Adın batsın senin günlük,
Bu gün de yüzüm gülmedi. Sabah sabah başıma olmadık belalar geldi. Önce, işe geç kalmamak için (artık erken kalkmak gibi bi sorunum kalmadı. Çünkü işten kovuldum.) 07.30’a kurduğum polis telsizi ebatlarındaki dandik cep telefonumun saati çalmadı. Evet evet çalmadı. Bi anlam veremedim doğrusu. Oysa yatmadan önce ayarlamıştım. Daha evvel de başıma geldiğinden biliyorum, ayarlamayı unutmamak için çok dikkatli davranmıştım bu kez. Ama n’oldu? Çalmadı! Çalmasını bekliyordum. Öyle fabrikalardaki canavar düdüğünü andıran, kafa sikici bağırtısıyla beni yatağımdan hoplatan telefonum bir kez daha ibnelik yaptı bana. Her defasında arkadaşlar uyarırlar beni, oolum bi saat al evine, kur paşa paşa, sabah erken git işe… ama benim saatim var ki. Ben cep telefonumun saatiyle uyanmak istiyorum. Hem şekerleme diye bi özelliği de var. Ortadaki OK tuşuna bastığımda kısa bi süreliğine susuyo, sonra yeniden ötmeye başlıyo. Ama yanındaki C tuşuna basarsam tamamen kapanıyo. Bu duruma dikkat ediyorum ben. Daha önce bayaa bi C tuşuna bastım uyanamadım, ama artık alıştım. Artık ezbere biliyorum yerini. Otomatiğe bağladım. Uyanmadan doğru tuşa basabiliyorum. Birkaç kez beni uyandırma girişiminde bulunuyor. Alıştıra alıştıra uyandırıyorum kendimi. Yoksa şoka giriyorum, o gün moralim hep bozuk oluyor. Saat olmaz. Saati direk kapatıyorum. Ondan sonra da uyan uyanabilirsen. Yok yok en iyisi telefon. Esas sorun 1960’ların bilim-kurgu filmlerinde görülen benim boktan telefondan kaynaklanıyor. En iyisi daha arızasız bi telefon alayım ben kendime.
Neyse, telefon ötmedi diyordum. Duvardaki saate baktığımda iş işten geçmiş, ben de muhtemelen işten kovulacağımı anlamıştım. Ön sezilerimin güçlülüğünden midir nedir? O hızla yataktan fırlamak istedim… istedim çünkü istemek elde etmenin yarısıdır. Hazır geç kalmışken biraz daa yatıyım, ama uyumayayım, yatakta debelenip tam anlamıyle ayılayım dedim. Tam bu sırada çalan PTT’ye borcundan dolayı aramalara kapalı ancak dışarıdan gelen aramalara açık telefonumun sesiyle kendime geldim. Bereket tam zamanında çaldı, yoksa tekrar uyuycakmışım. Telefonun yanına gitmek için yataktan inip ayağımı yere bastığımda ölüyorum sandım. Topuğumdan direk beynime en kestirme yoldan tarifsiz bir acı sinyali gönderildi. Tanrım! Kendimi bile korkutacak yükseklikte bi çığlık attım ve neyi farkettim biliyormusunuz? (bu arada telefon yanlış kişiyeymiş) İnsan kötü bişeyle karşılaşınca tek başına da olsa çığlık atabiliyor. Ona yardım edebilecek kimsenin olmadığını bile bile. Refleksif bişey diye düşündüm o an. Her şey saniyenin binde biri kadar bi sürede gerçekleşmiş olsa da, ben o arada annemi, babamı, kardeşlerimi, son doğum günümde bana üzerinde Simson ailesi resimleri olan bir çift çorap hediye ede Nilay’ı, Kadıköy’de pilav yediğim pala bıyıklı abiyi gözümün önüne getirdim. Gözlerimi isteksiz isteksiz olayın gerçekleştiğiyöne doğru çevirdim. Aman tanrım topuğuma koca bi çatal saplanmış. (Biliyorum hemen hemen tüm çatallar standart büyüklükte olur ama o, o an gözüme olduğundan daha büyük göründü.) Kim koydu o çatalı oraya, ne işi vardı yatağımın yanında… Biraz tentürdiyot basıp delikleri bantla tıkadım. Artık kan akmıyordu ama, sızısı kıçımdaki basurun acısını bile unutturuyordu. Ayağım acıya alışsın diye topuğumu bastıra bastıra odanın içinde birkaç tur attım ve guruldayan mideme birşeyler göndermek için