bildirgec.org

kahramancayirli

12 yıl önce üye olmuş, 386 yazı yazmış. 3343 yorum yazmış.

en iyi filmimiz-3

kahramancayirli | 25 March 2007 11:31

ÖMER LÜTFİ AKAD / GELİN / 1973
Akad’ın düz ve sade bir anlatımı var. Dolaylı ifadelere başvurmuyor, onun için izleyiciyi yormuyor. Gelin, Akad’ın Göç Üçlemesi’nin ilk filmidir (Düğün ve Diyet, serinin diğer iki filmi). İç göç temasını ele alır. Karakterler tek boyutlu değildir. Kötü insanlar iyi, iyi insanlar da kötü davranabilirler. Akad’ın gerçekçi ve yalın sinema dili, senaryodaki ete kemiğe bürünmüş karakterlerle birleşince inandırıcı bir film ortaya çıkar. Böylece sinemanın en temel işlevlerinden birini yerine getirir: Seyircilere izlediklerinin bir kurgu, bir sinema filmi olduğunu unutturmak. Gerçekçilik ve inandırıcılık iyi bir filmin iki önemli vasfıdır.

en iyi filmimiz hangisi-2

kahramancayirli | 24 March 2007 12:24

YILMAZ GÜNEY / UMUT / 1970
Güney, sinemamızın en iyi 10 filmi seçkisine üç filmle katılıyor: Başrolünü oynadığı, yazıp yönettiği Umut, senaryosunu yazdığı, Zeki Ökten’in yönettiği Sürü ve yine senaryosunu yazıp Şerif Gören’in yönettiği Yol. Çok yönlü bir kültür adamı olan Yılmaz Güney’in Umut filmi, Türk Sineması için bir kilometre taşı. O zamana dek genellikle karton karakterlerle yapılan naylon filmlerin aksine “İtalyan Yeni Gerçekçiliği” akımına yaklaşarak, kendimize bile söylemeye çekindiğimiz gerçekleri bu filmle çok sade ama etkili bir biçimde yüzümüze vurur. Sinemada görsellik ön plândadır ancak süslü görsellik her zaman işe yaramaz. Adana’da yoksulluk yüzünden zor bir hayata mahkûm olan çok çocuklu bir aileyi peliküle taşıyacaksanız, sade bir anlatımla da tavrınızı ortaya koyabilirsiniz. Güney’in başarısı sadelikle beraber sözünü hiçbir zaman sakınmamasında yatıyor. Sanatçının her filminde siyasi düşüncelerini, düzene getirdiği sistem eleştirisini okumak mümkün. İyi bir film yapmak için illa milyon dolarlar harcamaya gerek yok, en son Ahmet Uluçay’ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filminde de gözlemlediğimiz gibi sade ama sağlam bir sinema dili, görsel efektlerin kolay kolay sağlayamayacağı samimiyet hissini izleyiciye verebilir.

en iyi filmimiz hangisi-1

kahramancayirli | 24 March 2007 11:55

Bu yazıyı kaleme alma amacım iyi bir sinema filminin hangi niteliklere sahip olduğunu tespit etmektir. Bu çerçevede makale Ankara Sinema Derneği’nin 2004 yılında yaptığı anket sonucu belirlenen “Türk Sinemasının en iyi 10 filmi”ni çeşitli kriterler açısından inceleyecek, iyi bir filmin hangi özellikleri barındırması gerektiğini tartışacaktır.
METİN ERKSAN / SUSUZ YAZ / 1963
1964-Berlin Film Festivali Büyük Ödülü Altın Ayı
Erksan’ın Necati Cumalı’nın aynı adlı eserinden beyazperdeye uyarladığı film su mülkiyetini ve modern bireyin tutkularını anlatır. Pek çok kaynakta ilk auteur yönetmenimiz olarak kabul edilen Metin Erksan, Susuz Yaz ile hem iyi bir edebiyat uyarlamasına imza atar, hem de sinematografik unsurları öykünün vermek istediği iletilere uygun olarak kullanır. Örneğin Osman’ın (Erol Taş) tarladaki korkuluğa ilan-ı aşk etmesi, Osman’ın bir korkuluk kadar yalnız olduğunu duyumsatan önemli bir sahnedir. Erksan’ın sinema dili, 60lar Türk Sinemasına kıyasla çok olgundur. Bu filmin genel anlamdaki tutarlılığı, vermek istediği mesajları çok net iletmesi açısından film, sinemayla ilgilenen herkes için ders niteliğindedir. Çerçeve seçimlerinizden sahne düzenlemelerinizin en ufak detayına kadar sinematografik her öğe, izleyiciye aktaracağınız temaya hizmet etmelidir.

