Gizli Kentler – Xanthos
Xanthos Antik bir Likya kentidir., Kaş Kınık beldesinde ve Eşençayı kenarındadır. Eşen çayı burada Antalya – Muğla il sınırlarını çizer ve Patara ve Letonda denize dökülür. Bugünkü Kınıklılar gözüpek anlamında kullanılan beşkazalı lakabı ile namlıdırlar. Likya tarihinde de Xanthos halkı onuruna düşkün ve özgürlük savaşçısı bir halk olarak bilinir. Heredot, Xanthos için,“Pers ordusu başlarında komutanları olduğu halde Xanthos ovasına indiği zaman Xanthoslular bitmez tükenmez kuvvetlere karşı az sayı ile döğüştüler. Yiğitlikle nam saldılar ama yenildiler. Kadınları, çocukları, hazineyi ve köleleri kaleye doldurdular. Ateşe verdiler. Öyle ki yangın kaleyi yerle bir etti. Bundan sonra birbirlerine yeminle bağlanarak düşmana saldırdılar. Ve hepsi de savaşarak öldüler.” diye yazmıştır.
Roma döneminde Romanın ağır vergilerine itiraz eden Xanthos, Brutus komutasındaki Roma ordusu tarafından kuşatılır. Brutus Xanthosu ağır yenilgiye uğratmış ve ordusuna Xanthosluları canlı ele geçirmelerini emretmiştir. Ancak roma ordusu sadece 16 Xanthosluyu canlı olarak yakalayabilmiş ve Brutus istilaya gittiği şehirlerde, savaşırsanız işte böyle yok olursunuz diye göstermek için bu 16 Xanthosluyu hep yanında taşımıştır. Xanthos kazılarında ortaya çıkan aşağıdaki kitabe, Xanthos’luların özgürlüğe olan düşkünlüğünü ve istilacılara karşı bitmeyen direnişlerini anlatır.Xanthos Kitabesi
Evlerimizi mezar yaptıkMezarlarımızı evYıkıldı evlerimizYağmalandı mezarlarımızDağların doruğuna çıktıkToprağın altına girdikSuların altında kaldıkGelip buldular biziYakıp yıktılarYağmaladılar biziBiz ki analarımızın, kadınlarımızınVe ölülerimizin uğrunaBiz ki onurumuz ve özgürlüğümüz uğrunaToplu ölümleri yeğleyen bu toprağın insanlarıBir ateş bıraktık geride

BİR MASALYeşil Göl -Uçarsu
Uçarsu Akdağdaki su kaynaklarının en büyüğüdür. Akdağın tam bağrından ve doruğa yakın bir yerden çıkar. Önce hızla gökyüzüne doğru fışkırıp sonra da ovaya doğru kıvrılarak döndüğü ve bir şelale gibi aktığı için adına Uçarsu demişlerdir. Uçarsu ve öteki dağ sularının hepsi Akçayda birleşirler. Akçay önce Gömbeyi sonra da bütün Elmalı Ovasını sular ve Torosların arasında kaybolur gider. Dağların altından Akdenize dökülür.Yeşil Göl- Uçarsu masalını Hacılı anlatmıştı. Hacılı Ahlat köyünde yaşardı. Yüz yaşında olduğu ve dokuz kez hacca gittiği söylenirdi. Bu yüzden de Hacılı lakabı ile tanınıyordu. İyice kısalmış boyu, küçük çekik gözleri, uzun beyaz sakalı ve duru bir yüzü vardı. Bize her yıl ziyarete gelirdi. Masalı “ bu yörenin beyi büyük büyük dedeniz” diyerek anlatmaya başlamıştı. Başkalarından da dinlemiştim. Beyin adı Ali Veli. Onun beyliğinde her yerde sular bol, otlaklar verimli, hayvanların etleri sıkı ve kokulu imiş. Ali Velinin heybetli görünümü, adil yönetimi ve obasındaki bolluk dillere destan olmuş. Bu durum yöredeki cinlerin dikkatini çekmiş ve kraliçe cin Ali Veliye aşık olmuş ve onu heryerde takip etmeye başlamış. Değişik görüntülerde ve değişik yerlerde beyin önüne çıkıyor, naz ediyor, bel kıvırıyor ancak bir türlü karşılık göremiyormuş. Ne yaptıysa olmamış. Ali Velinin aklını da gönlünü de çevirememiş. Sahilden Akdağa göç zamanı