mutfak gibi duran bölüme yöneldim. Hay lanet olsun! Ekmek yok .mına koyiim. Dolabın kapısını açarken kapak öbür ayağımı yaraladı bu kez. Üzerine düştü pezevenk! Bu kaçıncı düşüşü be kardeşim, ayağım kangren olma tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Kesçekler ayaamı. Bu dolabı kerhane gibi bi yerden 20 milyona satın almıştım. Ordan buraya getirebilmek için ise 35 milyon ateşlemiştim pezevenk arabacıya. Sivaslıydı zaten. Hiç unutmam iki kişilik kamyonete 4 kişi binmiştik de, ben sıkış tepiş vites kolunun üstüne oturmuştum yanlışlıkla. Ukala herif sözümona gerginliğimi üzerimden atmam için, ‘ne o, akraba olmuşsunuz benim düldülle’ babında iğrençötesi bi “espri” sıçmıştı. İşte o siktiğimin dolabı ayağımın pestilini çıkardı. Dolabın içine bir göz attım. Bişey göremeyince iyice içine abanıp yiyecek aramaya başladıysam da bi sonuç alamadım. Yılbaşından kalma turşular ve artık toz şeker haline gelmiş ayva reçeli vardı. Ekmeksiz de yenmez ki bunlar dedim kendi kendime. Sigara içmeden önce bişeyler yemem lazımdı. Zira canım feci şekilde sigara içmek istiyordu. Turşuların hepsini yedim. Sonra da reçelin dibini kazıyıp gövdeye indirdim. Sonra da geğirdim. Bunca acıdan sonra pek bi mutlu oldum. Üstüne de bi keyif sigarası tellendirdim. Eskiden Tekel 2000 içerdim. Çok pahalandı. Şimdi Viceroy (burası çok önemli: Vayzıroy diye okunuyor.) marka cigara içiyorum. 1 milyon 800 bin lira. İlk çıktığında almakta zorlanıyordum, çünkü ismini telafuz edemiyordum. Bakkala girince ecel terleri döküyordum rezil olcam diye. “şey” diyordum, “şey… sigara alacaktım da. Şey sigarası… yeni çıktı da… böyle kırmızı gibi kapağı vardı. Viktorya diyesim geliyo ama diil. Viceroy yazıyo üstünde.” Adam aval aval bakıyor, kimbilir ne düşünüyordur. Panik krizleri cabası. Bazan sormaya cesaret edemediğim yerlerden başka sigara alıp çıkıyordum. Sonra nasıl olduysa okunuşunu öğrendim bi yerden. Vayzıroy… sigaranın okunuşunu öğrenmem pek bişey değiştirmedi. Çünki bu sefer de ismi bi garip geliyordu söylerken. Ne biçim sigara ismi bu yahu, Hollywood filmi ismi gibi. Bakkala “bi vayzıroy alabilirmiyim diyince” hö! oluyordu. “Buyır???” “haa viktorya sigarası istiyon seeen” Şansımı sikiim ya. Nerden beni bulur bu acaiplikler. Yoksa ben mi acayipim. İçtiğim sigara mı acayip. Sigaramın son dumanını da üfledim. Bu arada kültablasını almaya üşendiğimden külleri avucumun içinde ufalayıp havaya doğru üflediğimde onlardan kurtuluyordum. Ama izmaritler büyük sorun. Onlar için bi çare üretemedim şimdilik, ama ona da bişey bulurum evelalla, düşünüyorum. İşe gitmek için evden tam çıkıcam, çoraplarımın fena halde koktuğunu farkettim. Olur a, biyere misafirliğe felan giderim, rezil olurum valla. Daha önce oldum. Ev sahibinin kokudan geberdiğine tanık oldum. Soluk alışlarının bir hayvanın, mesela mandanınki gibi değişmesi, buzz gibi havada “içerisi çok sıcak oldu” denilerek pencerelerin açılması, benden hep uzakta oturulması vs. vs… Ama yapçak bişey yoktu. Ayağın kokuyo senin bilader diye yüzüme vuramazdı ya. Ama vuranlar oluyordu. Amına koduklarımın! Ben rezaletin son perdesini oynarken aklıma hep Can babanın “ne kadar kötü kokarsak, ne kadar rezil olursak o kadar iyi” mısraları geliyodu ve beni bi nebze de olsa rahatlatıyordu. Yine benzer tripleri yaşamamak için çoraplarımı yıkamaya karar verdim. Tuvalete girdim. (çünkü banyoyla tuvalet aynı yerdeydi. Sıçmak için