Eşcinsel cinayetleri

kahramancayirli | 19 March 2007 09:46

Gazeteci-yazar Baki Koşar, İstanbul’da yalnız yaşadığı evinde yirmi yerinden bıçaklanarak öldürüldü. 54 yaşındaki Hüseyin Çavuş üç gençle para karşılığında cinsel ilişki kurmak için anlaştı, para miktarında tartışma çıkınca öldürüldü. 30 yaşındaki mühendis Çetiner Çalık en son Beyoğlu’ndaki gay barlardan birinden geç saatte bir erkekle çıkarken görüldü; katilleri bulunamayan Çalık, aynı gece öldürüldü. 49 yaşındaki Ekrem Yılmaz üç gençle ilişkiye girdikten sonra yirmi yerinden bıçaklanmış ve boğazı kesilmiş halde bulundu. 44 yaşındaki Cemalettin Karakuş cinayet gecesi Beyoğlu’ndaki gay bardan iki erkekle ayrıldı, Karakuş defalarca bıçaklanmış, kafası sert bir cisimle ezilmiş ve evi soyulmuştu. 45 yaşındaki Aziz Çabuk para karşılığı dört gençle birlikte oldu; beyni ezilmiş, penisi kesilmiş cesedi bulunmuştu, Çabuk’un evi de soyulmuştu…
Eşcinsel cinayetlerinin sayısı günden güne artıyor. Geceyi boş geçirmemek için chat odalarından veya gay barlardan bulunan seks partnerleri, evine gittikleri insanla ilişkiye girdikten sonra kurbanlarını akıl almaz şekillerde öldürüyorlar. Durum çok ciddi zira hayat kadınlarına yönelik seks cinayetlerinin sayısı, eşcinsel cinayetlerine kıyasla daha az.
Vakalar dikkatlice incelendiğinde kimi ortak noktalar göze çarpıyor: Kurbanlar çoğunlukla 40 yaş üzerindeki eşcinseller, para karşılığında ilişki teklif ettikleri genç erkekler tarafından katlediliyorlar. Ölümle sonuçlanan görüşmelerin büyük kısmı internetten tanışan kişiler arasında ancak gay barlarda anlaşanlar da azımsanmayacak oranda. Kurbanlar evlerinde yalnız başlarına yaşıyorlar bu yüzden cinayetlerin katillerini bulmak neredeyse imkânsız hale geliyor zira olay yerinde şahit veya delil olmuyor.
Eşcinseller genellikle yalnız yaşadıklarından paraları veya kıymetli eşyaları için doğru dürüst tanımadan evlerine aldıkları insanlar tarafından gasp edilmeleri an meselesi. Barlarda gecelik ilişki amacıyla tanışılan insanların güvenilir olup olmadıklarını kestirmek güç. Amaç ne olursa olsun görece seçkin internet sitelerinde görüşmek istediğiniz insanla yüz yüze tanışmadan önce kanımca en az bir-iki ay yazışmak, telefon görüşmeleri yapmak daha mantıklı. Sizinle ciddi bir birliktelik düşünmeyen, gözü paranızda, değerli eşyalarınızda vs. olan birisi muhtemelen en fazla iki-üç kez konuşacak, sizi ayrıntısıyla tanımak yerine hemen cinsel ilişki teklifinde bulunacaktır. İnternet üzerinden tanıştığınız bir kişiyle gerçek hayatta konuşup görüşmeye hazırlanırken, bir anda nereden çıktıklarını anlayamadığınız beş-altı kişi tarafından gasp edilmek istemiyorsanız, buluşma yeri olarak kalabalık alışveriş, iş merkezi girişlerini tercih edin, mümkünse bir arkadaşınızı da beraberinizde götürün, şüphelendiğiniz en ufak noktada hiç çekinmeden polise başvurun. Bir saatlik maceranız uğruna canınızdan olmak istemiyorsanız asla ilk görüşmenizde kendi evinizde veya onun evinde baş başa kalmayın, birkaç kez dışarıda görüşün. Her zaman “Allah korur insanı” rahatlığında olursanız, hiç beklemediğiniz bir biçimde gazetelerin üçüncü sayfalarına manşet olmanız işten bile değil.
Herkes başına gelen en ufak bir hadiseyi tüm detaylarıyla Emniyet Müdürlükleri ile paylaşmalı. Sizin “aman kimse duymasın, polis konuyla ilgilenmez, aslında ortada ciddi bir problem yok”çuluğunuz birçok cana mal olabilir. Ayrıca tek gecelik, sadece cinsel ilişkiye yönelik arkadaşlıklardan kaçınmak, en etkili ve kolay önlem.

