bildirgec.org

oğuz atay hakkında tüm yazılar

yüzyılın 40 romancısı – notos öykü

kahramancayirli | 29 January 2008 11:23

ahmet hamdi tanpınar
ahmet hamdi tanpınar
oğuz atay
oğuz atay
yaşar kemal
yaşar kemal

notos öykünün (şubat-mart) 8. sayısında yüzyılın 40 romancısı soruşturması yer alıyor. listenin en güçlü üç yazarı ise: yaşar kemal, oğuz atay ve ahmet hamdi tanpınar. seçiciler ve tam liste ise derginin yeni sayısındaymış..kendimce tahminler yapıyorum geri kalan 37 romancı kimler olabilir diye..yusuf atılgan, orhan pamuk, latife tekin, mehmet eroğlu ilk aklıma gelenler. dergi çıkar çıkmaz kitapçıya ilk koşanlardan biri olacağım sanırım.

murathan mungan büyümenin türkçe tarihi

kahramancayirli | 23 January 2008 16:22

insanı ne büyütür? edebiyat, biraz sinema, iyi müzik az biraz da…tabii bir de bu büyüme listesine “acı”yı eklemek gerek…

murathan mungan’ın seçkisi “büyümenin türkçe tarihi”nden bahsetmenin tam sırası..

Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin, Sait Faik, Sabahattin Ali, İlhan Tarus, Orhan Kemal, Cihat Burak, Vüs’at O. Bener, Oğuz Atay, Osman Şahin’in öyküleri hakkında Füsun Akatlı, Selim İleri, Fatih Özgüven, Cemil Kavukçu, Ayfer Tunç, Hasan Ali Toptaş, Sırma Köksal, Sema Kaygusuz, Faruk Duman, Necati Güngör, Jaklin Çelik ve Nurdan Gürbilek yazmışlar.

Baby700

| 13 October 2007 12:50

Baby700 beyfendinin zat-i alini tanımasam dahi; hesabını sildirmesine pek üzüldüm. Zat-i alini tanımadığım şahıslar için pek üzülmem demek istemiyorum. Acaba ne zaman ahkam yazar diye beklediğim, yazdıklarını takip ettiğim, harikulade latifeleri ile tebessüm etmemi sağlayan bir zatın gitmesi fevkalade üzücü. Kendisi nokta-i nazarımda, hafifin pir-i danası olup yeri doldurulamacak biridir. Geçen gece hafifte çok değerli bir arkadaşımızla sohbet ederken; gitmiş olduğunu fark ettik. Zaten bu havalar sıcaklanalı beri hiç keyfim yok. Bu hususta üstüne gelince üzücü oldu benim için. Kendisi üzerine pek çok betimleme yapmak isterdim lakin edebiyat özürlü olduğumdan Pir-i dana efendiye saygısızlık etmek istemem. Hiç sanmasamda; belki bu kurgudan uzak, avam diliyle yazılmış bu sarsak yazı, kendisini rahatsız ederde geri döner, iki laf demek için.

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ

ikonoklast | 13 June 2007 09:47

Oğuz Atay
Oğuz Atay

Oğuz Atay‘ın ünlü romanı Tutunamayanlar’ı bilenler bilir. O romandan esinlenerek yazmaya başladığım “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” ise henüz bilinmiyor. Bu ansiklopediden bir kaç bukleyi aşağıda bulacaksınız ve zaman içinde, bu ansiklopediye konu olan yeni yeni tutunamayanları keşfedeceksiniz.

