Başlığı boşverin… Kaçımız hatırlıyoruz lisedeki dilbilgisi terimi “geçişli”liği? Hemen açıklıyorum: Bir eylem, iradi olarak gerçekleştirilebiliyorsa, bu eylem için “geçişlidir” denir… Mesela “yazmak” geçişli bir fiilken, “unutmak” geçişsizdir.

Dikkat çekmek istediğim ise, akıllı “olunabileceği”!

“Zeki ve akıllı olmak” konusunda bazen sohbet ederiz. Ortak tanıdıklarımızdan kimin akıllı, kimin zeki, kimin hem akıllı hem zeki olduğunu tartışırız. Ve tartışma bazen kişilerden, “akıl ve zeka”nın bilimsel anlamına gelir. Bu tür sohbetlerde genellikle varılan sonuç zekanın geliştirilebildiği, akıllı olmanın ise doğuştan kazanılabilecek bir özellik olduğu yönündedir. Bu sonuca neden varıyoruz? Çoğumuzun elinde şu veriler var:

1- Zeka, beynin farklı bölümlerinde bulunan ve farklı işlevleri yöneten alanları arasında kurulan fiziksel (aynı zamanda kimyasal) bağların yoğunluğu, ve bu bağlar üzerinde gerçekleştirilen elektriksel iletimin hızıyla ilgilidir. Bu bağların tümüne “ağ yumağı” adı verelim…

2- İnsan doğduğu andan itibaren, çevresinde algıladığı renk, koku, ses, şekil gibi her türlü girdi, ağ yumağının dahakarmaşıklaşmasına neden olmakta. Bebeklikten çocukluğa geçerken* bu girdiler, işlenebilecek birer “veri” haline gelip,önceden edinilenlere eklenerek birer “hafıza, bilgi, deneyim” birikimi oluşturuyor.

3- “Zeki” sayılmak için, depolanan çeşitli (hatta, genellikle birbiriyle ilgisiz) veriler arasında gerekli “bağ”larıkurabilmek yeterli değil, bu bağı ortalamanın altında bir sürede kurabiliyor olmak gerekli. Örneğin, zeka için yaygın birgösterge, yapılan kaliteli espriler… Espri yapmak, genellikle bahsedilen bir konuda, bir çelişkiyi ortaya koymak, ya da okonuya paralel, ama başka bir konu başlığına dahil bir “modelleme” yapmak şeklinde geliştiğinden, bunu spontane olarakgerçekleştirebilen arkadaşlarımızı “zeki” kategorisine sokuyoruz. Ya da üniversitede statik dersi alırken, lisedeki momentkonusuna kolayca atıfta bulunarak dersi anlamasını kendi kendine kolaylaştıran sıra arkadaşımıza “Hmm, sen bayağızekiymişsin” diyor, çoğumuz…

Zeka hakkında bunları biliyoruz… Peki akıllı olmak nasıl oluyor? “Akıllılık” tanımını, genellikle yaptığı eylemin sonucunuöngörebilen ve mantıklı bir adım atarak o sonuca vardığında bir avantaj sağlayan insanlar için kullanıyoruz. Zeka’dan farkı,sıradışı bir davranış biçimi olma ya da kısa sürede çözüm üretme gibi bir özelliğin göze çarpmaması… Zeka ile akıl arasındaböyle bir ayrım ortaya koyduğumuzda, ayrımın doğru olduğunu varsayarak ben diyorum ki, zekayı geliştiren faktörlerin çoğubize dışsal olduğu halde, herkes “akıllıca” davranabilir…

Bu elbette fantazi müzik şarkıcılarının şarkı sözlerinde geçen “Akıllı ol!” (Hatta iğrenç bir şekilde, “senin aklını alırım!”diye tamamlanan) emir kipli söylemle başarılacak değil. Bence, öncelikle akıllıca davranmanın fiziksel anlamını düşünmekgerekiyor. Bu noktada sadece tıbbın ilgi alanına giren incelemeyi değil, meselenin sosyal boyutunu da işin içine katmayıöneriyorum.

Daha karışık hale sokmadan, dilimin altındaki baklayı çıkarıyorum:

Biyoloji dersinde, sıvıların hücre zarından hücrenin içine kendiliğinden geçmesine “difüzyon” adı verildiğini öğrenmiştik. Buiş kendiliğinden olduğuna göre, dışarıdan enerji vermek gerekmiyordu. Ama hücre zarından kendiliğinden geçemeyecek yapıdakimaddelerin hücrenin içine girmesini istiyorsak, “enerji” harcamalıydık. Ben hücre dışından hücrenin içine maddelerinkendiliğinden girmesi ya da dışarıdan enerji verilerek sokulması olayı ile, zeka göstergesi ya da akıllılık göstergesi olanolaylar arasında bir analoji kurdum… (Bunu hiç düşünmeden, aniden yapıverdim… Çok zekice, değil mi?)