Gülyabani Ankara’da

kahramancayirli | 19 March 2007 08:36

Güzel, sade, samimi. Hafif makyaj, baştan aşağı simsiyah bir kıyafet. File çorapları, mini eteği, nev-i şahsına münhasır giysisiyle taçsız bir kraliçe var sahnede. Ve tabii tayfası.
2001. Video müzik kanallarında boylu poslu, yüzünden masumiyet akan bir genç kız “senin gibi” diyor. “Senin gibi beni kimse sevmedi. Dönmedin, gittiğin yerden geri.” O zamanlar lisedeyim, yatılı okulda; her hafta sonu mekik dokuduğum bir saatlik Marmaris-Muğla yolunda o genç kızın ilk kasedini defalarca başa sarıp sarıp dinliyorum…
İlk albümü Gelgit ile Türk popüler müzik piyasasının alışkın olmadığı bir müzik altyapısıyla müzikseverlerin karşısına çıkan Aylin Aslım tayfasıyla birlikte Gazi Üniversitesi Bahar Şenliği kapsamında sahnede. Afişlerde 20.00’de, biletlerde 20.30’da başlayacağı söylenen konser 21.35’te başlıyor.
“Ben Kalender Meşrebim veya Gülyabani ile başlayacak konsere” diye arkadaşımla iddiaya giriyoruz, Aslım ikimizi de yanıltıyor; ilk albümünün sıkı parçalarından “Bir Gün” ile açıyor konseri. Malum, kalabalıklar 2005 yılında “Ben Kalender Meşrebim” ile tanıdı Aylin Aslım’ı. Aslım da repertuarını ilk albümüyle ikincisi arasında paslaşarak tamamlıyor.
Daha önce Yeni Türkü’den dinlediğimiz, Murathan Mungan’ın Söz Vermiş Şarkılar albümünde de Aylin Aslım’ın yorumuyla yer alan Kimdi Giden Kimdi Kalan ve Norveçli grup Röyksopp’un radyolardan aşina olduğumuz şarkısı “What Else Is There” ile beğeni topluyor.
75 dakikalık kesintisiz müzik ziyafetinin ardından 22.50’de dağılıyoruz ister istemez. Tayfanın bas gitaristine “konser bitti mi” diye soruyor arkadaşım, “galiba” diyor bas gitarist gülümseyerek. Kulağımızda konserden kalan sert Aylin Aslım tınılarıyla eve dönüyoruz…

Peki ya öykü?

