Eski Ahit, Yaratılış, 48:17-19“Yusuf, babasının sağ elini Efrayim’in başına koyduğunu görünce, bundan hoşlanmadı. Babasının elini Efrayim’in başından kaldırıp Manaşşe’nin başına koymak istedi.Ona, “Baba, öyle değil” dedi, “İlkin Manaşşe doğdu. Sağ elini onun başına koy.”Ancak babası istemedi. “Biliyorum oğlum, biliyorum” dedi, “Manaşşe de büyük bir halk olacak. Ama küçük kardeşi daha büyük bir halk olacak ve onun soyundan birçok ulus doğacak.”———-Sigaramı ayağımın ucuyla sertçe ezerken gözüm ileriye doğru bakıyordu. Ondan hıncımı çıkarır gibiydim, bir hınç ise, tatmin gibi, hissetmiyorum. Bir mezartaşının önündeyim ve mezarlıklardan nefret ederim. Bu konuda birbiri ardına sıralanmış ve hepsi birbirinden çirkin onlarca yorum var, “İnsanlar mezarlıklardan hoşlanmazlar çünkü kendi ölümlerini düşünürler”, “İnsanlar mezarlıklardan hoşlanmazlar çünkü mezarlıklara bir gün kendilerinin de düşeceğini belirler.” Hepsi akılsız, hepsi ucuz, hepsi boş “bilgelikler”. Yalın gerçek orada duruyor, mezarlıklardan hoşlanmıyoruz çünkü mezarlıklara gitme sebeplerimiz mezarlarda yatıyor. Ve şimdi onun mezarının başında dururken, hiçbir hınç hissetmiyorum, ya da tatmin, durgun bir üzüntüsüzlük hali o kadar.Gözlerinden enerji fışkırıyordu. Daha genç, 19 yaşında. Yüzünde kapatamadığı içten gelen bir neşenin izi var. 19 yaşındaki insanlara has bir delilik bu sürekli neşelilik hali. Neşe onların içinde bulunur, tebessümleri sebep kipleri taşımaz, sanki mutlu olmak bir doğal durummuş gibi yaşarlar. Bana baktı, “Buyur abi”, buyurmak için yüzündeki tebessümün geçmesini bekledim, buyurulabilmek için fazla “iyiydi”Çalışırken aylarca aç kaldıktan sonra en sevdiği yemekle karşılaşmış bir insana has bir iştahı vardı. Her şeyi özenle doğru bir şekilde yapıyor, bu arada kirli yüzünü elleriyle silip gene tebessüm ediyordu. Arabanın bir altına girdi, bir altından çıktı, izlerken kendimi kaybettim, o keyifle çalıştıkça ben de keyiflendim. İşini bu kadar inançla yapan bir insan gördüğümüzde keyiflenmek kadar doğal bir şey yoktur, saygı duyuyordum, ona ve onun aracılığıyla kendime, saygı duymaya değer bir şeyler hala var diye.İş bittikten sonra, biraz sohbet ettik. Halinden memnun. 400 küsür YTL maaş alıyor, günde 12 saat çalışıyor. Dikkat edin, “memnun”, “Allah’a şükür” diyor, bu şükreden halet-i ruhiye öyle çarpıcı bir şey ki, insana yakışan sadece susmak. 400 YTL nedir ki? Şu gökkubbe yarılsa Allah gelse söylese, 400 YTL ne işe yarar? Üstüne bir çaput mu alacaksın, bir yerde yemek mi yiyeceksin, iki arkadaşınla sohbet mi edeceksin, 400 YTL neye yeter, bir ay boyunca hava bedava su bedava dizesine paralel yaşamanı sağlamaktan başka.