bi delik vardı. Ve o deliğin olduğu yerde yıkanılıyordu. Rezalet diymi?) Banyoda tek terlik vardı. Kim bilir diğeri hangi cehennemdeydi! Üç gündür tek terliğin üstüne basarak sıçıyor ve işiyordum. Yine tek terliğin (soldu galiba) üstüne iki ayağımla basarak çeşmeyi açtım. Toz deterjan biteli aylar olmuştu, ama yakında alacaktım. Geçenlerde migrostan çaldığım (hep derler, büyük hipermarketlerde çalınan şeyin barkodu dışarı çıkarken ötüyo diye… Yalan! Ötmedi. Hırsızlık yapılmasın diye kandırıyolar bizi) şampuanla yıkadım çoraplarımı. Yüzümü de onunla yıkıyordum zati. Yumuşacık yapıyor. Bi keresinde de şampuan bitmişti bu kez traş kremiyle saçlarımı yıkamıştım da keçe gibi olmuştu saçlarım. Her neyse, çorapları yıkadım ama ıslak ıslak nassı giyecektim. Saç kurutma makinesi var ya. Bildiğimiz saç kurutma makinesi canım. Çorabı ağzına geçiriyon onun, sonra en yüksek ısıya alıp çalıştırıyosun. Çorap balon gibi şişiyo bööle. 30 saniye bile sürmüyo kuruması. Boşuna demiyorlar tembel adam yaratıcı olur diye. Bazen kot pantolonumu da kurutuyom onunla. O biraz daa uzun sürebiliyor. Ama ben çarpılmaktan korktuğum için önce çorabı makineye geçirip fişi takmadan düğmesini açıyorum, sonra fişi takıyorum uzaktan. Her ihtimale karşı tedbir alıyorum. Giydim çorapları. Biraz da parfüm sıktım. Fahrenayt… Oh be mis gibi. Bu sayede ayaklarımdan kötü kokular yükselmeyecek. Bazen ayakkabılarım giyinikken bile koku sarıyor ortalığı. Dikiş yerlerinden mi çıkıyor nedir anlamadım gitti. Bi gün ofisteyim. Daha yeniyim. Bilmiyorlar tabii benim ayaklarımın feci halde koktuğunu. Önce ben alıyom kokuyu, bildiğim için. Daha sonra orada bulunanların tepkilerini izlemeye başlıyorum. Kızın biri sağına soluna, aşağıya filan bakınmaya başladı. Kokuyu aldı tabii orospu. “Ayy!” dedi. “Bişey kokuyo…” Hiç istifimi bozmadım, bilgisayarın mausunu ileri geri oynatıp çalışıyo gibi yaptım. “Ayy! Bozuk peynir kokuyooo!”. O an gülmek geldi içimden, ama tuttum kendimi. Birisi ilk kez ayak kokumu bozuk peynir kokusuna benzetmişti. Oysa ben hep fare ölüsü kokusuna benzetmişimdir. Şahsen beni pek rahatsız etmiyor. Bi de osuruk kokum hoşuma gidiyor. Kanımca her insanın osuruğu kendisinin de hoşuna gidiyordur. Yani bu piskolojik bi rahatsızlık değil. Ama başkasının osuruğuna katlanamam. Bazan çok kişilik bir ortamda birden fazla kişi osurduğunda kendi osuruk kokumla yabancı osuruğu birbirinden rahatlıkla ayırabiliyorum. Ba zen de, kendi osuruğum bile bana yabancı geliyor. Herhalde o dönemki psikolojik durumumdan kaynaklanıyor olsa gerek.
Her neyse nihayet evden çıktım. Ne akbil, ne de bilet var. Mecburen minibüse bincem. Nefret ediyorum böyle yolculuklardan. İki adım yol bana şehirlerarası yolculuk gibi geliyor. Minibüse bindim. Parayı elden ele yollamayı sevmediğim gibi, kendi paramı da yollatırmam. Kendim veririm. İşte bu yüzden de hep ayakta kalırım. Parayı şoföre kendim vermek için öne doğru gittiğimde, diğer uyanık puştlar yanımdan geçerek boş koltuklara kurulular. Bi de üstelik ben ayaktayım diye paralarını bana uzattırtmazlarmı, sinir olurum. Şoför de bi türlü almaz parayı be kardeşim. Bozuk para ayıklayacağı tutar. “bi koşu yolu alırmısınız lütfen”… “bi koşu yolu lütfen”… “bi koşu yolu”… “koşu yoluuu”… Gidiyo herifler otumaya yaaa! Alsana be kardeşim. Oturdu işte amına koyiim. Veeee gene ayaktayız. Bazen acayip tipler olur minibüste. Gitçeği yeri bilmeyen