayacak ölçüde çürümüş bir adam yanınızda yatmakta. Henüz hayatta olsanız da bu mezar, içine girdiğiniz tabut gene de dehşet saçar. Yahudiler, kızlarını gecelikleriyle gömerler. Kafkasyalılar cenin pozisyonunda, Mısırlılarsa kaya mezarlarının içine kapatırlar ölülerini. Ölüm ve yaşam, kozmik bir bilinmezin iki zıt parçasıyken, sakin bir mezara gömülmek sanki daha dünyevî, daha insanî. Ama tabutlar ve mezarlıklar gene de gizeminlerini korur, en karanlık kabuslarımızda onları bastırdığımız yerden tekrar tekrar çıkarlar ve içlerinde barındırdıkları ölüye doğa-üstü bir güç verip üzerimize salarlar.Mısırlılar daha da ileri giderek cesedin iç organlarını çıkartıp kanopik küplere doldurduktan sonra bedenini mumyalarlar. Çünkü ölünün hayat sona erdikten sonra tekrar doğacağına inanırlar. İnanırlar ki, eğer tanrılar ölünün ruhunu kabul ederlerse ölü, Yeraltının Tanrısı Osiris tarafından yönetilen ebedi şehre girecektir. İşte bu yüzden ölünün hayatı boyunca kullandığı özel eşyaları ve değerli objeleri de onunla beraber gömülür. Mumyalar ve onları rahatsız edenler üzerinde ki lanetlerinin bir çok romana ve filme esin kaynağı olduğunu biliriz. Çünkü Mısır sanatı konuşmaz, kendi kendini konuşarak anlatmaz. Onun dili tarih öncesi hiyerogliflerde şifrelenmiştir. Ve onun hakkında konuşması için uygar bir insana ihtiyacı vardır, ya da sadece Batılılar bunu böyle görür. Çünkü açıklayamadıkları bu organları olmayan ölüler ve yürüyen mumyalardan korkarlar. Onlarla savaşmak için ellerinde kırbaçlarıyla mezarlara girerler, Osiris’in ünlü Ölüler Kitabı’nı bulurlar, yutan kumlarla boğuşurlar, kurban ayinleri, kana susamış yam yamlar, aldatıcı seraplar ekranın diğer lanetli tarafında yerini alır. Fakat gene de Hegel haklıdır. Her gün batımında Sfenks’in içinden tuhaf, tedirgin edici bir yankılanma duyulur. Ve işte onun bu iç sesi yüzünden Sfenks bilinçaltının bilinmezlerini anlatmak için kullanılan bir metafora dönüşür. İçinden tuhaf sesler çıkan kapalı bir kaya mezarıyla kafasının içinde sesler duyduğunu söyleyen ve acı çekercesine çığlıklar atan bir şizofrenin arasında nasıl bir gömünün sırrı saklıdır? Peki air-condition’la havalandırılmış, güvenli sinema salonlarının, henüz perde açılmamışken ve projektör çalışmıyorken içinden çıkan o mekanik vızıltı nereden gelir, kaynağı nedir? Derinlerden bir yerden duyulan bu kozmik yankılanma her zaman giderilmesi gereken bir sorun olmuştur; sadece rahatsız edici olduğundan değil, ama bir makinenin dokunamadığımız, göremediğimiz, anlam veremediğimiz en iç noktasından geldiği için. Bir balinanın miğdesi gibi bizi örten o karanlığın ardından gelir, salonun duvarlarının içinden gelir, bordo bir perdenin ardında gizlenen ve öbür dünyalara açılan o büyük kapının, sahnenin ötesinden gelir. Ve bu diğer tarafta uzanan derinlik Batı’nın bakışı karşısında her zaman şeytani bir görüntüye bürünür. Bu yüzden devamlı ekranı doyururuz, aç kalmasına, salonun sessizleşmesine, gece olmadan, salon içindeki o sesle beraber kilitlenmeden önce perdenin kapanmasına asla tahammül edemeyiz. Çünkü o büyük kütle ve hafifçe yankılanan ses bizi korkutur. Her an içinden ölülerin çıkacağını, göstermek için kurban ettiğimiz hislerimizin Pandora’nın Kutusu’ndan