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ
Tutunamayanlar Kimdir?
Tutunamayanlar için bir çok tanım önerilebilir. Hemen arkasından da bütün tanımlar ve tanımlama çabaları gibi beyhude olduğu anlaşılacaktır bu önerilenlerin. Bildiğim kadarıyla bu konuda en iyi yorum Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında yapılmıştır. “Disconnectus Erectus” başlığı altında, bir çeşit hayvan türü gibi tanımlamıştır tutunamayanları yazar. Bu tanımla belki aslında her konuda kısa ve net tanımlar arayanlarla alay etmek istemiştir:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar.Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar.(Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat – gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Ayni bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir.Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. (…)”
Yazarın kendisinin de, aynı romanındaki karakterler gibi bir tutunamayan olduğu konusunda iddialar vardır. Bu iddiaları araştırdığımızda roman hakkında ironik bir gerçek gözümüze çarpar: Bazı otoriteler, romanın yayınlandığı 1972 tarihine kadar Dünya Edebiyatında tutunamayanlar temasını işleyen pek çok roman yazılmış olduğunu, bu yüzden de romanın temasının yeni ve orijinal olmadığını ve Atay’ın bu temayı işleyen bir roman yazmakta geç kaldığını ifade ediyorlar. Atay bu bakımdan, romanında yer verdiği, her şeye, hatta yaşamaya bile geç kalan karakterlere benzemektedir, diyorlar. Bu fikir hakkında ne söylenebilir? Tutunamayanların kahramanı Selim, bu fikri duysaydı, bayılırdı ve yazdığı “Tutunmayanlar Ansiklopedisi”ne Atay için bir madde eklerdi:
OĞUZ ATAY:
Yazar, Türk Tutunamayanı. 1934’te İnebolu’da doğdu. Ankara Maarif Kolejini ve İTÜ İnşaat Fakültesini bitirdi. (…) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmada Roman Ödülünü kazandı. Ancak, her on yılda bir dünya yazarları arasında düzenlenen bayrak yarışını, daha önceden hiç bilinmeyen yepyeni bir tema bulamamış olduğu için kaybetti, diskalifiye oldu, madara oldu. Yarışta ülkesini iyi temsil edememiş olduğu için vatan hainliğiyle suçlandı. Yargılandı ve suçlu bulundu. Milli Edebiyat Dünyasında gözardı edilmek ve unutulmak üzere hüküm giydi. Mahkemenin tarafsız olmadığına ve suçlanıp mahkum edilmesinin asıl sebebinin resmi olarak ilan edilenden başka olduğuna dair söylentiler vardır: Buna göre, Atay, bir keresinde ülkesindeki yazarların çoğunun kendileriyle hesaplaşmak gibi bir dertleri olmadığı için yazdıkları romanların da gerçek roman olmadığını, edebiyat hayatımızın da bir düzmeceden ibaret olduğunu iddia etme cür’etini göstermiştir. Bu yüzden de şimşekleri üzerine çekmiştir.
Bir başka söylentiye göre, bu bayrak yarışı, yargılanma ve mahkumiyet hikayesi asılsızdır. İşin aslı, yazarın gerçekten bir tutunamayan olduğu, çünkü yaşadığı dönemde ülkesindeki edebiyat çevrelerince ya apolitik, ya da politik olarak yanlış tarafta bulunduğudur. Bu yüzden de eserleri geçerli edebiyat anlayışına sahip olanlarca görmezden gelinmiş ve unutulmaya terkedilmiştir.
Gerçek her ne idiyse, aradan pek çok yıl geçtikten sonra Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı yeniden basılmış ve çok satan kitaplar arasına girmiştir. Böylece sonunda yazarın iade-i itibarı mümkün olmuştur. Ölümünden 28 yıl sonra Oğuz Atay üzerine araştırmacı Yıldız Ecevit “Ben Buradayım…Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” başlıklı biyografi yazmıştır.
MARY EDMONIA (WILDFIRE) LEWIS
Amerikalı heykeltraş. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. 1845’te doğduğu sanılıyor. Doğum yeri konusunda da iddialar çeşitli: Newark, New Jersey ya da Ohio belki de, büyük ihtimalle New York. Babası hizmetkarlık yaparak geçimini sağlayan, azad etilmiş bir siyah köle, annesi Amerikan yerlilerindendi (Chippewa Kabilesinden). Babası öldükten sonra annesinin kabilesiyle birlikte büyüdü. Yerliler arasında adı Wildfire’dı.
Irkçılığın ve cinsiyet ayrımcılığının doruğunda bir yerde ve zaman diliminde yaşadı; beyaz ırktan değildi, kadındı ve eşcinseldi (aslında bunların biri bile bir tutunamayan olmak için uygun koşulları sağlayabilirdi).
