“Fazla sessiz, fazla sakin, 128’in karekökünün tamsayı olmadığını yeni keşfetmiş küçük bir çocuk gibiyim, fazla umutsuz… Yarın pazartesi ve ben şimdiden pazartesilerin o ürkütücü havasına kapılmışım… Boş şarap şişelerimiz hala şöminenin önünde, gittiğinden beri uzanıp çöpe atmaya elim varmıyor. Sanki sen bir saat öncesine kadar burdaymışsın ve biz onları yeni içmişiz havasına kapılıyorum her gördüğümde. Gideli sayılamayacak kadar çok saat geçti, dakikaları hesaba bile katmıyorum. Zaten küsüratlar değil miydi bize de sekte vuran? Korkuyorum, bu gidişin diğerleri gibi değil, biliyorum….”
Son satırların ardından, giderken aceleyle tezgahın üstünde unuttuğun bıçağı alıp, “şarap şişeleriniz”in yanına gitti. Acı çekmeyi sevmezdi, onu cezbeden acı çektirmekti, bilirsin. Ama bu sefer, hafif sarhoş kafasıyla, hedefi “kendisi” yaptı. Loş ışıkta dahi parlayan bıçağın keskin yüzünde gezdirdi parmaklarını, yere bir kaç damla kan düştü. Kanı silmeden, -sanki bıçak senmişçesine bir hafiflik ve şevkatle- bıçağı kavrayıp, kalbinin üstünde gezdirdi… Kalbi, acı verendi… Bıçağı sertçe bastırdı, göğsünde derin bir çizik çekti… Gözleri kapandı, bir damla yaş düştü, bıçağı bırakmadan şarap şişelerinin yanına uzandı…. Gidişinin onu üzeceğini söylemiştim sana…