“Şükür işim var”. Durum bu, bu durumun karşısında oturup bir soluklanalım. Çalışkan, iyi, gayet becerikli bir insan gözümüzün önünde sadece “işim var” diye şükürler edecek hale geldiyse ve memnuniyet hissediyorsa yapacağımız budur. Bugünü yok, o arkadaşlarıyla bir yere gidemez, o kendi üstüne düzgün bir giysi alamaz, parası yok. Bunları yapamamanın ne manaya geldiğini soluğumuzla beraber düşünelim, tek nefes, bir insan kendisine düzgün bir giysi alamıyorsa yalnızca üstüne başına atacağı bir çaputtan mahkum değildir, çünkü insanlar üstlerine başlarına bir şey alırken yalnız “giyinme ihtiyaçlarını” karşılamazlar, bilinçli bir tercihle kendilerini mutlu edecek bir şey yaparlar. Kendi benliklerinde “hoş” gözükürler, bu hoşluk onları tatmin eder, “iyi” hissederler. Eğer bir insan arkadaşlarıyla bir sohbet edemiyorsa, kaçırdığı yalnızca “karı-kız” muhabbeti değildir, onun üstüne kahkaha attığı bir anı da kaçırır, o anları üst üste toplayın, insan bunlardan mahrumsa bir hayat kaçırır.O memnun, memnun çünkü işi var. Bununla tatmin olmuş. Haklı. Eve her döndüğünde bakmak zorunda olduğu kardeşinin suratına bakıyor. O okuyormuş, onun harçlığını çıkartıyor. Adanmış gibi çalışması bundan, “O büyük olacak, okuyacak abi, üniversiteye gidecek” diyor, iş bunun garantisi. Bugününü kardeşinin yarını için sermaye yapmış, her gün yaşamını harcayıp gelecekteki üniversitenin harçlarını ödüyor.“Abi korkmaz mıyım? Korkuyorum tabi. Kaç yer kapandı. Burası da kapanırsa, aman abi bir daha ben nasıl iş bulurum?” sigarayı söndürdü, yüzünde gene o tebessüm, “Şükür..”Paramı ödedim, çıktım. Kafam allak bullak. Bir tek neşesi, ezberime kazındı. Ben de tebessüm ettim. Gökyüzüne baktım. Hala mavi ve gökyüzünün mavi olması öyle güzel ki.Birkaç kere daha gittim. Mehmet’le konuşuyoruz, hayatından bahsediyor, arkadaş gibi olduk, her gittiğimde “Abi” diye yanıma geliyor, sağdan soldan sohbet ediyoruz. Fenerbahçeli, takıma ikimizin de kafası bozuk, bu Ümit Özat ne zaman orta açacak, derdimiz bu. Daum’un gönderilmesi kötü oldu, Zico iş yapmaz.10 gün önce telefonum çaldı. Mehmet arıyor. Hayırlar ola. Mehmet beni niye arasın, açtım telefonu. “Selam”ı selamladım, arayan Mehmet değil, “Ben kardeşiyim”.Arkasından ağlama..“Abimikaybettik.”Kaybettik öyle vurgulu ki, kaybında gözyaşı var, “ettik” kaybın arkasından gelemiyor. Melanet gibi ettik, rezil gibi ettik, dünyanın en uğursuz günahı gibi ettik yapışmış kayba ses çıkmıyor. Boğuldu kaldı, boğuldum kaldım. “Allah’a rahmet eylesin”, “Şükürler olsun” gibi çıkmaz ki, hiçbir dua gibi söylenmez ki. Hiç istenmemesi gereken bir şey, Allah’tan istenir mi?Hastalanmış. Hastaneye gitmiş. Bakmamışlar. SSK’sı yok. Bakmaları gerektiği zaman da ilgilenmemişler, onun da hastalığı derinlenmiş. Kötüye gittikçe ilgisizlik artmış, daha çok ihtimam gereken yerde umursamazlık kök salmış. “Allah onsuz yapmasın, ona muhtaç koymasın” sözü bir tek bu topraklarda, muhtaç koyduğunda onsuz kalanlar içinse mezarlıklar var.Mezarlıklar, hepimiz için var.Gökyüzüne baktım, gökyüzü mavi, ah bu öyle güzel ki, öyle güzel ki şu mavi, içim eriyor. Şu güzellikten bir dem çekmişim, önüme bakamıyorum, bakarsam onun mezartaşını göreceğim, bakarsam bir gri yakalayacak beni, Allah kahretsin. İstediğim şey öfke duymak değil, bir an bıraksın bu dünya beni, şu maviyle hemhal olayım, hemhalim uzasın, ben o mavide kaybolayım.