Köleliğin kaldırılması için mücadele eden Abolititonistlerin yardımıyla, kadınları ve “renklileri” kabul eden Oberlin College’de bir süre eğitim gördü. Bu süre içinde California’da maden işleten erkek kardeşinden maddi yardım aldı. Ancak okulda iki beyaz sınıf arkadaşını afrodizyakla zehirlediğine dair bir suçlamaya maruz kaldı ve ırkçı Vigilante örgütü taraftarlarınca linç edilmek istendi. Hakkında açılan davada John Mercer Langston tarafından savunuldu ve delil yetersizliğinden beraat etti. Oberlin’i terkedip, görece liberal olan Boston’a gitti. Oberlin’deyken keşfettiği çizim yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Abolitionistlerin lideri aracılığıyla 1863’te tanıştığı neoklasik heykeltraş Edward Brackett’le çalışmaya başladı. İlk heykelleri Amerikan İç Savaşının kahramanlarını ve köleliğin kaldırılması için mücadele edenleri konu almaktadır. Siyah bir kadınla adamı tasvir eden, “Sonsuza Kadar Özgür” adlı bir heykeli çok ünlü oldu ve Washington’da Howard Universitesi Sanat Galerisi’nde sergilendi.
İç Savaştan sonra, İç Savaş kahramanı Robert Gould Shaw’ın büstünü yaptı ve büstün alçıdan kopyalarını satarak kazandığı parayla 1865’te İtalya’ya gitti. Orada sanatını icra etmek için teşvik edici bir ortam buldu ve çalışmalarını iyi fiyatlarla sattı. Roma’da yaşayan Nathaniel Hawthorne, Henry Wadsworth Longfellow and Harriet Beecher Stowe gibi yazarlarla yakın ilişkler kurdu. Ayrıca Harriet Hosmer ve Charlotte Cushman Amerikalı sanatçılardan oluşan bir lezbiyen çevreye üyeydi. Yazar Henry James, bu çevreyi “Amerikalı bayan sanatçılardan oluşan garip bir kızkardeşler örgütü” olarak tanımlar. “Bu örgütün bir üyesi de, derisinin rengi sanatını icra ederken kullandığı mermerle tam bir zıtlık arzeden bir zenci kadındı,” diye devam eder James ve Lewis’in siyah olmasının onun ünlü olamasını sağladığını iddia eder. Bu iddiasında bir bakıma haklıdır: sanatçıların ünlü ya da sanat tarihçileri ve eleştirmenler için ilgi çekici olmasında belirleyici olan, genellikle yeteneklerinden bağımsız, tamamen farklı ölçütlerdir. Lewis, Amerika’da kölelik karşıtı hareketin desteğiyle belirli bir ün kazanmıştı. “Derisinin rengi ile değil yetenekleriyle değerlendirilmek istediğini” söylerken ırkçı önyargılarla gözardı edilmek kadar, ırkçılık karşıtlarının politik başarısının bir sembolünden ibaret olmayı da istemediğini belirtiyordu. Yeteneklerini dolaysız ortaya koymak için tasarladığı heykelleri, diğer heykeltraşlar gibi taşyontucu zanaatkarlara yaptırmıyor, baştan sona kendisi yontuyordu. Böylece genellikle kadın heykeltraşlara yöneltilen “aslında yeteneksiz oldukları halde heykellerini marifetli taş yontucularına yaptırdıkları” iddiasından kurtulmayı umuyordu. Bir kadının tek başına mermer yontması İtalya!ya gelen turistlerin bile ilgisini çekiyordu ve herkes akın akın mermeri yontan Wildfire’ı görmeye geliyodu.
1876’da Philedelphia 100. Yıl Sergisinde ve Chicago’da Kleopatra’nın Ölümü adlı 2 tonluk bir heykeli sergilendi. Ancak Lewis heykeli İtalya’ya geri götürmek için para bulamayınca Chicago’da bir depoya bırakmak zorunda kaldı. Heykel bir süre sonra bir meyhaneye satıldı. Blind John Condon adlı kumarbaz heykeli alıp çok sevdiği Kleopatra adlı yarış atının mezar taşı olarak kullandı. Son olarak bir hurdalığa kaldırılan ve uzun süre vandalizmin hedefi olan heykeli ancak 1980’lerin sonuna doğru Harold Adams adlı bir itfaiyeci buldu. Adams’ın “İş makinalarının arasında yardım çığlıkları atarak kurtarılmayı bekleyen beyaz bir hayalete benziyordu” diye tanımladığı heykeli Smithsonian Institute’a bağlı Amerikan Milli Sanat Müzesi aldı ve restore ettirdi. (Bu heykelin öyküsü “san’atın ölümsüzlüğünden” söz edenlere ithaf olunur.)
Edmonia Lewis’in daha sonraki hayatı hakkında bilgi yoktur. 1911’de Roma’da yaşadığına ilişkin bildirimler olmasına rağmen ne zaman ve nerede öldüğünü kimse bilmemektedir. Heykellerinden çok azı günümüze kadar korunabilmiştir. BÜYÜK HEYKELTRAŞLAR arasında adına yer verilmemiştir. Kadınların, siyahların, Amerika yerlilerinin, ezcümle “başka”ların tarihiyle uğraşan bir kaç yayında sözü geçer.