avanaklar. “Abi be ben üniversite kampüsünün karşısındaki bi yere gitçem de… yolu bilmiyom… bilmem ne durağında haber verirmisiniz.” Cümle kafadan allahlık zaten. Durakta ne haberi alcan öküüüz. Kafa atasım gelir böylelerine. Ezikler vardır bi de. Çocukluklarında başlarından kötü bişey geçmiştir ya da çok dayak yemiştirler. Utana sıkıla sorarlar. Şoföre “müsayit bi yerde” derken kendi seslerini bile duyamazlar ki şoför duysun. Zaten müzik son sestir. En iyi ihtimalle bir sonraki durakta inerler. Çoğunlukla Kral FM açıktır, kanalda İbrahim tatlıses’in ‘tek tek’i vardır. Metalica’nın ‘mama said’i olcak değil ya. Bir de “müsayit bi yerde” lafına uyuz olurum. Bi gün andavalın birinin aazından “münasip bi yer” lafı kaçtı. Kopardı bizi. Yarıldım gülmekten. Haa bir de habire sana bakarlar ya, garip garip seni süzerler. Al odunu eline…
Neyseki İşyerine geldim. Geldim de suratlar altı okka. Patron yanına çağıtmış beni. Ba ba ba … Kendisi söylemiyo da, bi tane koca götlü şırfıntıyı araya sokuyo… Gittim yanına. Gözlüklerinin altından, gözlerini kısarak beni süzdü. Sinir olurun bu harekete. ‘Şimdi siktim belanı’ der gibi… “Bak Hakan” dedi. Neee! Hakan ha!. “Hani bunun ‘bey’ takısı ulan” de… de-yecek oldum birden. “Bu kaçıncı geç kalış… ulan!” dedi. Ulandım ben. Evet evet hep ulandım. Hep bir ulama eki gibi ‘talihsizlik’ kavramıyla arada hiç boşluk olmadan yanyana oldum. Şanssızım olm ben, şanssız… Hiç güzel bi evim olmadı benim, hiç güzel bi yaşamım olmadı. Bol paralı iyi bir işim de. Hiç çok güzel bi sevgilim olmadı, televizyona çıkanlar gibi… Hep boktan kızlarla çıktım. Kulakları büyük, götü büyük, koca memeli… güzel bi sevgili istiyooooooooom! Güzel bi iş istiyoooooom! Hava yastıklı spor ayakkabı istiyom, karda yürüyüp iz bırakmamak, kanyaklı çay içmek, zeytinyağlı kaz fileto yemek, Chomsky’le 45’likte bira içmek, yerebatan sarnıcında sevişmek…
Hayatta hiçbir isteğim gerçek olmadı. Orhan babayla son vermek istiyorum lanet olası günlüğüme.
Batsın bu dünya! Bitsin bu rüya! (şu anki duygularımı ifade eden başka bi şarkı sözü bulamadım, n!aapıyım? bugün kovulduğum işe giderken minibüste bu şarkı çalıyodu. Aklımda kaldı.)
rehin
12 yıl önce üye olmuş, 20 yazı yazmış. 3 yorum yazmış.
YÖK postalla geldiİsyanla gidecek
rehin | 16 November 2002 04:52
Her egemenlik biçimi, her sömürü düzeni kendi kurumlarını yaratır. Bugün nasıl MGK bir 12 Eylül kurumu olarak ülkeyi yönetiyorsa, YÖK de üniversiteleri kontrol etmenin aracı olarak varlığını sürdürüyor. 12 Eylül öncesinde toplumsal muhalefetin önemli dinamiğini oluşturan üniversiteler faşist darbenin en önemli hedefleri arasındaydı. Üniversitelerin başına öyle bir bela sarılmalıydı ki; ne bilimsel eğitim olsun, ne sorgulayan araştıran bir gençlik, ne de bilim adamı onurunu taşıyan öğretim elemanları… İşte bu belanın adı 6 Kasım 1981 doğumlu YÖK‘tü. YÖK‘ün üniversitelerinde meydana gelen şu “bilimsel” vakalar bize 12 Eylül’ün üniversitelerde yarattığı erozyon hakkında bilgi verebilir.
- 12 Eylül faşist darbesininlideri Kenan Evren’ebirçok üniversite doktora unvanı verdi.
- Bazı öğretim görevlileri derslere 12 Eylül generallerinin bildirileri ile başladı.
- Erzurum Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okutulan bir ders kitabında beynimizin bir bölümünde iman ve dua gibi bölümlerin olduğu iddia edildi!
- Dört yarı yıl olmasına karşın 102 kişinin tezi iki yarı yılda kabul edildi.