Çünkü öfkem büyük, öfke derin, öfke acımasız, insan bir kere öfke duymaya görsün, insanlığından bir şey kalmaz, öfke olur, öfke kendisini ele geçirir, aklını ele geçirir, kalbini ele geçirir, öfke büyür, insan olur.Öfkem çok büyük.Bu ülkenin çalışkan insanları, bu ülkenin iyi insanları bir gelecek hayali kuramıyorlar. Eğer bu ülke, iyi insanlarına bir hayat vermiyorsa ve hayat diye sunduğu paçavra eğer gelecek için sermaye olmaktan başka bir şeye de yaramıyorsa o zaman bu ülkede bozuk giden bir şeyler var demektir.Eğer bu ülkenin günde 12 saat çalışan insanları 400 küsür YTL maaşa mahkum edilmişse, bu ülkenin insanlarının hayali bu rezaleti iş diye kabul etmeye dahi inmişse ve iş bulanları dahi işsiz kalma korkusuyla ancak evlerinden işlerine otobüsle gidebilmeye yetecek paralarla deliler gibi çalışıyorsa, o zaman burası ülke değil, rezalet diye anılmaya layik demektir.Eğer bu ülkenin, neşeli gencecik çocukları hayatlarını kir pas içerisinde çalışarak geçirirken hasta olduklarında kendilerine bakacak bir tane hastane dahi bulamıyorlarsa, bu toplum çürümüş demektir, bu toplum alçak bir toplumdur, rezil bir toplumdur. Bu toplum, toplum filan değil cehennem ortaklığıdır.İnsanlar tek tek ama beraber yaşarlar. Hepimiz birbirimizin ürettiklerini tüketiyor, birbirimizin yaşamlarına bağlı hayatlarımıza bir yaşam diyoruz. Bizlerin yaşamı bize ait değil, bu yaşam onlarla beraber yaşamak nedeniyle elde ettiğimiz bir süre ve asla unutamayız, onların nasıl yaşadıkları bizi de ilgilendiriyor. Onlar iyi yaşamadıkça, biz de iyi yaşamdan mahrum kalıyoruz. İşte çok açık, milyonlarca işsizin, yoksulun arasında sokaklarımızda bir güvenlik yok, çocuklarımız için bir hayat yok, hapishanelere dönmüş liselerimizde eğitim, sigortasız iş yerlerimizde ise kimseye sağlık yok. Bütün rezaletlerin orta yerinde tek başımıza kalmış, sokağa çıkmaktan korkan, gökyüzüne bakmayı unutmuş insanlar olduk hepimiz.Hepimiz, korkudan başka bir şey düşünemeyecek deliler haline geldik, ne ölüm, ne yaşam bir cüzamlı gibi diğerinden çekine çekine, sokakta göz göze gelmemeye çalışarak yürüyüp gidiyoruz evlerimize. Kapılarımızı sıkıca kapatıp, küçük odalarımızdaki sahte güvenlikte teskin olmaya çalışıyoruz. Ne bir huzur, ne mutluluk, ne rahatlık, varsa yoksa hayata şamil bir anlık yalnızlık.Korku beynimizi bulandırdı. Korkudan başka bir şey düşünemiyoruz. Bölünme korkusu, ayrılma korkusu, savaş korkusu. Bir komplo teorisinden diğerine ışık hızında geçip, her komplo teorisine inanıyoruz. Bütün dünya bize kumpas kurmuş gibi yaşayıp, dünyayı unutuyoruz.