TO BE CONTINUED…

“Tutunamayan” akademisyenlerin hal-i pür melali

kahramancayirli | 16 March 2007 18:03

Bugün 8 Eylül. Yani Temel Okur Yazarlık Günü. Çocuk Vakfı Çocuk Edebiyatı Okulu’nun bugün sebebiyle hazırladığı Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı Karnesi’ne bakınca durumumuzun neden içler acısı olduğunu, AB kapılarında daha uzun süreler bekletileceğimizi anlamak güç değil. Çalışmanın tüm bulguları, üzerlerinde tek tek düşünmeyi gerektiriyor ama ben bu yazımda hepsine değinemeyeceğim maalesef.
Gazi Üniversitesi’ndeki 1915 öğretim üyesiyle yapılan araştırmaya göre öğretim üyelerinin yüzde 21.9’u sadece akademik yayın okuyor. Yüzde 56.2’si ayda bir-iki kitap okuyor (Radikal, 7 Eylül 2006). Şaşırmadım. Ayrıca aynı vahim tablo bütün üniversitelerimiz için geçerli. Özellikle büyük şehirlerde aldıkları maaşlarla zor geçinebiliyor örneğin araştırma görevlileri, okudukları son kitabı veya takip ettikleri akademik yayınları sorduğumda durup epey düşünmeleri bu yüzden. Fakültelerde küçücük odaların her birinde üçer-dörder araştırma görevlisi sıkıştırılmış vaziyette. Fiziki imkanların yokluğundan son derece rahatsızlar ve hallerinden memnun değiller. Hatta oda yokluğundan büyükçe bir odanın kapısında dört-beş profesörün ismini görmek mümkün. Oysa vakıf üniversiteleri bu açıdan cennet gibi, devlet üniversitelerimize kıyasla.
Akademisyenlerimizin (bir kısmının diyelim hepsi değil) okumamaları ve kendilerini geliştirmemeleri sadece fiziki olanakların yetersizliğinden kaynaklanıyor olamaz. Uzmanlık alanıyla ilgili her yayını takip etmeye çalışan, sürekli okuyan, bilgi saçan, aydın akademisyenlerimiz de var. Hangi kitaplara, hangi dergilere gelirimizin ne kadarını ayırıyoruz? Zira ilk paragrafta bahsettiğim çalışmaya göre ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. (evet iki yüz otuz beşinci) sıradaysa diyecek söz kalıyor mu?
Elbette kalıyor. Okuyup, kendini geliştirmeyen akademisyenler öğrencilerine ne öğretebilirler ki? Teorik bilgi mi? O zaten kitaplarda da var diyeceğim ama malum kitap da okumuyoruz.
Üniversite: Kutsal bir yer
Akılcı düşünen, sorgulayan, okuyan, toplumu iyi yönde etkilemeye gayret eden cesur gençlere her zaman olduğundan daha çok ihtiyacımız var. Bu gençlerin artması için sorgusuz sualsiz ezberlenmiş bilgiye yönelten eğitim sistemimizden derhal kurtulmamız gerek. Ve eğer biz ağzımızı açmazsak, meydan cahillere kalır.
Yepyeni bir eğitim-öğretim yılının eşiğindeyiz. Hiçbir şey değişmiyor. Üniversite hocaları bile ellerindeki silahların finaller, sınavlar, derslerden kalmamız olduğunu sanıyorlar. O kadar yanılıyorlar ki. “X Hoca’nın sınavından kaç almıştın sen bakayım” diye sormayacak hiç kimse bize, not için ezberlediklerimiz değil sorarak, düşünerek, mantıksal bağlantılar kurup yorumlayarak öğrendiklerimiz kalacak yıllar sonra yanımızda.
Mevcut üniversitelerden mezun olanlar zaten işsizken on beş yeni üniversite açanların “Tutunamayanlar”dan haberi var mıdır acaba? Oğuz Atay’ın mizahi cümleleri son söz olsun şimdilik: “Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada herşey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız.” ( Tutunamayanlar, Oğuz Atay, sayfa 362-363, İletişim Yayınları, İstanbul)

