içinde kopan fırtınalar, izlandada o adını kimsenin telaffuz edemediği yanardağın tepesinde kopanlardan çok da farklı değildi. yanardağın acımasız kül bulutları insanları gittikleri yerde kalmaya zorlarken, don kişot da o insanların bian önce gitme isteğinden başka bir isteğe sahip değildi. bununla beraber o insanlarla arasındaki fark; onlar felaket karaborsacılarına normal fiyatın beş, on kat fazlasını ödeyerek herhangi bir araçla olay mahallinden tez elden uzaklaşmaya bakarken, don kişotun bütün servetini verse de kaçacak bir delik bulamamasıydı. ne de olsa kaçacağı yer ben, bizzat, kendim dediğiydi. kül bulutları peşi sıra don kişotu kovalarken, o hala etrafındaki insanları korumaya, önemsemeye, sevmeye ve anlamaya çalışmaktaydı. bir kahvenin kırk yıllık hatırı vardır şiarıyla büyüyen bu beden, vefanın istanbulda bir semt ismi olduğundan hala bihaber yaşamakta; anlamsız hareketlere kendince anlamlar ararken bi adet navigasyon cihazına ihtiyaç duymaktaydı. cihazın pahalılığından değil de gürültü kirliliğinden muzdarip bünyeler için isviçreli bilim adamları acil bir cihaz geliştirmeliydi. yoksa hayatı anlamaya, anlamlandırmaya, tanımlamaya çalışan daha çok beden bu uğurda heba olacaktı.