- 1988’de YÖK tarafından kurulan MYO’ ların kırk dördünde müdürlük görevi yapanların hiçbirinin akademik unvanı yoktu……vs. İşte YÖK tipi demokrasi! YÖK’ün ilk icraatı binlerce öğretim görevlisini ve binlerce öğrenciyi üniversitelerden atmak oldu. Böylece üniversiteler emir komuta zincirinin bir parçası oldu. Rektörlerin seçimi, öğretim görevlileri yerine YÖK tarafından belirlenen adayların arasından cumhurbaşkanınca atanması sistemi getirildi. Öğretim görevlisinin seçtiği altı adayı üçe indiren YÖK, bunları cumhurbaşkanına sunuyor, böylece altıncı sıradaki bir kişi bile rektör olabiliyor. YÖK, ” tek dil, tek ırk, tek din” kafatasçı, asimilasyoncu zihniyetinin üniversitelerdeki uygulayıcısı olmuştur. Üniversitelerde bilimsel araştırmalar yerine Türk ırkının yüceliğini “ispatlayan” tezler üretilmiştir. “Atatürk ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Türk milletinin milli, ahlaki, manevi değerlerini taşıyan; aile, ülke ve millet sevgisiyle dolu, TC devletine karşı sorumluluklarını bilen…” bireyler yetiştirmeyi amaçlayan YÖK; çizginin dışına çıkanları da soruşturmalarla, polis-ÖGB terörüyle kontrol altına almaya çalıştı/çalışıyor. Dolayısıyla, YÖK’ün önemli hedeflerinden birisi de üniversite gençliğini çeşitli baskı araçlarıyla disipline etmek oldu. Bu disipline etme bir yönüyle soruşturmalardır, gözaltılardır, okuldan atmalardır, tutuklamalardır. Soruşturmalar sonucunda yüzlerce öğrenci okuldan uzaklaştırıldı ya da atıldı. Okullar sorgu odalarına, dönüştürüldü, yüzlerce öğrenci gözaltına alındı, tutuklandı. Üniversiteler polis-ÖGB tarafından işgal edildi. Geçtiğimiz aylarda getirilen yeni bir uygulamayla artık polisler üniversite yönetiminden izin almadan da okullara girebilecek. Faşist disiplin yönetmeliklerine göre öğrencilere sadece okul içinde değil okul dışında katıldıkları eylemlerden dolayı da soruşturmalar açılabiliyor. Böylece kampüste polis-idare-sivil faşistler aracılığı ile baskı altında tutulan gençliğin dışarıdaki yaşamı da YÖK kıskacına alınıyor. YÖK’ün diğer bir hedefi ve işlevi de gençliği, “piyasa”nın gereklerinin hakim kılındığı bir eğitim sistemi ile para kazanma hırsı, kariyer gibi maddi amaçlar peşinde yaşamını şekillendirmeye yöneltmesidir. Bugün üniversiteler bilim üretmenin değil daha fazla para kazanmanın aracı olarak görülür. Yıllardır kimliği reddedilen, asimilasyona uğrayan ve diline kelepçe vurulan Kürt gençliğinin anadilde eğitim talebine yönelik en azgınca saldıranların başında da YÖK geldi.
Üniversite değil ticarethane Bilimsel eğitimin giderek zayıfladığı üniversitelere ayrılan ödenek her geçen gün daha fazla kısılmaktadır. Silaha ayrılan payı hiçbir koşulda kısmayan egemenler, bütçeden eğitime çok cüzi bir miktar ayırmakta. Ödenek sıkıntısı nedeniyle bilimsel araştırma yapamayan üniversiteler adeta yüksek lise konumuna düşürülmüştür. Kamu üniversitelerine ödenek bulamayan devlet, vakıf üniversiteleri için arazi temin etmekte, kredi olanakları sağlamaktadır. Öyle ki devlet üniversitelerinin düştüğü durumu gören sermaye patronları “bilimsel araştırmaları” ve kadro ihtiyaçlarını kendi kurdukları vakıf üniversiteleri aracılığı ile karşılamaktadır. Neoliberal politikaların bir yansıması olarak bugün gençliğin karşısında duran en önemli sorunlardan birisi de üniversitelerin özelleştirilmesi girişimleridir. YÖK Yasa Tasarısı bunun önemli bir parçası. Sermayenin temsilcisi olan YÖK bu tasarı ile her yıl artırılan haraçları astronomik boyutlara çekmeyi planlıyor. Üniversiteleri piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen tasarıyla, üniversite eğitiminden devletin desteği ve güvencesi büyük oranda çekiliyor. Gençliğe “paran kadar oku” deniliyor. Tasarı ile birlikte daha önce sermaye ile ilişkilerini döner sermaye ve kurdukları vakıflar aracılığı yürüten üniversite yönetimleri, kurulacak “işletme hesabıyla” açıktan sermayeye çalışmaya başlayacak. Yani kelimenin gerçek anlamıyla üniversiteleri ticarethaneye çeviren bu tasarının mimarı da YÖK’ten başkası değil. Kurulduğu günden bu yana generallerin ve 12 Eylül anayasasının en büyük destekçisi olan YÖK daha sonra da hizmette kusur etmedi. 28 Şubat darbesinin açık destekçiliğini yapan YÖK, “Türk üniversiteleri, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti oluşumu anlamına gelebilecek herhangi bir şeyi milli varlığımıza yönelik bir tehdit olarak görmekte” diyerek, olası bir savaş durumunda devletin alacağı kararı destekleyeceklerini ve böylece düzene olan bağlılığını bir kez daha teyit etmiş oldu. YÖK 21 yıldır sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda üniversiteleri yapılandırmaya çalıştı. Üniversite gençliği ise her 6 Kasım’da soruşturmalara, göz altılara karşın YÖK’e karşı tepkisini haykırdı, özerk-demokratik üniversite talebini dillendirdi. Her geçen yıl YÖK’ün meşruiyeti daha fazla tartışılıyor.