çıkarcasına geri dönüp bizi paramparça edeceğini en kötü kabuslarımızda elimizde olmadan hayal ederiz. Aslında gerçekten de böyle olur. Gözümüzü her yere sokarız, hiçbir şey bizden gizli kalmasın isteriz. Annesinin karnındaki bir fetüsü incelemek için kameralar sokarız, doğmadan önce, bakışı yaşamla ölüm arasında kırılmadan önce cinsiyetini bilmeyi bir başarı zannederiz, hareketlerizi izleriz ve ailesine izletiriz. Bunun da bilgece bir tarafı olabilir ve buna saygı duyuyoruz. Ama benim anlatmaya çalıştığım bu değil. Benim anlatmaya çalıştığım, doğmamış bir bebeğin bakışı, henüz hiç bir yansıması olmayan, kendisini hiç görmemiş, kırılmamış. Hegel’in de dediği gibi öyle bir bakış ki “sadece arkada bırakıldıktan sonra vücuda gelir”. Sadece kürtajla alındıktan sonra. Çünkü doğası gereği anne karnı tabutun tam zıttıdır. Ve onun içinde bir canlının hareket ettiğini, büyüdüğünü, yaşadığını görmek bize ümit verir, ölümsüzlük aşılar. Ama kürtaj bambaşka bir hikayedir. Kendini görme şansı hiç olmamış tek bir gözdür arkada bırakılan. Ve bu yüzden bütündür, kırılmamıştır. Duygularını bastırdığı bir aynası, ikinci bir benliği olmamıştır. Bu yüzden de çok sessizdir. Ve bu yüzden de onların tabutları Hayat’ın Beşiği’dir.Ne daha fazla akıl oyunu, ne de daha fazla akıl; birileri Indiana Jones’u Lara Croft’dan ayıran tüm özellikleri oturup sırayla yazmalı. Bunu benim yapmam şu an da imkansız. Ama tabut nosyonunu kullanarak, Indy ve Lara Croft üzerinden Batı’nın Doğu’ya bakış açısında ki kısmi değişimler üzerine yazabilirim. Batı, genelde Doğu’yu organları olmayan bir mumya, organları küplere yerleştirilmiş ölü bir beden olarak gösterir gümüş perde ve kitap sayfalarında. Mumyalar bütün Oryantal korku karakterlerinin en derin ve güçlü atalarından biridir. Yürüyen bir tabut, bir pakettir onlar. Sahneyi koruyan sinema perdesi gibi, paçavralar sarkar oralarından buralarından. Cesetten ve vampirlerden farklı olarak onların bedenlerini göremeyiz. Lanetleri mezar yağmacılarının peşini bırakmaz. Film yapımcılarının da. Lara Croft, Tomb Raider’ın ilk bölümünde, “Gene mi Mısır!”diyerek sıkıntısını belirtir. Mısır, Batı’nın daha derinlere inmeye korktuğu bir ilkelliğin paçavraya dönmüş, klişeleşmiş paketidir çünkü. Bütün şeytani, kötücül karakterlerin iki boyutlu stereo-type’ıdır. Korkunun sadece görünen yüzüdür. Ama asıl dehşet, paçavraları sıyırıp içeriden sızan karanlığa baktığınızda başlar. Görünmeyene, saklanana. Indiana Jones’un Mola Ram gibi şeytani karakterleri, mumyalaşma yolunu izleyip, oryantal bir sarayda oturarak, kalplerin yerinden söküldüğü, maymun beyinlerinin tatlı niyetine yendiği, örümceklerin dolaştığı, ara sıra kanın aktığı bir kollektif bir kötülüğün parçasıdırlar. Ve ne büyük süpriz, bu kötü adamlar “dünyayı yönetmek” isterler ve yeni bir ne büyük süpriz “kahramanın flörtünü çalarlar!!” Bu günah bile değil. Bir utanç kaynağı! Gene de ne yalan söyliyeyim; Indiana Jones’a saygım tam.Fakat Lara Croft’un daha özel ve nazik bir tarafı var sanki. Kadınlar onun gibi olmak, erkekler onunla olmak isterken ve bütün yaratıklar korkmuş kaçıyorken, o Batı’nın kökenlerinde yatan kayıp, ruhani bir gizemin, bir bilgeliğin arayışından vaz geçmez. Doğru, Indy kadar komik