imiş. Yine göç başlamış. Akşama doğru torosların eteğinde mola vermişler.Oba, çadırlarını kurup hayvanlarını sularken ve bir taraftan da ateşi yakıp akşama hazırlık yaparken beyin çadırına bir atlı haberci gelmiş. Haberci, beye, sahilde kalan babasının aniden hastalandığını ve birden yatağa düştüğünü söylemiş. Ali Velinin babası yaşlı akrabaları ile birlikte otlaklara göz kulak olmak ve Merigistanla olan ticareti devam ettirmek için sahilde bekçi kalmış. Hep böyle olurmuş. Obanın bir kısmı sahilde bir kısmı da yaylada bekçi kalırmış. Bey derhal atına atlamış ve doğru sahilin yolunu tutmuş. Adamları beraber gidelim, seni yalnız bırakmayalım dedilerse de kabul etmemiş. Siz buraya lazımsınız,obanın başından ayrılmayın yolunuza devam edin, göçü devam ettirin ben size yetişirim demiş ve yola çıkmış. Sahil mola yerine bir hayli uzaktaymış. Ali Veliye debelleş olan cin bunu fırsat bilmiş ve dünyanın en güzel ve en çekici kadını kılığına girerek beyin yolunu kesmeye karar vermiş. Ali Veli göçlerin son mola yeri olan bol gölgeli yüksek meşe ağaçlarının altındaki çeşme başına kadar hiç durmadan gelmiş. Elini yüzünü yıkayıp suyunu içtikten ve atını suladıktan sonra tam ata binmeye hazırlanırken Ali Veli al beni, al yanına koy beni diye işveli bir kadın sesi duymuş. Ali Veli önce destur çekmiş ve sonra sese doğru dönmüş ve öylece kalakalmış.Kadın beye, ben yukarı Ahlattan oduncu Cemilin yanından kaçtım. Beni yanına al, himayene al demiş. Bey oduncu Cemili duyarmış. Oduncu Cemil hep obadan ayrı hareket eder, ayrı yerlerde çadır kurarmış. Çoğu zaman Akdağın en uzak yerindeki suların çıkdığı yerde yaşar ve aynaya bakarmış. Aynada geleceği görür ve gelecekten haber verirmiş. İnsanların arasına pek karışmazmış. Ona kimse uğramaz ve de onunla kimse uğraşmazmış. Devletin adamları bile vergi almak için herkesi tek tek yoklarken, onun evinin önünden hızlı hızlı geçerlermiş. Çünkü cinleri varmış. Gelecekten geçmişten her şeyden onu haberdar ederlermiş. Bütün ovayı ta tepeden gören yerdeki evinden bütün ovada ve dağın eteğinde yaşayanları tek tek izler ve olacakları haber edermiş. Beyin yoluna çıkan kadının mavi ve yeşil karışımı gözleri, uzun siyah saçları,kuğu gibi uzun boynu varmış. Bey vurulmuş gibi ,ne diyeceğini şaşırmış,dili tutulmuş..Ya onunla beraber olacak, ya da yolundan dönmeyip bir an önce hasta babasına gidip tekrar obaya halkının başına dönecekmiş. İradesi güçlü gelmiş ve yoluna devam etmeye karar vermiş. Ancak bu güzel kadına da, beni burada bekle, yine döneceğim. O zaman seni yanıma da buyruğuma da alırım demiş ve atını sürmüş. Bey, yolda henüz ilerlemişken ve tam ormandan düzlüğe çıkılan yerden geçerken atının arkasında birini oturur bulmuş. Kraliçe cin birden atın terkisine atlamış. Amacı bu defa beyi alt etmek, onun gönlüne de kanına da girmekmiş. At ürkmüş, huysuzlanmış. Zınk diye durmuş. Bey durumu fark etmiş. Bu olsa olsa sürekli ona debelleş olan, sürekli rüyalarına giren ve uykusunda onu kandıran kadın cinin ta kendisi. Destur çekerek birden kırbaçla kadını belinden sıkıca kavrayıp sonrada beline bağlamış ve yoluna böylece devam etmiş.Yöre beyi, babasının köyüne geldiğinde babasını yatar halde hasta