bildirgec.org

kendinde değil hakkında tüm yazılar

istanbul’da küflü bir parkın notları

admin | 18 March 2006 22:11

“HAFİF BİR SANCIYLA GEÇMEYECEKTİ BU
EYLEMSİZLİK/AŞKIN DÜNYADAKİ AĞIRLIĞI
Kelimeler yüklemsizken ne kadar hafif. İki nokta arası yeşiller, sivilceli ve sevimsiz olmuşluk. Hep bir olmuş bitmişlik. En çok sızlayan yer yüreğimin beyaz saatleri ne zaman vurulduğunun farkında olmayan hayatlar gibi toprak ve yaprak içinde. Birkaç konu girmeli sohbetlere; gözlerimiz iki imkansız aşk, iki yolsuz köy gibi kimsesiz. Deniz bakışlarla üredikçe yosunlaştıkça içimizden içlerimize akan pınarlar kelimeler coşkulu yağmurun durgun birikintilerine bölünüyor ve sadeleştikçe sonsuza doğru eylemsizlik çorak ve eğimsiz bir yalnızlık sarıyor her şeyi.

Düşmek Hiç Ayıp Değil Yeter ki Kakmasını Bil…

talos | 06 March 2006 22:37

Hep zarar(!)

Konuşuyorum zarar,
İğneler batırıyormuşum insanların kalbine.

Susuyorum zarar,
Fırtınadan önceki sessizliği oynuyormuşum kafamdaki tozlu tiyatroda.

Koşuyorum zarar,
Sarsıyormuşum sokakları, caddeleri.

Seviyorum arar,
Umursamıyormuşum.

İstiyorum zarar,
Kaba oluyormuşum.

Öpüyorum zarar,
Parçalarcasınaymış.

Bakıyorum zarar,
öğrenememişim doğruyu, yanlışı, bakış açısını ve yalancı aldatışları.

Bekliyorum zarar,
Sabırsızmışım.

Düşünyorum zarar,
Kızılelmaymış düşüncelerimin sonucu.

mal beyanı

yasartahir12 | 02 February 2006 23:40

mal beyanı tartışmaları almış başını gidiyorken üstüne üstük ardına bile bakmıyorken hayat geçiyor be saniyeler şeklinde bende acıklayayım dedim mal varlığımı

1-Avşa adasında üç daire, dört üçgen, beş dikdörtgen 2-Gökyüzünde bir bulut 3-doktordan Bitlis’te beş minare 4-Biri yazlık, biri kışlık iki platonik sevgili 5-Büro mobilyası ve çelik kapı üreten bir fabrikanın öğle üzeri yaslanıp sigara içilen beyaz duvarı 6-Islıkla da çalınabilen dört anonim türkü 7-Palandöken’de bir palan, iki döken 8-Kastamonu’da üç kasto 9-bayandan az kullanılmış Üç fay hattı 10-Bir çarşamba, iki perşembe, üç cuma 11-Dünyada mekan 12-Ahirette iman 13-Denizde kum 14-Uzayda yerçekimsizlik 15-Bir çuval gazoz kapağı 16-Bir kibrit kutusu sigara izmariti 17-On sekiz saç biti 18-Biri İngilizce 6 adet küfür 19-Yirmi tane boş naylon poşet 20-Sevenlerin kalbinde kurulmuş bir taht 21-Bir sürü saç sakal, kıl, tüy, yün 22-Uç ayrı parkta, üç ayrı belediyeye ait, üç ayrı banka reklamlı bank 23-Bir ayakkabı çekeceği yanında iteceği 24-İki büyük taş kütlesi 25-Bir adet ağaç gölgesi 26-Üç kuş kanadı sesi (gripsiz) 27-Bir sürü kedi köpek sesi 28-Bir marmara denizi 29-Camına yaslanıp seyredilen iki piliç çevirmeci 30-Her akşam karıştırılan dört çöp bidonu 31-Çalıp çalıp kaçılan beş tane melodili apartman zili 32-Nakit 15 ytl 33-Anne babadan kalma yarısı yaşanmış bir ömür 34- kimsenin girmediği bir adet blog