kahramancayirli | 18 March 2007 23:59

Geçen hafta Radikal İki’de yayımlanan, edebiyat öğretmeni Caner Kerimoğlu’nun bu topraklardan şiirin kanının çekildiğini anlattığı “Şiir öldü mü?” başlıklı yazısını okurken, içimden sık sık başlığa yazdığım soru geçiyordu. Sahiden de şiir ölmüştü ölmesine; ya öykü?
Öykü yazmak ve okumak, diğer edebi türlere kıyasla daha zahmetli, daha fazla emek gerektiren bir iş. Öyküde sınırlı olan edebi alana yerleştireceğiniz her sözcük üzerinde (diğer türlere kıyasla) daha çok durursunuz. Özellikle öykü yazarken hem ölçülü ve ekonomik hem de etkili olmalısınız. Zira öykü okurları daha vefasızdırlar, okumaya başladıkları öyküden kolaylıkla vazgeçip başka bir öyküye atlayabilirler. Avantajı, kısa olması, daha az vaktinizi almasıdır. Günümüzün hızlı tüketim söylemine daha uygun mahiyettedir, bu yönüyle.
Bu arada şöyle bir problemimiz var: Amatör veya profesyonel öykü dergilerine yayımlanması için öykü gönderenlerin sayısı, öykü dergilerinin tirajlarından daha yüksek! Ankara’da takip ettiğim bir kitapçıya ayda 10 tane gelen prestijli bir edebiyat dergisi, ay sonunu 8 mevcutla tamamlıyor. Korkum şudur ki, o 2 adedi de, edebi ürünleri söz konusu dergide yayımlanan amatör yazarlar alıyor! Velhasıl, öykü yazan çok ama okuyan yok…
Yayınevlerinin piyasaya sürdükleri kitapların içinde öykü kitaplarının oranı son derece düşük. Yayınevlerinin daha cesur olmaları gerektiğini düşünüyorum. “Bestseller”ların arasında şiir-öykü kitapları görebilmeliyiz (uzun zamandır dikkatle takip ettiğim listelerde Ayşe Kulin’in “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı öykü kitabını gördüm bir tek). Bütün senedir aynı listede “Şu Çılgın Türkler”i görmekten açıkçası bana gına geldi.
Kerimoğlu, lıÜüise ve üniversite öğrencilerinin çoğunlukta olduğu bir gruba sorduğu “Yaşayan şairlerden kimleri takip ediyorsunuz?” sorusuna çoğu hayatta olmayan şairlerin isimleri sayılsa da, en azından yanıt alabilmiş. Şimdi sokağa çıkıp gençlere “Hangi öykücülerin eserlerini beğeniyorsunuz / takip ediyorsunuz?” diye sorsam, sizce yanıt alabilir miyim? Sanmıyorum. Ama Hülya Avşar’ın yeni sevgili adayının adını, ne iş yaptığını yediden yetmişe ezbere biliyoruz.
Öykü, sudur
Yazma edimiyle ilgilenen gençler bir dönem şiire yığılmışlardı oysa şimdi öykü türünde bir yoğunlaşma söz konusu (ki bu güruha ben de dahilim). Nitelikli öykü dergileri yayımlanıyor, görece az da olsa öykü kitapları basılıyor ama kitapçı raflarında tozlanıyorlar maalesef…
Öykü okumak ciddiyet ister; her biri titizlikle işlenmiş sözcükler, okurun huzuruna çıkmak için birbirlerini yerler. Öykü, dikkatinizi, edebi birikiminizi ister. Romanın, denemenin üzerine kuma gelmek istemez hiçbir zaman, edebiyat evinin nazlı küçük kızıdır.
Öyküyü severseniz, akar gider; berrak bir nehir gibidir, sudur neticede. Sait Faik’in, Ayfer Tunç’un öyküleri, “Ferrari’sini Satan Bilge”den daha mı değersizdir?

Vergi adaletsizliği derinleşiyor!