bulmuş. Oğlum, oğlum birden yatağa düştüm. Elim, kolum ve ayaklarım tutmuyor. Ne yaptıysak olmadı. Ormanın bütün otlarını denedik. Karşıdan Merigisten Doktor Firenos beyi getirdik yine olmadı. Merigis hemen karşıdaki adalardan kurulu çok eski bir yer imiş. Onlar ticarette çok ileri gitmişler. Çok ünlü doktorları ve gemicileri varmış. Dünyanın pek çok ülkesi ile denizaşırı ticaret yapıyorlarmış.Akdenizden geçen bütün yük gemileri mutlaka bu adalara uğrarlar ve erzaklarını bu adalardan alırlarmış. Yöre beyinin obası da bu yüzden Merigise en yakın adanın karşısındaki koylara yazlık kurarlar burada yaptıkları iskelelerden adalara yükleme yaparlar, et ve buğday ile yöre kilimlerini satarlarmış. Firenos bey Akdenizin bütün adalarının ve bütün yörelerin en ünlü doktoru imiş. Kendisine Rodostan, Kıbrıstan hastalar gelirmiş. Yöre beyinin babasının hastalığına bir şey diyememiş. Ayağa kalkması ancak bir mucize ile olur demiş ve tekrar Merigistana dönmüş. Yöre beyinin babası Beye, ben yatağa mahkum oldum belki bir daha kalkamayacağım işte seni gördüm artık sen git durma,halkının yanına dön. Onları beysiz bırakma demiş.Yöre beyi hareketsiz bir halde babasını dinlemiş. Bir taraftan aklından sakın bu da bu cinin marifeti olmasın gibi düşünceler geçiyormuş. Sonra birden yanında sıkıca tuttuğu cini babasına göstererek işte baba bize debelleş olan cin, onu yakaladım. Bana hemen bir kazan getirin cini ona kilitleyelim, burada sana emanet edeyim. Sakın bir kez olsun dışarıya bırakmayın demiş. İnanışa göre destur çekilip yakalanan ve hemen bir kazana kilitlenen ve kırk gün hiç aralıksız kazanda kilitli tutulan cinler kendiliğinden kaybolup giderlermiş.Köyün en eski ve en büyük kazanını getirmişler. Cini kazana koymuşlar ve ağzını sıkıca kapatıp büyük bir kilitle kilitlemişler. Bey kazanı babasının olduğu bölüme bırakarak babasının adamlarını kazana da babama da dikkat edin sakın bir kez olsun onu dışarı bırakmayın diye tekrar tekrar tembihlemiş ve tekrar obasını bıraktığı yere dönmüş. Cinin üç beş gün hiç sesi çıkmamış. Bu arada beyin babasının ağrıları aynı şiddette devam ediyormuş. Bir gün bey babası kazandan gelen ağlama sızlama sesleriyle uyanmış. Kazandaki cin hem ağlıyor hem yalvarıyormuş. Ali Veli sal beni,Ali Veli sal beni. Beyin babası bunları duymazlıktan geldiyse de ağlamalar sızlamalar gün geçtikçe giderek artmış. Ancak ihtiyar bey oğluna verdiği söze istinaden bir kez olsun kazanın kapağını açmamış. Böylece günler geçmiş. Beybabanın ağrıları ise artık dayanılmaz hale geliyormuş. Bir gün cin beybaba bırak beni gideyim, ağrılarını keseyim, bırak beni gideyim, ağrılarını keseyim diyerek yalvarmasını devam ettirince ihtiyar bey buna kulak kabartmış. Sonunda dayanamayıp, cine seni bırakırsam ağrılarım gerçekten dinecek mi? deyivermiş. Cin eğer beni bırakırsan bütün ağrıların diner, seni ayağa kaldırırım demiş. İhtiyar bey de nihayet peki seni bırakayım ancak şartlarım var demiş. Buna göre ihtiyar bey cini bırakacak, cin de hiç kimsenin göremeyeceği kadar uzaklarda yaşamına devam edecekmiş. Cin bunu kabul etmiş. En uzaklara, en yükseklere gidecek hiç kimseyle birlikte olmayacak ve oğluna da kendisine de debelleş