kelimelerim | ifade güçlüğü

cgds | 30 August 2005 02:19

duyguları anlatması ne kadar zor bir şey. üzgün olduğunuzu nasıl anlatırsınız? ya da neşeli olduğunzu. bunun abidin dino ve mutluluğun resmi ile pek alakası yok maalesef. karnınıza ağrılar girmesine benzer kimi duygular, kimi hisler, bir diğeri ise ayağınızın yerden kesilmesine benzer… ama anlatması hep zordur, tam olarak tanımlayabilmek ise imkansız. hatta karşınızdaki, sizin hissettiğiniz duyguyu daha önce hissetmediyse, anlattıklarınız sadece karşınızdakinin canını sıkar. kimi anlar vardır, birden fazla duyguyu aynı anda yaşarsınız. sevgili ile beraber olmanın mutluluğu, bir yandan da kaydebilecek olmanın korkusu, hatta duruma göre toplumun tepkileri [eşcinsel bir ilişki ya da kan davalı olduğunuz sülaleden birini sevmek gibi]… bütün bu düşüncelerle duygularınız çok ama çok çeşitli ve karışık olabilir. iyi de zaten bir duyguyu anlatabilmek, bizim için yeterince büyük bir uğraşken bu kadar karışık bir durum nasıl ifade edilir? kaç kelimeydi günümüz türkiye’sinde konuşan insanın kelime sayısı? 100? 200? hatırlamıyorum. benim de acınası bir miktar kullandığım kesin. bu kadar az kelime kullanarak nasıl anlatırım size içinde bulunduğum durumu? anlatamam . neredesiniz kelimelerim? bildiğim ihtiyacım kelimelerim? ya da bilmediğim ve öğrenmemin şart olduğu kelimeleR? oysa ne kadar çok isterdim söylediklerimle hissettiklerim aynı , en azından aynı olmasını. siz en iyisi hayal gücünüze güvenin. zaten benim de buna güvenmekten başka şansım yok.

selobant

x.y | 04 August 2005 10:31

her şey şu masa üzerinde durmakta olan selobant yüzünden oldu ve y. diyor ki bu çok güzel bir karizma çiziğiymiş.

ayrıca bildiğimiz ama unutmamamız gereken bir denklem ile başlamak uygun; [x+y]=0

bunu çözmek hiç de zor değil yine de ömrümüzü verdik bu işe..belki yeni bir şeyler çıkartabiliriz diye..

x.

Hasan, şu günlük zımbırtısını kaldırmasaymışsın iyi olurmuş…

DarkStar | 22 May 2005 04:30

Bazen insan daralıyor işte…

Kaçmak için acaba ne yapsam, nereye gitsem diye düşünürken buluyor kendini. Ne zaman bu duruma düşsem, kaçmak için içimde hiç bir enerji bulamıyorum. Neden acaba?

İnsan iyice dibe vurmadan çıkamazmış, iyice dibe vurması lazım ki, ayaklarıyla yerden destek alıp tekrar suyun yüzüne çıkabilsin diye… Bunu söyleyenin kim olduğunu düşünüyorum, düşündükçe ne kadar aptal olduğu aklıma geliyor. Ruhunun derinliği o kadar az ki, bir kaç metre suyla ölçebiliyor. Peki ya ben ne yapmalıyım? Batabileceğim noktayı düşünemiyorum bile. Hatta daha önce batıp çıktığım derinliklerin yakınına kadar gelmek, hayattan korkmama sebep oluyor.Korkutucu!

Gecenin bir yarısı ne yapıyorum? Neden hala bu aptal aletle boğuşuyorum? Aslında yaptığım şeyin yaratıcılıkla hiç bir alakası yok. Evde yalnız da değilim.

Ama nedense beni paylaşamayacak kimseyi yanımda istemiyorum. Acaba ben kendi kendimi paylaşabiliyor muyum? Yoksa kutuma kapanıp pesimist düşüncelerle kendime işkence mi ediyorum?