kahramancayirli | 18 March 2007 23:52

İlk bakışta vergi sistemimizin dört genel problemi var: Birincisi, devletin topladığı vergileri ne derece etkin değerlendirdiği. (2) Vergi oranlarının yüksek olması, ülkemizdeki kayıt dışı ekonominin genişlemesine neden olmakta. (3) Artan oranlı vergimiz olan şahsi gelir vergisinde marjinal oranın yüzde 5 olması, insanların elde ettikleri gelirleri vergiden kaçırmalarına yol açıyor (Marjinal oran: Vergi tarifesinde artan gelire göre vergi oranının artma derecesi). (4) Vergi hasılatı içerisinde dolaylı vergilerin payı, dolaysız vergilere kıyasla oldukça fazla. Bu dört problemin her biri sebepleri, sonuçları açısından etraflıca irdelenerek gün ışığına çıkarılmalı. Bense bu yazımda söz konusu problemlerin sonuncusu üzerinde duracağım.
Vergiler birçok bakımdan tasnif edilebildikleri gibi, maliye literatüründe üzerinde en çok durulan sınıflandırma dolaylı-dolaysız (doğrudan) vergi ayrımıdır. Dolaysız vergiler grubuna gelir vergisi ve kurumlar vergisi girer. Devlet bu vergileri toplarken vatandaşın şahsi ödeme gücünü dikkate alır. Özellikle kişisel gelir vergisindeki artan oranlı tarife, vergi adaletini ve vergi esnekliğini elde etmede çok önemli bir araçtır. Ayda 800 YTL geliri olan Ahmet Beyle, aylık geliri 800.000 YTL olan Ali Bey elbette aynı oranda vergi ödememelilerdir. Zira aynı oranda ödedikleri takdirde aylık geliri çok daha düşük olan Ahmet Bey’in katlanacağı fedakârlık, Ali Bey’in katlanacağı fedakârlıktan çok daha fazla olurdu, böylece adaletsiz bir tablo çıkardı ortaya.
Katma değer vergisi, özel tüketim vergisi, gümrük vergisi,… gibi vergiler dolaylı vergiler grubuna girer. Her gün aldığınız çikolatadaki katma değer vergisini düşünelim. Ödediği KDV, zengin Ali Bey’e hiç dokunmuyor olabilir ama aynı KDV, görece daha düşük gelirli Ahmet Bey’in alım gücünü ciddi biçimde etkileyebilecektir. İşte dolaylı vergiler de adeta adaletsiz bir tablo meydana getirmek için varlar. Vatandaşın ödeme gücünü dikkate almayan dolaylı vergiler, vergi adaletsizliğini günbegün derinleştirmekteler. Ama dolaylı vergiler kaynakta alındığı için mükellefte psikolojik bir rahatsızlık yaratmaz (vatandaş gelir vergisinde olduğu gibi ayrıca bir vergi ödediğini düşünmez), ayrıca dolaylı vergileri kaçırmanız çok güçtür; bu nedenlerden ötürü gelişmekte olan ülkeler vergi sistemlerinde dolaylı vergilere daha fazla yer verirler böylece vergi sistemlerindeki adaletsizliği körüklerler.

Güzel’in yazılarına son verilmeli!

kahramancayirli | 18 March 2007 23:03

İsmet Berkan’a açık mektubumdur.
Herkesin dünya görüşüne, güncel olayları bu görüşleri dâhilinde değerlendirişine, fikirlerini kamu huzuruna sunmasına saygım var. Elbette insanlar farklı tarafları tutabilir, zıt siyasi oluşumları destekleyebilir. Ancak 29 Ağustos 2006 tarihli Radikal’de yayımlanan “Sezer haksız, Arınç haklıdır” başlıklı Sayın Hasan Celal Güzel’in kaleme aldığı yazı tahammül sınırlarımı aşıyor. Güzel’in Türkiye’de aydın olmak hakkındaki yazısını (İyi ki “aydın” değilim / 20 Ağustos 2006) okuduktan sonra da benzer şeyleri düşünmüş, iki gün sonra Türker Alkan’ın Güzel’in bahsettiğim yazısına karşılık köşesinde yer verdiği “Aydın” başlıklı yazısını (22 Ağustos 2006) okuyunca yalnız olmadığımı görmüştüm.
Güzel, fikirlerini savunmaya, görüşlerini bildirmeye çeşitli gazetelerde devam edebilir tabii ki fakat bu gazete Radikal olmamalı. Yeniyüzyıl’ın bir nevi devamı olarak gördüğüm, çizgisini beğendiğim Radikal’de Hasan Celal Güzel’in yazılarını görmekten son derece rahatsızım ve hatta artık tahammül edemiyorum. Türk gazeteleri zaten Güzel vb yazarların düşünceleriyle dolup taşıyor; bari Radikal, sayfalarını bu tür fikirlerle doldurmasın.
Lise birinci sınıftan beri takip ettiğim gazetemin ilginç bir süreçten geçtiğine üzülerek tanık olmaktayım. Onuncu yılını kutlama etkinliklerini duyurmakta olan Radikal’de bu süreç, Sayın Güzel’in gazetede köşe sahibi olmasıyla başladı. Radikal eski Radikal değil! Haydar Dümen’in Posta’da daha önce yayımlanmış cinsel içerikli yazı dizisinin yeri Radikal olmamalı. Veya sosyetenin gözde ismi Süreyya Yalçın röportajının sosyal sorumluluğuna, bilincine en çok güvendiğim gazete olan Radikal’in manşetinde ne işi var? Hatırlarsınız, geçen sene bu vakitlerde Sayın Berkan, yazılarında faşizmi savunduğu gerekçesiyle hakkında açılan davaların akabinde Mine Kırıkkanat’ı Radikal’den ihraç etmişti. Kırıkkanat’ın yazıları faşist bulunuyorsa, Güzel’in yazıları nasıl acaba? Ayrıca Perihan Mağden ve Kırıkkanat’ın gazeteden ayrılmasıyla Radikal’de güncel ciddi meseleler üzerine kalem oynatan kadın yazar kalmadı (haftada iki kez yazan Nuray Mert hariç).
Uzun lafın kısası Radikal’de sözünü ettiğim bu dönüşümden son derece rahatsızım ve bu konuda aynı fikirde olduklarını gördüğüm, internet üzerinde fikir alışverişi yapıp, en kısa zamanda harekete geçmeye hazırlanan bir “Radikal Okurları” mail grubunun varlığını belirtmek istiyorum. Onlarla iletişim içinde olmadığım için nasıl bir hareket süreci içinde olacaklarını bilmiyorum ama benim talebim şu: Sayın Berkan, nasıl geçen yıl hiçbir okurunun fikrini almadan, şu an Vatan gazetesinde köşe yazarlığını sürdürmekte olan Mine Kırıkkanat’ın yazılarına son verip ertesi günkü köşesinde yaptığı işe karar verişini açıkladıysa bu kez de Hasan Celal Güzel’in yazılarına bir an önce son vermesini talep ediyorum.