olmayacakmış. Kazanın kapağının açılmasıyla beraber kraliçe cin kazandan ve çadırdan uçarak uzaklaşmış gitmiş. Bey iyileşmiş. Cin kaybolmuş. Cin ta torosların üstünden Akdağ’ın doruğuna kadar uçmuş gelmiş. Cin intikam için yöreyi susuz bırakmaya karar vermiş. Yöredeki bütün su kaynaklarını doruğa doğru çekip yeşil gölün altına akıtarak bütün suları yeşil gölün altına kilitlemiş. İşte ne olduysa bundan sonra olmuş. Bütün yörede kuraklık başlamış. Cin uçarsuyun dibinde oluşan kazan şeklindeki gölde yaşamaya başlamış. Göl, Yeşilin gözlerinin rengini almış, hem yeşil hem mavi olmuş. Yöre halkı ne yaptıysa olmamış. Su aramaları, yağmur duaları hiç biri çare olmamış. Dağların altından gürül gürül su sesleri geliyor ama bir türlü yerin üstüne çıkmıyormuş. Su, yeşil gölün altındaymış. Aylar, yıllar geçmiş. Beyin yetişmekte olan oğlu yöre halkını kuraklıktan kurtarabilmek için sürekli suyu düşünmeye ve suyu aramaya başlamış. Her gün rüyasında yeşil gölü görüyor, yeşil gölün altındaki su beyin oğluna gözüküyormuş. Annesine ve arkadaşlarına su yeşil gölün altında diyetrek bir gün yeşil göle gideceğini söylüyormuş. Herkes buna karşı çıkıyor ve onu bu tutkusundan caydırmaya çalışıyormuş. Çünkü o güne kadar yeşil göle gidip de dönen hiç olmamış. Yeşil göl çok uzaklarda ve çok yükseklerde olduğundan gidenler kayboluyor , bir taraftan da yeşil göl çok güzel olduğundan oraya kadar gidip onu görenler dayanamayıp göle girince göl onları derinliğine çekip yutuyormuş. Yani yeşil göle kadar giden hiç kimse geri dönmemiş. Annesi hergün ağlayıp yalvarrmış. Oğlum gitme, göldeki kadın seni de kandırır, seni de götürür. Yöredeki kadınlar arsında ise yeşil gölde güzel bir kadının yaşadığı, giden gençleri hep onun götürdüğü inancı varmış. Böylelikle yeşil gölün esrarı halk arasında dilden dile dolaşır olmuş. Bu nedenle de hiç kimse Yeşil Göle gitmez ve yöre halkı özellikle gençleri göle göndermezmiş. Bütün buları kim dinler? Yöre beyinin oğlunda yeşil göl bir tutku haline gelmiş. Hiç kimseye söylemeden bir gün sabah erkenden kalkarak yeşil gölün yolunu tutmuş. Saatlerce gitmiş, iki dağın doruğunun kesiştiği kısığa kadar gelmiş. Bundan sonra kısıktaki kayalar dik ve sarp olduğundan artık yürüyerek ve dağa tırmanarak gitmesi gerekiyormuş. Atını dağın hemen eteğindeki oduncu Cemilin evine bırakmaya karar vermiş ve oduncu Cemilin yurduna doğru yönelmiş. Burası tam yamaçta selvi ve ardıç ağaçlarının ve su kaynaklarının arasında bir yermiş. Kuraklıktan sonra buradaki su kaynakları da çekilmiş ve iyice cılızlaşmış. Aşağıda uzun bir vadi ve bütün sıra dağlar göz alabildiğince uzanıyormuş. Beyin oğlu oduncu Cemile seslenmiş. Kapıya kızı çıkmış. İnce, uzun boyu, siyah uzun saçları, bembeyaz elleri ve yeşil ve mavi karışımı gözleri ile o kadar güzelmiş ki beyin oğlunun dili tutulmuş. Hiçbir şey söyleyemeden öylece kalakalmış. Kız onu içeriye davet etmiş, önüne sofra koymuş. Oduncu Cemil karısı, kızı hep beraber sofraya oturmuşlar. Beyin oğlunun neden orada olduğunu anlamaya çalışmışlar. Beyin oğlu, kınalı keklik avına geldiğini, atının birkaç gün onlarda kalmasını isteğini söylemiş. Kınalı keklik, kartallar gibi çok yükseklerde ve sarp kayalıklarda