İki günden beri hiç bir şey yemedim. Şu aptal kuş gazozumu döktükten sonra, bira içmeye başladım. Dün gece yarısına yakındı gazozumun dökülmesi…

Ama hala kendimi sarhoş hissetmiyorum. Aslıda, çok sık backspace tuşuna bastığım gerçeğini göz ardı edersek, kendimi hiç mi hiç sarhoş hissetmiyorum. Bir kaç saat sonra son kasanın sonuncu birasını da içeceğim. Ondan sonrası için hiç bir şey düşünemiyorum, hiç bir şey göremiyorum…

Bu gün ne? Yarın günlerden ne olacak? Ben ne yapacağım? Eğer bir şey yapacaksam neden yapacağım? Ama bu sorular arasında beni en çok sıkan, en son gelen soru: Neden yapacağım? Ne yapacağımı bilmiyorum, ben korkutan ne yapacağımdan çok neden yapacağım.

Aslında yapacağım şeyler var. Ama onlar benim için, kendimi için değil. Kuşun kafesini temizleyeceğim sonra da yemini ve suyunu tazeleyeceğim, saksıdaki otlara su vereceğim. Belki banyodaki sızdıran musluğun vanasının contasını değiştireceğim. Peki ya sonra?

Bir ara soyadı Farmer olan bir yazarın “İstiridye Kabuğundan Doğan Venüs” yada adı ona benzer bir kitabını okumuştum. Kitabın kahramanı, hayatın anlamını arıyordu. Bütün evreni gezdikten sonra (Yazara göre) buldu da. Tüm kitap boyunca (kitabın ilginçliğini de düşünerek) gerçekten bir neden bulacağını yada bulamayıp, aramayı okuyanlara bırakacağını düşünmüştüm. Bu kadar boktan bitmesi bende çok büyük bir hayal kırıklığı yarattı.

Acaba herkesin hayatının anlamı kendisinde mi gizli?

Buna inanmıyorum. Bazen saçma sapan hayaller kurarken aklıma olmadık şeyler geliyor. Aslında adına tanrı denilen varlık (belki de yokluk), kendi yerine geçecek bilincin gelmesini bekliyor. Dediklerine göre tanrı insanı kendi suretinde yaratmış ya! Çok mu “Stirner”cı?

Bazen insan kendinden korkar oluyor. Benim için bu da o bazenlerden biri. Yoksa yıllar sonra neden tekrar yazmak için bir içgüdü geliştireyim ki? İnsanın kendini tanıması en büyük erdemmiş. Bence, bu erdem tanıdığımız yeryüzünde kimse tarafından erişilememiş bir erdem olarak kalmaya devam edecek.

Aptal kuş. Onu kafesinden çıkarmam bütün şaklabanlığını kullanıyor. Ama dün akşam yaptığı için onu çıkarmayacağım. Acaba, kafesin içindeki ben olsaydım, dün akşam yaptıklarından (yaptıklarımdan) dolayı o beni çıkarır mıydı? Bütün gün müzik dinledim ama kuşumun hoşlanıp hoşlanmadığını hiç düşünmedim.

Acaba o benim yerimde olsa düşünür müydü? Kafama o kadar çok takmaya değer mi? Yoksa kafesin kapısını açıp, onu sallamasam mı? Bir bilinç için belki de en kötü şey, yokmuş gibi davranılmasıdır. Üff, dayanamadım kapısını açtım, ister çıkar, ister çıkmaz. Bir bilinç varlığı kabul edildikçe başkaldırmazmış (Camus öyle diyor).

Peki ben ne yapıyorum? Benim bilincim ve varlığım kabul ediliyor. Ama hala bir eylere karşı ölçülemez bir vandalizm içimde ateşleniyor.

Ter kokumu aldım, ama daha dün duş almıştım. Bu güna hava da sıcak değildi İstanbulda, ama tekrar duş almak çok zor geldi şimdi. Tekrar yazmayı becerebiliyorken kendimi kaybedene kadar yazmaya devam edeceğim sanırım. Ama arada biramı yenilemem gerekiyor, ne yapalım.

