Dün geceyarısı hastahaneye gitmek zorunda kaldım. Sebep gündüz yaşadığım şu talihsiz olay.

Öğleden sonra havuz kenarında ayağımın kaymasından dolayı düştüm. Şimdi siz öle koşuyodum falan diye düşünürsünüz ama değil normal bir şekilde yürüyordum. Ve hoop yerdeyim. Sol bileğimin üzerinde hemde. E biraz kıçım da acıdı.

Biraz kaldım o pozisyonda olayın şokuyla tabi. Bileğimin acımasına mı yanayım. Yoksa bu olayın tam da 3-4 kızın önünde gerçekleşmesine mi. (Gerçi kızlar olayın sıcaklığı geçtikten sonra “birşeyin varmı” “geçmiş olsun” falan dediler ama olan oldu 🙂

Neyse ortamda bulunan bir doktor tanıdığımız ilk teşhisi koydu. Kırık veya çıkık yokmuş. Buz falan koy, ağrı yaparsa akşam röntgen falan çektirirsin yine de tedbir olaraktan; dedi.

E tahmin etmişsinizdir ki gece ağrı ve hastane…

Acil bölümündeyiz. Ne yazık ki hastahaneleri hiç sevmiyorum. Özellikle acil servisleri. Midem bulanıyor. Başım dönüyor. Hasta değilsem hastalanıyorum oraya gidince. Doktor olmak çok zor iş gerçekten.

Acildeki hastaları ve yakınlarını dikkatlice seyrediyorum. Kimisi mutlu, kimisi tedirgin ve üzgün. Bazıları yeni gelmişler ve endişeleri yüzlerinden okunuyor. Sevdiklerinin başına gelen kötü olay (kaza veya hastalık), onları kaybetme korkusunu tetikte bekletiyor gibi.

Kimisinin ise yüzünde bir boşluk ve hafiflik var. Hasta kontrol edilmiş. Çok önemli bir şeyi çıkmamış. Doktor ne gerekliyse onları anlatıcak, ve gerekli olan ilaçları vericek. İşte o andaki gözlerdeki pırıltı çok hoş birşey. O kişinin gözlerine bakmak bile size ne kadar pozitif enerji veriyor anlatamam.

Çocuğunu kucağında tutan bir baba, çok önemli bir rahatsızlığı çıkmayan bebeğini öpüyor, kokluyor, yüz göz hareketleriyle şakalar yapıp onun bir gülümsemesini görmek için yüzünü şekilden şekile sokuyor.

Bir doktorun her gün yaşadığı bu olaylardan ne kadar mutlu anlar geçirdiğini düşünüyorum da, hoş bir duygu olsa gerek. (Tabi o ilk başta ki stres anlarının zorluğu da çok başka)