Rakı şişesinde balık olamamak

benibeklemekaptan | 14 September 2006 02:52

İçiyoruz… kendimizi kaybetmek için. Belki de kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Ama olmuyor hiçbiri. Ne kaybedebiliyoruz kendimizi ne de bulabiliyoruz. Aşk zamansız gelipi zamansız gidiyoruz hayatımızdan, ve biz sarhoş olduğumuzdan ayırdına varamıyoruz bunun. Bir bakıyoruz gelmiş, hatta bir bakıyoruz gitmiş. Keşke bakmasak o zaman gelmez belki. Gelse de gittiğini görmeyiz en azından.
Asıl sorun şu aslında… Turgut Özben mi olacağım Selim Işık mı? Buraya birşeyler yazmam bile Turgut olacağımı gösteriyor. Halbuki ben hep Selim olurum diye ümit etmiştim. En azından öyle göstermiştim kendimi insanlara. Ama maşam sıkmıyor işte.
Yazabileceğimi düşünsem Yusuf Atılgan gibi davranıp kaybedeceğim kendimi dünyanın derinliklerinde. Elimden gelen bir şey de yok ki. Ne öykü, ne deneme, ne de şiir yazabiliyorum… okuyabiliyorum sadece. Bu ise bir yetenek değil. Balık yakalayamıyorum ama yiyebiliyorum yanında rakı ile birlikte. Rakı şişesindeki balık bile olamıyorum.

Tutunamayanlar…

gariib | 11 March 2006 15:37

Tutunamayanlar-Oğuz Atay la tanıştığımdan beri ; Bat dünya bat! demiyorum da sanki tutunamayanların tarihini yaşıyorum .

Oğuz Atay ın kullandığı dil gibi , kıvrak zekasını da kullanabilen başka yazarlar vardır da , kimdir ?

( tutunamayanları 3.ye okuyorum , 4. ve 5. de olacak gibi duruyor . 1-2 kitap okuyorum ( felsefe , roman , tarih hiç farketmiyor ) , içimde dayanılmaz bir açlık hissedip tutunamayanlara uzanıyorum , birkaç sayfa okuduktan sonra yüreğimde bir boşluğun kapandığını hissediyorum , huzur veriyor bana . )

bat dünya bat!

greta | 09 March 2006 23:27

Bat dünya bat!(Tutunamayanlar-Oğuz Atay)bu sözü son zamanlarda çok kullanıyorum.Sahi sizde der misiniz böyle bağıra çağıra bat dünya bat! die.

yeraltından notlar

çağrılmayan yakup | 11 June 2005 04:30

canım insanlar sonunda bana bunu da yaptırdınız. hep bunu söylemek istemiştim. oğuz atay kahrından ölmüştü genç yaşında. bunu yapabileceğimi sanmıyorum. ama onun kahrına sahip çıkabilirim. kolay yoldan haklı olurum. şu tutunamayanlar . sanırım hiç onlardan olmadım.