Şöyle ki;

Sohbetin ortasında dört kelimelik bir esprili cümle kurup bizi kahkahaya boğan zeki arkadaşımız bunu “düşünerek” mi
yapıyor? Son yaptığınız kaliteli espriyi düşünün… Bir anda aklınıza gelen birkaç kelime art arda dizilip ağzınızdançıkarken siz “bir espri yapayım” dememiştiniz, değil mi? Kendiliğinden oldu. Sohbet sırasında kulağınızdan beyne ulaşansinyaller beyninizde, anlatılan olayla ilgili olan, ama duyanları güldürecek bir zıtlık taşıyan başka bir olayın kayıtlıolduğu bölüme de gitti, oradan bazı verileri aldı, anlatılan olayla ilgili bağı kurdu, düzenledi ve komik bir cümle halinegetirdi… Siz de bu sırada en fazla “şu komik cümleyi seslendirmeyi bitireyim de, ben de arkadaşlarımla birlikte güleyim”diye düşünmüş olabilirsiniz… Yani siz espriyi yapmadan önce bir düşünme seansı geçirmediniz. Kendiliğinden oldu! İşte bu,analojimde difüzyona karşılık düşüyor. Beyniniz enerji harcamadı, beyinde sinir uçları arasındaki potansiyel farkı nedeniyleoluşan elektriksel bir sinyal yola çıkıp, sizin için herşeyi hallediverdi, imajınızın yanındaki “zeki ve esprili”niteliklerinin yanına bir çentik daha attı arkadaşlarınız…

Peki nasıl akıllı olacağız? İşte bahsettiğim sosyal boyut burada işin içine giriyor… Üreteceğiz!

Gazete okurken tüketiyoruz, televizyonda dizi izlerken tüketiyoruz, müzik dinlerken bile tüketiyoruz! Oysa köşe yazarıyazısını kaleme alırken, mizahçı dizinin senaryosunu üretirken, besteci dinlediğimiz şarkıyı notalara dökerken hepsinin beynienerji harcıyor!

Fikir üretmenin sosyal boyutu, toplumsal hayatta çoğumuzun kanıksadığı “her alanda sadece tüketici olma” konumundankaynaklanıyor. Hücrenin içine maddeyi sokmak, enerji harcamadan olmuyor! Okulda bir dersi geçmek için, işyerinde karşılaştığıbir sorunu çözmek için, hatta kız arkadaşıyla ilişkisini sağlıklı olarak sürdürmek için düşünen insanlar akıllıca davranıyor,

ve kesinlikle beyinleri, sıradan insanlara göre daha fazla glikoz tüketiyor! **

Zekanın da, aklın da doğuştan kazanıldığını öne süren, ortalama zekaya sahip olan ve akıllı olarak nitelendirilemeyecekinsanlar, bence zekice ya da akıllıca davranmamaktan başka, bir de tembellikle suçlanabilirler! Düşünce tembelliğiyle,elbette… Aptallaş(tırıl)ma sebepleri ne olursa olsun, düşünme ve çözüm üretme’nin enerji harcamadan, yorulmadangerçekleştirilemeyeceğini fark etmeleri ve kabullenmeleri, bu durumdan kurtulunması için önemli bir adım diye düşünüyorum.

Zekanın geliştirilmesi için doğum sonrasından itibaren çeşitli yöntemler öneriliyor; Bebeğin etrafında daha çok renkli, hareketli, sesli nesneler bulunması, onun ilerideki zeka altyapısını sağlayacak olan “ağ yumağı temeli”nin daha karmaşık olmasını sağlıyor. Bunun üzerine daha sağlam bir yapı kurabiliyoruz… Diyelim ki bebekliğimizi beyaz badanalı bir duvara bakarak, sessiz bir odada, annemizin kokusunu bile almadan, biberon ağzımıza dayalı olarak geçirdik… Ve kimse zeka’dan bahsederken adımızı saymıyor… O zaman hiç de kendiliğinden gerçekleşmeyen bir edim olan “düşünme”ye daha fazla vakitayıralım derim.

(*) Henüz insani bir bilinç kazanmamış bebek için “renk” girdilerinin anlamı yokken, anne-babasını diğer insanlardan ayırtedebilen, çıkardığı seslerle derdini anlatma çabasında olan daha büyük bebek artık sütün renginin beyaz olduğunu, çıngıraklı arabasının hep aynı sesi çıkaracağını bilmektedir.

(**) Bu bilgi de biyoloji dersinden: Beynin tükettiği tek madde, glikozdur.

(***) Bu konuda bir yazı yazmak zevkli olur diye düşünmüştüm ama, giriş ve gelişmeden sonrası oldukça kopuk oldu, yazıyı yazış amacım ortaya konamadı, okurun kafasında şekillenmeye başlayan resim yarım kaldı. Sanırım az glikoz tükettim.