Sinema, içinde bulunduğu toplumun özelliklerini yansıtan bir ayna görevindedir. Türk Sineması da, ortaya çıktığı günden bugüne Türk toplumunun kültürel, sosyal ve kısmen de olsa politik yönlerini beyazperdeye taşımıştır. Ülkemizde pek çok açıdan dönüşümlere yol açan 12 Eylül Askeri Darbesi’nin sinemamıza yansımamasını beklemek, elbette gerçekçi olmazdı. 1986 yılından itibaren farklı yönetmenlerin çektiği bir grup film, tema ve biçim özellikleri bakımından diğer filmlerden ayrı tutulması gereken “12 Eylül Sineması”nı oluşturur.Bu makalenin temel iddiası, söz konusu 12 Eylül Sineması içerisinde nitelikli bir 12 Eylül filminin olmadığıdır. Bu çerçevede, makale, Şerif Gören’in Sen Türkülerini Söyle (1986), Zeki Ökten’in Ses (1986), Zeki Alasya’nın Dikenli Yol (1986), Sinan Çetin’in Prenses (1986) ve Gökyüzü (1986 ), Zülfü Livaneli’nin Sis (1989), Tunç Başaran’ın Uçurtmayı Vurmasınlar (1989), Memduh Ün’ün Bütün Kapılar Kapalıydı (1990), İsmail Güneş’in Gülün Bittiği Yer (1999) ve Atıf Yılmaz’ın Eylül Fırtınası (1999) filmlerini 12 Eylül ortamını ne derece ifade edebildikleri ve ele alınan temanın sinematografik öğelerle hangi seviyede desteklenebildiğini tartışmayı hedeflemektedir. Sonuç bölümü ise, nitelikli bir 12 Eylül filminin nasıl yapılması gerektiğini ele almaktadır.HAVADA KALAN ÖYKÜLERŞerif Gören’in yönettiği Sen Türkülerini Söyle, odak problemi olan bir film. Senaryo, yedi yıl hapis yattıktan sonra sırtında çantası mahallesine geri dönen Hayri’nin (Kadir İnanır) öyküsünü anlatmaya yönelir önce. İkinci yarıdaysa kendimizi Hayri ile Sibel’in (Sibel Turnagöl) duygusal ilişkisinin içinde buluruz. Filmin neye odaklandığı, genel anlamda vermeye çalıştığı mesaj net değildir. Karakterler başarısızca çizilmiştir, kimsenin kişilik özellikleri hakkında bilgi bulamazken, duygu-düşünce-davranış bağlamında da ilgi kuramayız. Üstelik sinematografik öğeler temayı desteklemekten ziyade son derece yapay bir atmosferin oluşmasına yardım eder. Film içinde Hayri’nin geçmişine yapılan beş geri dönüş bağlantısız kalmıştır, yalnızca hapishane gibi bir yerde Hayri’nin gözü bağlı götürüldüğüne işaret eder. Olay örgüsündeki geçişler son derece zayıf ve kötü kurgulanmıştır.Film, 12 Eylül’ün Hayri’ye etkilerini, Hayri’nin tutumlarının nasıl değiştiğini anlamamıza fırsat vermez. Tek boyutlu bir kalıba göre hareket edilmiştir. Eski arkadaşlarının düzene ayak uydurması, Hayri’nin giderek artan yalnızlığı hep havada kalmıştır. Çünkü senaryo, sebep-sonuç bağlarından, sosyolojik ve psikolojik ilintilerden yoksundur. Bu sebeplerden dolayı Sen Türkülerini Söyle, ne istediğini anlatamayan bir 12 Eylül filmi denemesi olarak görülmelidir.Yönetmenlik koltuğunda Zeki Ökten’in oturduğu Ses, 12 Eylül’ün birey üzerindeki etkilerini irdelemekten çok Ege Bölgesindeki güzel bir tatil kasabasının doğal güzelliklerini kaydeder. Tarık (Tarık Akan), 6 yıl hapis yatmış ve elinde bavulu Bodrum’un şirin bir köyüne gelmiştir. Yine karakterin geçmişi, kişisel özellikleri, psikolojik değişimi hakkında film boyunca hiçbir şey öğrenemeyiz. Şablon karakterlerle, tek boyutlu, düz bir anlatım seçilmiştir. Tıpkı Sen Türkülerini Söyle’de olduğu gibi, film bir süre sonra Tarık ile Selmin’in (Nur Sürer) romantizmine odaklanır. Filmin başından itibaren senaryoda açılan gedikler, filmin sonunda kapatılamaz hale gelir ve film, havada kalan bir finalle, başı sonu belli bir öykü bile anlatamadan tamamlanır.Zeki Alasya’nın filmi Dikenli Yol, geriye dönüşler hususunda görece daha başarılı. Bu geri dönüşler sayesinde Hüseyin’in (Kadir İnanır) ve ablasının (Hülya Koçyiğit) geçmişleri hakkında bilgi edinebiliyoruz. Ancak önceki iki filmde bahsettiğim odak kaymasından bu film de muzdarip, filmin anlatmak istedikleri adeta yarım bırakılmış. Ayrıca senaryoda belirgin bir tutarsızlık var, Hüseyin’in ablasının davranışları seyirciye sebebi belli edilmeden u dönüşü yapıyor. Filmin sonuna dek abisine karşı öfkeli tavrı aniden yerini sevecenliğe bırakıyor, bu da hikâyenin güvenilirliğini azaltıyor.Sinan Çetin’in 12 Eylül üzerine iki filmi var: Prenses ve Gökyüzü. Her iki film, Çetin’in siyasi görüşünden fazlasıyla etkilenmiş. İki filmde de karşımıza çıkan kötü diyalogların yanı sıra, sol ve sağ ideolojiyi benimseyen iki insan grubu kalıplarla tasvir edilmiş. Örneğin Prenses’te solcular, cesur laflar eden ama işe gelince kendilerinden dahi korkan, insanları kendi amaçları doğrultusunda kullanan, çıkarcı; sağcılarsa, yaşamaktan güzel hiçbir şey olmadığını kendilerine düstur edinen, düşünmeye, ideallere gerek duymayan, maneviyata değer vermeyen insanlar olarak çizilmiş. Hepimiz biliyoruz ki, herhangi bir ideolojiye mensup insanlar, bu biçimde karikatürize edilemezler. Bir insanın sadece siyasi görüşünden yola çıkarak kamplaşmaya gidilemez. Buna karşın Prenses’in olumlu bir yönü, tel örgülerin ardından yapılan çekimlerle, “kapatılma”, “özgürlüğün bireyin elinden alınması” gibi hisleri izleyicisine aktarabilmesidir. Ancak toplamda film yeterince nesnel olamamıştır.Gökyüzü, olay örgüsünü “film içinde film” mantığıyla kurması bakımından ilginç bir deneme. Fakat, diyaloglardaki sıradanlık, filmin tüm özgünlüğünü geri alıyor. Çetin’in sürekli soru soran, düzeni sorgulayan öyküsü akıcılığı sağlayamadığı gibi, somut dinamikleri göz önüne seremiyor. Bundan dolayı, filmi izledikten sonra zihninizde hiçbir imge, replik ya da mesaj kalmıyor.