Prenses

kahramancayirli | 18 March 2007 22:37

I- Sonun başı

Döndü. Ama nereye? Maskülenliğin sığ sularından feminenliğin en derinlerine. Normal, sıradan bir yaşamdan parmakla gösterilmeye. Kendini zorlaya zorlaya erkek gibi gülmekten patavatsız ve şuursuzca şuh kahkahalar atmaya. Orta hâlli toplumdan toplu iğneli uçlara. Erkekten daha erkek, kadından daha kadın olmaya.Esmer. Hem de çok. Esmerlerin teni kokar mı? Kendini kokluyor, içi kalkıyor. Ruhu araflarda, yaranamıyor kimselere. Bütün gün evde. Bütün gün evde ne yapıyor? Gece yarılarına dek bekliyor mu? Bekliyorsa kimi? Soru yanıtlamak basit, adam gibi sorular sormak zor. Ne zamandır kendine hiç soru sormuyor. Sorarsa aşınır çünkü. Eksilir. Zaten yirmi dört saat kendisiyle başbaşa. İnsan, kendinden ne saklayabilir ki?Otuz. Tam otuz yaşında. Ama öyle yorgun ki hisleri, düşünmekten öyle yorulmuş ki, iki otuzluk yaşamış gibi. Zamanı kavrayamıyor. Dün düşündüğü bugün hayal ettiğine, bugünkü hayalleri yarının tasalarına bulanıyor. Bulanıyor içi.Karanlık. Hep karanlık onun içi. Evdeyken perdeleri kapalı, evden çıktığında zifiri karanlık, şehrin sokakları. Nereye yürüyor her gece? Güneşi görmeden geri dönüyor. Üst katında oturan kırmızı pazenli teyze takip ediyor eve giriş-çıkışlarını. Teyze, perdenin ardından gizlice bakıyor hep. Bu ülkenin bütün kadınları gibi teyze de perdenin ardında yaşıyor. Bilmiyor kimsecikler gece yalnız yatan kurumuş kızların yaz-kış hiç ısınamadıklarını.Ters. Her işi ters gidiyor döndü döneli. Kim dedi de döndü? Kimin sözüne kandı? Demir parmaklıklar var pencerelerinde. Demirler pencerelerini değil hayatını kapatmış mübarek. Gariban bir duvar, küflü demirler var gerçek yaşamla arasında.Hiçbir odasında hiçbir ışık yanmadı daha. Ses duyulmadı. Döndü döneli varlığı hissedilmedi. Karanlık sokaklar mı tek dostu?Yapayalnız. Uğruna döndüğü adam, karısının koynunda her gece. Esmer prenses sokaklarda. Fedakârlık yaparken, çok büyük kararlar verirken bencil davranmalı insan. Kanmamalı kimselere. Kandı da ne oldu?Dönmek, bir kere. Geri dönemiyor bir daha. Yağmur yağıyor bazen. Bir-iki aya kar başlar. Teyze, kapının sesiyle irkiliyor gecenin kaçında. Ne yer ne içer? İnsanın sesi hiç mi çıkmaz bütün gün evde durur da! Teyzenin kulakları ağır işitiyor olabilir mi?Çöp gibi. Kendini aynen böyle hissediyor uğruna döndüğü adam gerçek bir kadını seçtiğinden beri. Oysa ne hayaller kuruyorlardı beraber? Yarım yamalaktı. İki taraf, iki dağdı, dağların arasındaki köprüde kalakalmıştı. Tutmuyordu kimseler, elinden. Köprü her gün daha çok sallanıyordu. Fazlalıktı köprünün üstünde. Aldığı nefes, içtiği su, fazlaydı düzene.Düz. Düz mantıkla düşünmek gerek bazen. Bütün gün sessizce uyuyor belki. Prensesler güzellik uykularında geçirmezler mi ömürlerini? O kadar yorgun ki, uyanana kadar akşam oluveriyor. Pek yoruluyor geceleri.Lâf. Cümleler ne de kolay dökülüyor ağızlardan. Keşke hayat da bu kadar kolay olsa. Kapılar kapanı kapanıveriyor döndü döneli. Hani bir kapı kapanırken üç kapı açılırdı?Son. Sonun başı. Biterken başlar bazı öyküler. Tıpkı prensesin öyküsü gibi.