olmayabilir, ama bir düşünün Lara çocuk bile doğurabiliyor. Ve bu aslında çok önemli bir özellik, çünkü anne karnının içindekini gizleyen, onun gizemini koruyan bir kutu özelliği, her annenin de taşıdığı yüke karşı karanlık bir sorumluluğu vardır. Lara da her kadın gibi yükünü asla bırakamaz, içindeki hiçbir şeyi terkedemez. Acısını bile. Ve bu yüzden asla özgür kalamaz. İçindekine sonuna kadar sarılır, ona tutunur, üzerinde titrer, onu besler, nefret eder, onu dinler, onunla yatağını paylaşır, onu öldürür, ama asla bırakamaz. Indy en azından dürüst. İçindekini pek umursamıyor, öyle değil mi? Mezarlardan yağmaladığı her şeyi adlandırıyor ve müze raflarında ki yerlerine yerleştiriyor. İki filmde de Lara böyle bir şey yapmadı. İlkinde zamanı kontrol etmeye yarayan üçgeni ele geçirdi ve ardından onu paramparça etti, ikincisindeyse Pandora’nın Kutusu’nu aldığı asit havuzuna geri bıraktı. Çünkü müze raflarını değil, kendi ruhunu doyuruyordu. Kendi ruhunu yaratmaya çalışan kutsal bir insan gibi acısını içine gömüyordu, yok ettiği kutsal eşyalarla ölüme bağlanıyor, ölümü seviyor ve her girdiği mezarda kendisinin bir parçasını daha gömüyordu. Belki de bu yüzden Lara, mezarlarda ki güzellikleri, çiçekleri, küçük çocukları görebiliyor ve oranın nöbetçilerine karşı saygıyla karışık bir sorumluluk hissediyordu. Bir zamanlar oralarda güzel bir şeyler yaşandığını hissedebiliyordu. Mezarların içine girip oradan dışarı bakmak hoşuna gidiyordu. Ama tek ve bütün olan o bilinmez şeyin tadını asla unutmuyordu.Indy ise ondan farklı olarak asla yağmaladığı eşyaların tadına bakamadı. Asla ruhunu doyuramadı. Çünkü mezarlar ve kadınlar içlerinde küçük bir boşluk taşırlar, erkeklere onları kurtarma, koruma ve onlarla ilgilenme fikirleri veren. Onlar kimdir? Nedir? Kimin umurunda! Önemli olan onları tutmak, içlerini boşaltmak, korunaklı kalelerin içine hapsetmek, her hareketi algılayan alarmların arasında heykelleştirmek, zincirler, kilitler, biraz makyaj, doğru ışık altında ve biraz da hikaye uydurursak… işte size plastik kraliçeleriniz ve açık arttırmaya sunulmuş Sümer kaseleriniz. Peri masallarında kaybolmuş, peri yalanlarıyla uyuşturulmuş, ve kararmış.Yeraltı Dünyası’nın girişinde duran Persephone gibi sinema salonunda kendini gösteren ilk kadının kim olduğunu size söyleyemem, Lumiere’lerin o ilk gösterilerine davet ettikleri kadınların kimler olduklarını bile bilmiyorum. Ama filmler ne kadar tamamen testosteronla çevrelenmiş olsalar bile gene de kadınsı bir varlığın Lady Macbeth gibi içeride bir yerlerde dolaştığı hissedilebiliyorum. Bir erkeğin sözünü alırsın ve onu buraya ekersin, tam kalbinin üzerine. Filmler seyirci üzerinde bu hissi yaratıyor. Sinema salonlarının içinde yaşamayı seviyoruz. Lara gibi oradan dışarı bakmayı ve içeride aslında ne kadar güvende olduğumuzu hissetmeyi seviyoruz. Bazı filmler size bu hissi daha fazla verir, bazılarıysa hiç vermez. Çıkar gidersiniz salondan, seyrettiğiniz filmi ardınızda bırakırsınız. Bazı filmlerse ruhunuzu doyurur. Bir parçanızı salonda bıraktığınızı hissedersiniz dışarı çıktığınızda. Bir sürü sır, bir sürü masal… Umarım sonunda hayatta kalırız. Mezarlıklar ölülere saygı göstermeyen yağmacılara göre yerler değildir.