yaşarmış. Yemekten sonra beyin oğlu tekrar yola koyulmuş. Yeşil onu uğurlamış. Beyin oğlu gittikten sonra oduncu Cemil meşhur aynasına bakmış. Aynada dağların sarsıldığını, yerden suların fışkırdığını ve nehirlerin aktığını görmüş ve birden su geliyor, su geliyor diye bağırmaya başlamış. Hem bağırıyor, hem de aşağıya vadiye doğru uçar gibi koşuyormuş. Babasını bu halde gören Yeşilin aklına da birden beyin oğlunun su için Yeşil Göle gidebileceği gelmiş ve hızla arkasından ona yetişmek ve onu durdurmak için koşmuş. Beyin oğlu da bu arada yukarıda, dağın eteğindeki son ağaç olan tek ardıca kadar gelmiş. Yaşlı ardıcın hemen arkasında yükselen sarp tepelerin arasındaki yarları da aşarak iki dağın arasında, dağlara asılı gibi duran dar ve yüksek bir düzlüğe ulaşmış. Burada çakıl taşları gibi beyaz ve yuvarlak büyük kayalar varmış. Burası kartalların ve kınalı kekliklerin yuva yaptığı yermiş. Yeşil Göl karşıda Akdağın doruğunda bir çanak şeklindeki sert ve parlak kayaların üzerinde bir elin avucunun içindeymiş gibi duruyormuş. Zirvedeki karlardan akan suların kavuştuğu göl, güneşin hemen altında parlıyor ve sürekli mavi ve yeşil renkli ışıklar yansıtıyormuş. Manzara o kadar güzelmiş ki beyin oğlu şaşırmış kalmış. Göle doğru tırmanmaya başlamış. Yörede kekliklerin dilinden en iyi anlayan oymuş. keklikleri keklik gibi öterek yanına çağırmış. Göle ulaşmak için onları takip etmeyi düşünmüş. Hiçbir keklik gelmemiş ama bütün palazlar yuvalarından çıkarak birer birer beyin oğlunun etrafında toplanmışlar. O sırada ilerideki kayalıkların arasında dev bir kartal gözükmüş. Kartal, Onu iyice süzmüş ve birdenbire ve hızla ona doğru uçmaya başlamış. O ürkmüş. Ne yapacağını bilemeden öylece durmuş kalmış. İşte tam o sırada bir keklik sesi bütün kısıkta ve kayalıklarda yankılanmış. Bu ses kınalı kekliklerin en büyüğünden ve en güzelinden geliyor ve kartalı yanına çağırıyormuş. Kartal yavaşlayıp sesin geldiği yere dönmüş ve tam kınalı kekliğe doğru uçmaya başlamış ki o anda gölde bütün güzelliği ile bir kadın gözükmüş. Ve yine tam o anda kınalı kekliğin ve kartalın çığlıkları ile su sesleri birbirine karışmış ve büyük bir şelale gürültüsü bütün ovayı ve akdağları kaplamış. Yeşil gölün altındaki su patlamış, önce gökyüzüne, sonra da hızla ovaya doğru fışkırmaya başlamış. Derelerde gürül gürül suların aktığını gören yöre halkı sevinç çığlıkları ile yaşasın, yaşasın, yeşil göl patladı, akdağdan su fışkırıyor, su uçuyor, yaşasın, yaşasın su geldi diye bağırarak sağa sola koşuşturmaya başlamışlar. Sonra oba beyinin yurdunun önünde toplanmışlar Oba beyi Akdağlara dönerek bir süre uçan suyu seyretmiş ve gözleri arkadaşlarının arasında oğlunu aramış. Sonra yöre halkını selamlamış ve atına atlayıp hızla yeşil gölün yolunu tutmuş. Yöre halkı beylerini yalnız bırakmamış. Onu takip etmişler. Beyin oğlunun kartalla mücadele ettiği yere kadar gelmişler. Fışkıran su tam burada toprağa dökülüp bir şelale oluşturuyormuş. Şelalelin etrafını büyük çakıl taşlarla çevirmişler ateş yakıp dua etmişler. Beyin oğlunu bir daha gören olmamış. Yeşili de görmemişler. Akdağdan fışkıran suya Uçarsu demişler. Uçarsuyun suyu hiç kesilmemiş.Turgut Bilgin