Aklıma şu saçma reklam geldi. Ben de, bitmeyen bira istiyorum. Hayyamın istediği gibi! Bira şişesinde balık olmak istiyorum. Belki bilincimi kaybedebilirim ve insanların arasında kendime ait bir yer bulabilirim.

Sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların yolda görüp iğrendikleri türden biri değilim. Zaten, neden kötü durumdaki insanlardan iğrenirler onu da anlamış değilim ya. Sadece cebimde üç kuruş para yokken (bu sefer oldu sanırım, iyi ki paradan sıfır atılmış), gelip benden şarap yada başka bir şey parası istediklerinde rahatsız oluyorum.

Her neyse, mesleğimde başarılı sayılırım. Benimle iş yapanlar günde 250 amerikan parasını ödediklerine göre, hiç de fena değilim. Fiziğim de normal sayılır, en azından dış görünüşüm normal denilen tipe çok kolay dönüştürülebilir.

Tekrar kaldığım yere dönersek, aslında hayat dediğimiz şey oldukça girift bir kolajdan oluşuyor. Algılarımıza yakalanan uyarıcılardan, hoşumuza gidenleri seçiyoruz. Sonra da seçtiklerimize uygun olmak için uğraşıyoruz. Bir çok seçim, bir çok parça… Sonuçta kimisinin yaptığı sanat oluyor, kimisinin yaptığı ise oldukça klişe bir şekilde ortaokul birinci sınıf düzeyini aşmıyor ve çöpe gidiyor.

Sudo, kafesinden çıkıp geldi omzuma kondu. Çok hoşuma gitti. Bir varlığın ilkler listesinin başlarında yer almak. Çocukken, özellikle pazar günleri, TRT1’de
korsan film seyrettikten sonra korsancılık oynardık. Şimdi kendimi o korsanların kaptanı gibi hissediyorum. Ama benim gemim daha küçük, tayfam daha az, kuşum
daha ufak ve ayaklarımdan hiç biri tahta değil.

Çocuk olmayı gerçekten özlüyorum. İnsanlar çocuk olmak kavramını, ödenecek faturalar, gidilecek işler ve sorumluluklar olmaması diye adlandırsa da, bence çocuk olmak bunlardan çok daha ciddi.

Çocukken, düşman gemisindekilerle kılıç dövüşü yaparken hataya yer yoktu. Yada silahımı karşımdaki kovboydan önce çekmeliydim. O zamanlar yaptığımız hatalar daha kolay telafi edilse de, şimdi karşılaştığımız sorunlardan daha önceldi. Yaşadıkça laçkalaştık, hayatı gördükçe yaptığımız hataların, hayatımıza ne denli
az etkidiğini öğrendik. Keşke öğrenmeseydik…Keşke büyümeseydik.

İnsanın geleceği görememesi ne kötü. Büyüdükçe, zaman kavramı içimizde gelişti. Artık çocuk gibi yaşadığımızın, değerini vermemeye başladık. Hep korktuğumuz geleceği nasıl dizginleriz diye planlar kurmaya harcadık hayal gücümüzü. Hayal gücümüz, yaratıcılığımız kayboldu. Sadece planlar kuran makineler olmaya başladık, robotlaştık.

Ben çocukken uçardım, yada uçtuğumu sanardım. O his o kadar gerçekti ki, üstünde çok düşünmeme rağmen, uçuyormuydum yoksa uçtuğumu mu sanıyordum hala bilemiyorum. Ama içimde bir şey uçtuğumu söylüyor. O kadar severdim ki uçmayı, pilot olmak istemiştim biraz büyüyünce, ama olmadı. Gözlerim bozukmuş. Arkadaşlarımdan bir pilot oldu, ama hakediyor muydu? Belki hakediyordu, ben uçabiliyordum ama o her türlü uçağın her türlü bilgisini biliyordu. Sanırım gereken çok çalışmak ve içselleştirmekti. Sonunda ben de, bilgisayar programcısı ve teknoloji danışmanlığı yaptığım şu hayata vardım. Aslında işimi seviyorum. Çünkü, yetenekli bir programcıysanız (ben kendimi öyle
sanıyorum ama.. ) iş hayatında bir takım ayrıcalıklarınız oluyor, çocukça yada saçma sapan davranışlarınız yüzünden, diğer mesleklerdeki insanlar gibi
yargılanmıyorsunuz. Görünüşünüze göre sizi değerlendirmiyorlar (en azından çalışmak istediğiniz tipte insanlar).