İşte kurduğumuz yaşam. Karanlık bir sürekli ölenler tablosu. Yaşarken rigor mortis,ölüme koşan cesetler, hiç hayatı olmamış, hayat nedir bilememiş organik kütleler.Bu bir toplum değil, ezkaza bir araya gelmiş insanlar yığını. Çünkü bir toplum standartlar oluşturur, bir toplum daha yüksek standartlar ister, bu normların peşinde hayaller kurar, bir hayat talep eder, insanların nasıl öldükleri kadar, nasıl daha iyi yaşayacakları üzerine de konuşmayan bir toplum, kendi mezarına kürek sallayan yaratık gibidir, bir diğerini toprağa attıkça, kendisine de kefen biçer.21 milyon insanın yoksulluk sınırı altında yaşamasını hiç umursamayan insanlar, kendi yoksunluklarının müsebbibidir. 21 milyon insan yoksulsa, hepimiz yoksuluz demektir. Onlar yoksulken, sokaklarımızda güvenlik bulamayacağız, daha iyi işler kuramayacağız, daha kariyerli işlerde çalışamayacağız ve çocuklarımızı hiç birimiz iyi bir okula gönderemeyeceğiz. 21 milyon insan yoksulsa ve sefalet içerisinde ölüyorsa, biz de ölüyoruz demektir.Mehmet.. Böyle bir toplumda yaşadığı için böyle öldü. Şansızlığı alın yazısı değil, tek tek umursamazlığımızın, kendi hayatımıza sahip çıkacak cesarete sahip olmayan bizlerin korkaklığının sonucuydu.Sessizlik..Gökyüzüne bakıyorum. Masmavi. Öyle güzel ki. Şu mezarlığı çeksem altımdan, bir deniz yerleştirsem, sakince su vursa kumsala, her dalgada kendimi kaybetsem.O kardeşi için çalışıyordu. Onun hikayesi bizim de hikayemiz, bizler de bir sonraki jenerasyon için çalışıyoruz. Çektiğimiz çileler, yaşadığımız acıların yarattığı katma değer belki onların daha iyi yaşamasına sebep oluyor. Ödediğimiz bedeller ağır, öyle ağır ki o bedeller altında kaybolduk, ne için yaşadığımızı da unuttuk.Kimse hayal kurmasın her jenerasyon bir öncekinden daha iyi yaşar. Bu ne olursa olsun böyledir. Çünkü bütün dünya ileriye giderken, dünyanın yarattığı zenginlik buralara da taşar, dünyadaki olanaklar buralara da gelir, bizden sonraki jenerasyon da kendi zamanının jenerasyonu olacak ve o jenerasyonun imkanlarından istifade edecektir.Biz Manaşşe’leriz. İsrail elini Efraim’in üstüne koydu ve Manaşşe kayboldu. Ne bir gelecek ne bir geçmiş var, bu ülke bugünün çocuklarını harcıyor, onlara bir hayat değil, bir cefa veriyor. Hepimiz bir diğerinin üstünden çektik elimizi, geleceğe yasladık, bizden sonra gelecek küçükler için çalıştığımızı düşünerek kendimizi avutup, kendi bencilliğimizde kaybolduk.Büyük bir halk doğmayacak bizden, büyük bir ulus olmayacak, biz bir gelecek değil, karanlık bir bugün yarattık, o gün içerisinden çıkana kadar da bir kutsanma bulamayacağız.Manaşşelerini Efraim’ler için harcayan her halk gibi olacak sonumuz: Yıllarca topraksız kalacak, göçe uğrayacak, yoksunluk çöllerinde çile çekip, Tanrı’nın yüz çevirdiği halimizle, sefalet, korku ve panikle yaşayacağız. Kendi suratımıza gülümseyerek bakarken, aynada hep aynı karanlıkla karşı karşıya kalacağız.Sessizlik..Gökyüzüne bakıyorum, nasıl güzel bir mavi.. Bembeyaz bulutlar mavi içerisinde sanat eseri gibi duruyorlar. Bitmez tükenmez mavi tepemde karanlık bir mezarlığın üstünde gene de mutlu oluyorum.Nasıl mavi gökyüzü mezarlığın üstündeyse, belki hepimizin üstünde hala umut var..Hala gökyüzü var. Kafamızı kaldırdığımız sürece de orada olacak..