12 eylül türk sineması-4 (sonuç)

kahramancayirli | 18 March 2007 21:37

SONUÇ

Yönetmen kameranın arkasına geçtiği dakikadan itibaren siyasi anlamda tuttuğu tarafı bir kenara bırakmalıdır, aksi takdirde bu tek taraflılık elbette sanat eserine yansır ve ürünü nesnellikten uzaklaştırır. Politik tavır, kesinlik gerektirdiğinden şematizme dönüşebilir ve bu durum çok tehlikelidir. “Sol budur, sağ da şudur” gibi kesin yargılar, ortaya çıkan ürünün sığ olmasına yol açar. Neticede sanatçı taraf olarak da nesnel kalabilmeli, dolaysız bir politik söz söyleyip, ilginç ve özgün olabilmelidir. Seçilen film öyküsü zaten mevcut olan verileri kullanmaktan ziyade durum hakkında mümkün mertebe nesnel kalarak yorum yapmalı ve mevzuyu çeşitli yönlerden değerlendirmelidir. Öykünün karakterleri somut, yaşayan, ayakları yere basan ve kukla düzeyinde davranmayan kişiler olmalıdır. Olay örgüsü içinde insanlar ve insanların yaşadıkları dönem arasındaki nedensellik bağı sağlam kurulmalıdır. 12 Eylül üzerine yapılacak bir film, örneğin işkencenin bu dönemde yoğunlaşmasının sebeplerini, kültürümüzle olan sosyal ilintilerini araştırabilir. 12 Eylül’ün ardından insanların genel olarak sorunlara karşı daha duyarsız olmasının arka plânı da işlenebilecek temalardandır. Senaryoda karakterin 12 Eylül öncesini, 12 Eylül dönemi esnasında yaşadıklarının karakteri nasıl evirdiğini, 12 Eylül sonrasındaysa karakterin ne biçimde değişmeye devam ettiğini görebilmeliyiz. Bir sinema filminde illa çok sayıda mesaj veremeyebilirsiniz ancak vermeyi hedeflediğiniz mesaj(lar) tutarlı ve net olmalıdır. Senaryonun odak noktası yani asıl olarak hangi tema üzerinde durulacağı belirlenmelidir, yoksa öykü hiçbir limana demir atamadan mavi sularda gezinir durur. Bir 12 Eylül filmi çekilecekse, senaryo sosyopolitik gerçekleri saptamayı amaç edinmelidir. Tema, mümkün olduğunca açık, somut ve açıklayıcı bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Sinematografik unsurlar(görüntü yönetimi, ses, ışık, çerçeve kullanımı, gölge vb.) filmin vermek istediği iletilere yardımcı olmalıdır.Genel olarak Türk Sineması’na, sinemamızın geçmişte çekilen filmlerine burun kıvırmak yerine, o filmleri, filmlerin çekildiği koşullar çerçevesinde değerlendirmeliyiz. Bu filmleri konuşmalı, tartışmalı, eleştirmeli ama desteklemeliyiz. Sonuç olarak saydığım tüm özellikleri elinden geldiğince barındıran bir film söz konusu olduğunda, o zaman sinemamızda bir “12 Eylül filmi”nden bahsetmek mümkün olacaktır.