Peki neden hala bir rahatsızlık hissediyorum? Bilmiyorum. Tek düşünebildiğim şey, evdeki biralar bittikten sonra bira almaya gidecek durumda olamazsam ne yapacağım…

Sıkıldım. Yazmak işkence gibi gelmeye başladı. Yazdıklarımı kaydedip, bira içmeye devam edeceğim. Taa ki Godo gelene kadar. Sonra Godoyla birlikte rakı sofrası kuracağız…

Hasan, şu günlük zımbırtısını kaldırmasaymışsın iyi olurmuş…

DarkStar | 22 May 2005 04:29

Bazen insan daralıyor işte…

Kaçmak için acaba ne yapsam, nereye gitsem diye düşünürken buluyor kendini. Ne zaman bu duruma düşsem, kaçmak için içimde hiç bir enerji bulamıyorum. Neden acaba?

İnsan iyice dibe vurmadan çıkamazmış, iyice dibe vurması lazım ki, ayaklarıyla yerden destek alıp tekrar suyun yüzüne çıkabilsin diye… Bunu söyleyenin kim olduğunu düşünüyorum, düşündükçe ne kadar aptal olduğu aklıma geliyor. Ruhunun derinliği o kadar az ki, bir kaç metre suyla ölçebiliyor. Peki ya ben ne yapmalıyım? Batabileceğim noktayı düşünemiyorum bile. Hatta daha önce batıp çıktığım derinliklerin yakınına kadar gelmek, hayattan korkmama sebep oluyor.Korkutucu!

Gecenin bir yarısı ne yapıyorum? Neden hala bu aptal aletle boğuşuyorum? Aslında yaptığım şeyin yaratıcılıkla hiç bir alakası yok. Evde yalnız da değilim.

Ama nedense beni paylaşamayacak kimseyi yanımda istemiyorum. Acaba ben kendi kendimi paylaşabiliyor muyum? Yoksa kutuma kapanıp pesimist düşüncelerle kendime işkence mi ediyorum?

İki günden beri hiç bir şey yemedim. Şu aptal kuş gazozumu döktükten sonra, bira içmeye başladım. Dün gece yarısına yakındı gazozumun dökülmesi…

Ama hala kendimi sarhoş hissetmiyorum. Aslıda, çok sık backspace tuşuna bastığım gerçeğini göz ardı edersek, kendimi hiç mi hiç sarhoş hissetmiyorum. Bir kaç saat sonra son kasanın sonuncu birasını da içeceğim. Ondan sonrası için hiç bir şey düşünemiyorum, hiç bir şey göremiyorum…

Bu gün ne? Yarın günlerden ne olacak? Ben ne yapacağım? Eğer bir şey yapacaksam neden yapacağım? Ama bu sorular arasında beni en çok sıkan, en son gelen soru: Neden yapacağım? Ne yapacağımı bilmiyorum, ben korkutan ne yapacağımdan çok neden yapacağım.

Aslında yapacağım şeyler var. Ama onlar benim için, kendimi için değil. Kuşun kafesini temizleyeceğim sonra da yemini ve suyunu tazeleyeceğim, saksıdaki otlara su vereceğim. Belki banyodaki sızdıran musluğun vanasının contasını değiştireceğim. Peki ya sonra?

Bir ara soyadı Farmer olan bir yazarın “İstiridye Kabuğundan Doğan Venüs” yada adı ona benzer bir kitabını okumuştum. Kitabın kahramanı, hayatın anlamını arıyordu. Bütün evreni gezdikten sonra (Yazara göre) buldu da. Tüm kitap boyunca (kitabın ilginçliğini de düşünerek) gerçekten bir neden bulacağını yada bulamayıp, aramayı okuyanlara bırakacağını düşünmüştüm. Bu kadar boktan bitmesi bende çok büyük bir hayal kırıklığı yarattı.