Arkadaşlar beni dikkatle dinleyin lütfen
rehin | 30 October 2002 10:36
şimdi yazacaklarım o meşhur “neleri sevmiyoruz” manzumesine yeni istenmeme ögesi ekleyebilir. Evet, şimdi size karşı dilimden geldiğince “ukala” olmaya çalışacağım arkadaşlar. Bu siteye aylar önce geldim. Fanzinlerle ilgili bir yazı dizisi hazırlığındaydım. Google aramalarında rastladım bu siteye. İlkin hoşuma gitti. Ötekilerin ifade alanı olabilir diye düşündüm. Şurada ya da burada düşünceleri ve önerilerinin dikkate alınmadığı, ama bu düşünce ve önerilerin değer edebileceği bir ortamın yaratılmaya çalışıldığı mütevazı bir alan olarak algıladım. Yanlış algılamışım, özür dilerim. Burası gerçek anlamıyla bir gevezelik ortamıymış. İpe sapa gelmez insanların ağırlığını bastığı bir safsata mezarlığıymış arkadaşlar. Benim eleştirilerim bu sitenin sorumlularına yönelik bir eleştri değil, yanlış anlaşılmasın. Ama bu sitenin bu hale gelmesi pekala önlenebilir bir durumdu. Bilgiden ve meraklı olmaktan bahsediliyor. Hatta sitenin sloganı bu. Ama pekçok kişi bilgiyi, gerçek anlakta öğrenilebilir olan bilimsel bilgiyi hafife alıyor, aşağılıyor, değerlendirmiyor. En son Genç Partiyle ilgili yazdığım bir yazı kimilerince “copy paste” olarak değerlendirildi, çünkü böyle bir yazıyı yazabilecek kabiliyete sahip insanların bu siteye takılabileceği düşünülmüyor. Yani sitenin kullanıcıları kendi sitelerini aşağılıyor. Şunu demek istiyor: Böyle yazılar yazabilen adamlar bu siteye niye gelsin, olsa olsa kopya çekmiştir. Durum bu kadar açık. Sizin sitenizi ciddiye aldık ki yazıyoruz ulan. İsterseniz bir daha yazmayız. Ayrıca bazı terbiyesizler de var aramızda. Ben sosyalist bir gazete çalışanıyım ve benim gazeteme “sefil medyanın sol cenahı” yakıştırması yapılabiliyor. Ayıp arkadaşlar, çok ayıp. Saygılı olmak gerekmiyor mu? Bu densizliği arkadaşa eleştiri mesajımı gönderdikten sonra bana nasıl bir karşılık geldi dersiniz? “Düzeltiyorum, sefil medyanın katı atık organı” işte bu şekilde. Nasıl bir aymazlık ve adiliktir bu. Ayrıca gönderdiğim yorum yazıları herhalde “maval okuma” şeklinde değerlendiriliyor ki imha ediliyor. Kot reklamlarını mı yazayım. Medyanın alıklaştırıcı metalarını mı öveyim. Karı kız muhabbetlerine ağırlık vereyim. Bunu mu istiyorsunuz. Şimdilik söyleyeceklerim bunlar. Biraz daha yazınsal disiplin. Biraz dana mütevazılık. Biraz daha öğrenme isteği.
çok özür dilemeler herkese
rehin | 23 October 2002 17:56
çok komik aynı zamanda trajik bir duruma dönüşebilecek bir olay yaşandı. Bir karışıklık. hafif.org’un azizliği desem yeridir. pegasus ve organon’la benim yazılarım karma karışmış bulunuyor. arkadaşlarla zaman zaman aynı mekanda kalıyoruz, hiçbirimiz login olmadığımız, daha doğrusu bu gerekli büyük “ayrıntıyı” unuttuğumuz için yazılarımız ve ahkamlarımız birbirine karışmış olabilir. Affola.
Ekmek yoksa, genetik gıda buyrun!
rehin | 23 October 2002 10:04
Gen teknolojisiyle değişime uğratılan tarım ürünlerine Batı ülkeleri kuşkuyla yaklaşıyor. Gelecekte ne gibi sorunlara yol açacağı henüz bilinmeyen biyoteknoloji endüstrisi, tepkilerle yüz yüze gelmemek için bu tür deneyler için yoksul ülkeleri tercih ediyor.
Gen teknolojisiyle değişime uğratılan tarım ürünleri, getirdiği bazı avantajlara rağmen fazla rağbet görmüyor. Batı ülkelerinde tüketicilerin büyük çoğu, bu gıda maddelerine kuşkuyla bakıyor.
Genetik değişim yoluyla üretilen bitkilerin seralar dışında, tarlalarda yetiştirilmesi de sanayi ülkelerinde kamuoyu tarafından reddediliyor. Ve biyoteknoloji endüstrisi, ürünlerin denenmesi için yoksul ülkeleri tercih ediyor.
Gen teknolojisiyle üretilen bitkilerin açık havada yetiştirilmesi halinde, bunun gelecekte ne gibi sonuçlar doğurabileceği henüz bilinmiyor. Alman beslenme uzmanları, bu tür deneylerin taşıdığı riskleri saptamanın mümkün olmadığını belirtiyorlar. Başlangıçta kamuoyunun yoğun tepki göstereceğini hesaba katmamış olan kimya ve ilaç endüstrisi, yasal düzenlemelerin getirdiği engelleri aşmak, protestolarla karşılaşmamak için gen teknolojisinin olası tehlikelerinden habersiz üçüncü dünya ülkelerine yöneldi.
?Yerel araştırma kurumlarına mali destek?
Manila?daki Güneydoğu Asya Tarım Estitüsü?nün Başkanı Nef Danyo ise sadece üçüncü dünya ülkelerinin değil, tüm dünyanın bir deney laboratuvarı olarak kullanıldığını savunarak şöyle diyor:
?Büyük kuruluşların, üçüncü dünya ve özellikle güneydoğu Asya ülkelerinde güçlerini kullanarak, yerel bilimsel araştırma kurumlarıyla işbirliği yaptığını, buna karşılık onların bilimsel araştırmalarına mali destek verdiğini görüyoruz. Bu alanda yasal düzenlemelerin bulunmadığı yoksul ülkelerin yetkili makamları, büyük şirketlerin ileri sürdüğü gerekçeleri sorgulamadan kabul ediyor. Gıda, ilaç ve kimya şirketleri, gen teknolojisi sayesinde dünyadaki açlık sorununa çözüm bulunacağını vadediyor.?
Yoksul ülkelerde yaşayan insanların aydınlatılmadığına dikkat çeken Danyo, ?Gen teknolojisiyle üretilmiş gıda maddelerini yediğimizi bile bilmiyoruz. Çünkü bu tür ürünler diğerlerinden ayrılıp deklare edilmiyor. Asya, Afrika ve Latin Amerika?da haberimiz bile olmadan manipüle edilmiş gıda maddeleriyle besleniyoruz? diyor.
Açlığın ikizleri: Arjantin ve Türkiye
rehin | 19 October 2002 23:12
Arjantin Türkiyenin ikiz kardeşi. İktidarlarındaki siyasi zorbalıkta olduğu gibi, ekonomik yıkım ve getirdiği sonuçlar bakımından da tıpa tıp birbirinin aynısı. Türk ekonomisindeki yıkımın en utanç verici sembolü, açlıktan yaşamını yitiren Merivan bebekti. Şimdi Arjantinin Merivanları sırada bekliyor. Bunun sorumlusu ise Türkiyedeki sefalet koşullarının da ilk elden sorumlusu olan IMF ve DB. Arjantin ve Türkiye, siyam ikizleri olarak adlandırılan iki ülke. Pek çok bakımdan birbirine öyle çok benziyor ki, Türkiyede gelişen herhangi bir olayın Arjantinde; Arjantinde gelişen herhangi bir olayın ise Türkiyede mutlaka bir karşılığı oluyor. Dahası Arjantindeki herhangi bir gelişmenin ardından gözler diğer bir ikize, Türkiyeye çevriliyor. Ya da tersi… Arjantin, tıpkı Türkiye gibi bir dönem beyaz terörle, yani politik kayıplarla çalkalanan bir ülke oldu. 3 binin üzerinde politik kayıbı var ve en ağır askeri faşist diktatörlük koşullarını yaşadı. Ekonomik yapısı ise Türkiyenin hık demiş burnundan