Acaba herkesin hayatının anlamı kendisinde mi gizli?

Buna inanmıyorum. Bazen saçma sapan hayaller kurarken aklıma olmadık şeyler geliyor. Aslında adına tanrı denilen varlık (belki de yokluk), kendi yerine geçecek bilincin gelmesini bekliyor. Dediklerine göre tanrı insanı kendi suretinde yaratmış ya! Çok mu “Stirner”cı?

Bazen insan kendinden korkar oluyor. Benim için bu da o bazenlerden biri. Yoksa yıllar sonra neden tekrar yazmak için bir içgüdü geliştireyim ki? İnsanın kendini tanıması en büyük erdemmiş. Bence, bu erdem tanıdığımız yeryüzünde kimse tarafından erişilememiş bir erdem olarak kalmaya devam edecek.

Aptal kuş. Onu kafesinden çıkarmam bütün şaklabanlığını kullanıyor. Ama dün akşam yaptığı için onu çıkarmayacağım. Acaba, kafesin içindeki ben olsaydım, dün akşam yaptıklarından (yaptıklarımdan) dolayı o beni çıkarır mıydı? Bütün gün müzik dinledim ama kuşumun hoşlanıp hoşlanmadığını hiç düşünmedim.

Acaba o benim yerimde olsa düşünür müydü? Kafama o kadar çok takmaya değer mi? Yoksa kafesin kapısını açıp, onu sallamasam mı? Bir bilinç için belki de en kötü şey, yokmuş gibi davranılmasıdır. Üff, dayanamadım kapısını açtım, ister çıkar, ister çıkmaz. Bir bilinç varlığı kabul edildikçe başkaldırmazmış (Camus öyle diyor).

Peki ben ne yapıyorum? Benim bilincim ve varlığım kabul ediliyor. Ama hala bir eylere karşı ölçülemez bir vandalizm içimde ateşleniyor.

Ter kokumu aldım, ama daha dün duş almıştım. Bu güna hava da sıcak değildi İstanbulda, ama tekrar duş almak çok zor geldi şimdi. Tekrar yazmayı becerebiliyorken kendimi kaybedene kadar yazmaya devam edeceğim sanırım. Ama arada biramı yenilemem gerekiyor, ne yapalım.

Aklıma şu saçma reklam geldi. Ben de, bitmeyen bira istiyorum. Hayyamın istediği gibi! Bira şişesinde balık olmak istiyorum. Belki bilincimi kaybedebilirim ve insanların arasında kendime ait bir yer bulabilirim.

Sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların yolda görüp iğrendikleri türden biri değilim. Zaten, neden kötü durumdaki insanlardan iğrenirler onu da anlamış değilim ya. Sadece cebimde üç kuruş para yokken (bu sefer oldu sanırım, iyi ki paradan sıfır atılmış), gelip benden şarap yada başka bir şey parası istediklerinde rahatsız oluyorum.

Her neyse, mesleğimde başarılı sayılırım. Benimle iş yapanlar günde 250 amerikan parasını ödediklerine göre, hiç de fena değilim. Fiziğim de normal sayılır, en azından dış görünüşüm normal denilen tipe çok kolay dönüştürülebilir.

Tekrar kaldığım yere dönersek, aslında hayat dediğimiz şey oldukça girift bir kolajdan oluşuyor. Algılarımıza yakalanan uyarıcılardan, hoşumuza gidenleri seçiyoruz. Sonra da seçtiklerimize uygun olmak için uğraşıyoruz. Bir çok seçim, bir çok parça… Sonuçta kimisinin yaptığı sanat oluyor, kimisinin yaptığı ise oldukça klişe bir şekilde ortaokul birinci sınıf düzeyini aşmıyor ve çöpe gidiyor.

Sudo, kafesinden çıkıp geldi omzuma kondu. Çok hoşuma gitti. Bir varlığın ilkler listesinin başlarında yer almak. Çocukken, özellikle pazar günleri, TRT1’de
korsan film seyrettikten sonra korsancılık oynardık. Şimdi kendimi o korsanların kaptanı gibi hissediyorum. Ama benim gemim daha küçük, tayfam daha az, kuşum
daha ufak ve ayaklarımdan hiç biri tahta değil.