düşmüş. Türkiyenin Kara Çarşambası var, Arjantinin ise Kara Nisanı. Türkiyenin ekonomi bakanı Dünya Bankası tarafından memur olarak atanan Kemal Deviş. Arjantinin Kemal Dervişi ise Cenvantes. İki ülke de yoksulluğun, sefaletin ve açlığın pençesinde. Uluslararası finans kurumları iki ülkenin de ekonomisini çökertti, emekçilerini iliklerine kadar sömürmek için birbirinin kopyası reçeteleri dayattı. Bilindiği gibi Arjantin Türkiye gibi yeraltı ve yerüstü kaynakları bakımından, özellikle de tarım işletmeciliği bakımından kendi kendisine yetebilecek çapta bir ülke. Çok verimli toprakları var ve normalde açlığın en son yaşanabileceği ülkelerden birisi. Ancak açlık her iki ülkede de almış başını gidiyor. Şimdi Türkiyeyle Arjantin aralarında bir benzer yan daha yakaladı. Açlıktan ölümler… Açlık kapitalizmin bir gerçeği. Kapitalizmin uygulamaya çalıştığı en disiplinli, en sosyal ekonomi politikalarla da dahi, gelir dağımındaki adaletsizliğin gelip dayanacağı sonuçlardan birisidir açlık. Ama açlıktan ölümlerin yaşandığı bir dünya, tüm çirkefliği ve utanç vericiliğiyle emperyalist küreselleşmenin geldiği barbarlık aşamsını gösterir. Artık açlıktan ölümler, Somali gibi, Etyopya gibi Afrika ülkelerinin olduğu kadar Arjantin ve Türkiyenin de bir gerçeği. Türkiyedeki Mervan bebekler, şimdi Arjantinde.
başlık girmekten yana değilim!
rehin | 13 October 2002 00:07
Başka bir dünya mümkün!
rehin | 12 October 2002 11:00
ESP seçimler için bağımsız adaylar çıkardı
rehin | 12 October 2002 10:58
ESP bir seçim platformu. Açılımı ise (Ezilenlerin Sosyalist Platformu) Başka bir dünyanın anahtarı; örgütlülük! Başka bir dünya için mücadele edenlerin bir araya geldiği, seçimlerde bu dünyanın nasıl kazanılacağını tartıştırdığı sosyalist bir seçim platformu. İstanbul, Adana, İzmir, Kocaeli, Bursa, Tunceli ve birçok bölgede bağımsız sosyalist adaylarla seçime katılıyor. O, iktidara gelip halkı kandıranlar gibi yapmıyor. Küçük ve oy potansiyeli son derece sınırlı, ama seçimlere bağımsız sosyalist politikayı taşımayı amaçlıyor. Oyunuzu ESP’ye vermeniz doğru olur bence. Oyunuzun boşa gitmesinden mi korkuyorsunuz. Peki, diğer düzen partilerine oy verdiğinizde oyunuz boşa gitmiyor mu sanıyorsunuz. ESP gittiği her yere insanlığın geleceğini; sosyalizmi taşıyor İşçi, emekçi, işsiz, kad?n, ö?renci tüm ezilenleri sosyalizm mücadelesiyle bulu?turma amac?yla yola ç?kan ESP adaylar?n?n seçim bürolar?n?n aç?l??lar?na h?z verildi. Ba?ka bir dünya mümkün ?iar?yla yola koyulan ESP adaylar?, yürüttükleri çal??malarla ezilenleri örgütlülü?e davet ediyor. Örgütlülü?e davet ederek i?çi, emekçi, i?siz kitleleri çal??malar?na katan Ezilenlerin Sosyalist Platformu (ESP) ba??ms?z milletvekili adaylar? seçim çal??malar?n? özgür kürsülerinde sürdürmek ve büyütmek amac?yla seçim bürolar?na yenilerini ekledi. Ba?ka bir dünya mümkün ?iar?yla yola koyulan ESP, varo?lardaki emekçi halka umut ta??maya devam ediyor. Her gitti?i yere, yaratacaklar? dünyan?n kap?s?n? açacak anahtar?n örgütlülük oldu?u gerçe?ini ta??yor. ESP adaylar?, burjuva medyan?n sansürüne ra?men hedef kitlesi olan i?çi, emekçi, i?siz, ö?renci ve kad?nlarla bulu?uyor. Onlar ezilen tüm s?n?flar? tek kurtulu? yolu olan sosyalizm mücadelesine davet ediyor. Ba??ms?z devrimci sosyalist adaylar, seçim bürosu aç?l??lar? ve kitle toplant?lar?yla aral?ks?z, yorulmadan do?rular? anlatmak için h?zla devam ediyorlar yollar?na.