Çocuk olmayı gerçekten özlüyorum. İnsanlar çocuk olmak kavramını, ödenecek faturalar, gidilecek işler ve sorumluluklar olmaması diye adlandırsa da, bence çocuk olmak bunlardan çok daha ciddi.

Çocukken, düşman gemisindekilerle kılıç dövüşü yaparken hataya yer yoktu. Yada silahımı karşımdaki kovboydan önce çekmeliydim. O zamanlar yaptığımız hatalar daha kolay telafi edilse de, şimdi karşılaştığımız sorunlardan daha önceldi. Yaşadıkça laçkalaştık, hayatı gördükçe yaptığımız hataların, hayatımıza ne denli
az etkidiğini öğrendik. Keşke öğrenmeseydik…Keşke büyümeseydik.

İnsanın geleceği görememesi ne kötü. Büyüdükçe, zaman kavramı içimizde gelişti. Artık çocuk gibi yaşadığımızın, değerini vermemeye başladık. Hep korktuğumuz geleceği nasıl dizginleriz diye planlar kurmaya harcadık hayal gücümüzü. Hayal gücümüz, yaratıcılığımız kayboldu. Sadece planlar kuran makineler olmaya başladık, robotlaştık.

Ben çocukken uçardım, yada uçtuğumu sanardım. O his o kadar gerçekti ki, üstünde çok düşünmeme rağmen, uçuyormuydum yoksa uçtuğumu mu sanıyordum hala bilemiyorum. Ama içimde bir şey uçtuğumu söylüyor. O kadar severdim ki uçmayı, pilot olmak istemiştim biraz büyüyünce, ama olmadı. Gözlerim bozukmuş. Arkadaşlarımdan bir pilot oldu, ama hakediyor muydu? Belki hakediyordu, ben uçabiliyordum ama o her türlü uçağın her türlü bilgisini biliyordu. Sanırım gereken çok çalışmak ve içselleştirmekti. Sonunda ben de, bilgisayar programcısı ve teknoloji danışmanlığı yaptığım şu hayata vardım. Aslında işimi seviyorum. Çünkü, yetenekli bir programcıysanız (ben kendimi öyle
sanıyorum ama.. ) iş hayatında bir takım ayrıcalıklarınız oluyor, çocukça yada saçma sapan davranışlarınız yüzünden, diğer mesleklerdeki insanlar gibi
yargılanmıyorsunuz. Görünüşünüze göre sizi değerlendirmiyorlar (en azından çalışmak istediğiniz tipte insanlar).

Peki neden hala bir rahatsızlık hissediyorum? Bilmiyorum. Tek düşünebildiğim şey, evdeki biralar bittikten sonra bira almaya gidecek durumda olamazsam ne yapacağım…

Sıkıldım. Yazmak işkence gibi gelmeye başladı. Yazdıklarımı kaydedip, bira içmeye devam edeceğim. Taa ki Godo gelene kadar. Sonra Goyola birlikte rakı sofrası kuracağız…

hic mi hic kendinde degil…

beria | 06 May 2005 22:44

Cok guzel hayallerimiz vardi… Ankaraya gidicek, onun olucaktim. Neyim varsa, evim, barkim, kacicaktim! Bir sevgilinin yanina, bir ömur icin! Zaten zor bir iliski, zor bir karardi, benimki… Vermistim ama, hic mi hic umurumda olmuycakti… herkimse ne hali varsa görucekti! Hesapta minik kizim bile vardi, hani hemen kabul ettigin, her an sordugun, senin kizin, olucakti! Unuttuk oysa, onun zaten bir babasi vardi, benim zaten severek evlendigim bir esim… Bunlarin hepsini unuttuk… Hesabimiza sadece kendi mutlulugumuzu kattik, ve naiv bir dusunce ile, bizim mutlulugumuz, onun mutlulugu dedik, minik icin…