bugün eksik de olsa ödemeyi almak ve sevilenle buluşmak için gittim sahile yakın o kalabalık semte. üzerinde çalışmaya başlayacağım tasarım, hala içine sinecek hale gelmediği için müşterinin hala bekliyorum çalışmayı. ve beklenen oldu ve beni tekrar yaşayabilir kılacak maddi takviye sağlanmış oldu.iran kedisi, siyam kedisi, labrador ve türünün adını hatırlayamadığım başka köpekler gördüm bugün. ve kibrit kutusu kadar kafes kuşları çok garip geldi bana. kuş zaten acınılası bir hayvan, ve boyutları bu kadar küçük olunca daha bir korkuyor insan “dokunursam ölecek” türünden. yılan bile gördüm dışarıya konmuş. en komik görüntü de sanırım dışarıda kaldırıma konmuş olan kuş kafeslerinden içinde kuş olmayan tek kafesin yanında ağzını yalayan sokak kedisi görüntüsüydü benim için.bkz: “lam kuşu yediyse kapağı nasıl kapadı? hadi kapattı, nasıl açtı???”sen çok yaşa kedi.. zaten kassan kassan ne kadar yaşayacaksın ki, değil mi? değil?? peki…boncuktan takı yapma hobisi var sevilenin. takıcılara girmedik ama bugün. “yalnız bakarım ben” dedi. anlayışlı insan, evet. benim kolyemi yapmadı ama hala. hoş, aksesuarlarla aram iyi olmadı zaten hiç. ama hatır için çiğ tavuk yenirmiş.deniz otobüsüyle kadıköy’e geçtim. ordan sora sora kozyatağı’na. ordan “modern camii” mevkii’ne. gerçekten uzay mekiği gibi cami yapmış amcalar, sağolsun-varolsunlar. ve eski yöneticilerden biriyle ev toplantısı pijamalı-atletli. “kola yerine şarap içseydik keşkeeaah” içerikli sohbetten sonra işe koyulduk ve inceleme yaptık. sonuç ise yine yarına aynı şeyleri yaptıktan sonra bir fiyat teklifi hazırlama planlarıyla sona eren bir kaç saatlik vakit kaybıydı. “yarına bakalım abi” olayını, kıta değiştirip o kadar yol gitmeden de diyebilirdim sanki. hatta evet, derdim -sankisiz-.taksim’e 00.00 suları ulaşacaktım. ve 20.30 sularında beni bekleyeceğini söyleyen eski dost “hafız” hatırlandı ve “oha lan ektik adamı kaç saattir” lafları eşliğinde arandı ve zaten geç gelindiği öğrenildi taksim semalarına. “içiyor musunuz?” dedim, bu sıralar sigarayı bırakma çalışmaları eşliğinde -sigarayı hatırlatıp duran- içkiyi de bıraktığımdan dolayı. çay içtiği öğrenilince “akıldı” taksim fiili olduğu için kafeye ve eski dostlarla hasret giderildi. işi çıkan dördüncü yerine bir el okey oynandı hatta ve çaylar içildi. herkesteki o içi geçmişlik havası üzülerek farkedildi sonradan sonraya. iş hayatı herkesi nasıl da değiştiriyordu. ve fakat hayat sürekli değişimlerden ibaret bir tekdüzelik değil miydi ve onu zor kılan da değişimlerin sürekliliği değil miydi? içki içilmeden bu kadar devrik cümle kurulması da bir tehlike işaretiydi -suni teneffüs saatlerinde-, ve işaret algılanarak sağa çekilip uyunmalıydı. ekipler dağılarak semtlere doğru ayrı taksi gruplarına yönelindi (bu kadar edilgen cümle yeter ama). derken semte geldik eski ev arkadaşlarım ve onların eski ev arkadaşıyla beraber.eve tek başıma yürürken, sokak köpekleriyle karşılaştım ve adrenalin kokusunu farketmesinler diye içimden küfrettim köpeklere; ki küfrün getirdiği cesaret koku üretmesin deyi. sonra zaten uyuz olduklarını farkettim, yaşlı teyze bile bastonla dövermiş zaten bunları. güldüm geçtim kendime.evse bıraktığım kadar kötü durumda. sular kesik hâla. –bir gül biter içimdee, içimdeee… tambildiğinbiçimde… gecenintamüçündeeee.
buraya yazdığım kadar siteme yazsaydım, içeriği tamamlayıp kapatırdım o defteri herhalde. ama para mutluluk getirmez. beni güldüren o söz geliyor “para”lı sözler söyleyince: “para önemli değil, önemli olan miktarıdır…” evet, bana göre komik.
pençe gibi düşümdee
kedilerin sesleri, bebek ağlamasına benzettiğinde bir gariplik hissediyorum. ufakken cinli hikayeler anlatılıp diğer insanlar korkutulmaya çalışıldığında hep kediler konu mankeni seçilirdi “siyah kedilere cin girebiliyormuş olm” yollu. 10 yıl yurtta kalınca, diğer insanların bildiği tüm hikayeleri ezberliyorsunuz belli bir süre sonra. ve aslında zihninizde bir çok insan hayatı koleksiyonu oluyor. insan dediğimiz şey, -eti kemiğini düşünce- hatıralardan ibaret değil mi zaten? ve bir insanın yerine geçme hayalleri kurulurken çok sıkıldığın anlarda, orhan pamuk’un da senin kadar sıkılanlardan biri olduğu ve bu anları roman yazarak değerlendirdiğini farkediyordum. o da bu konuyu işliyor ve kaybolan gazeteci akrabasının yerine geçen birini anlatıyordu, adını hatırlamadığım bir romanında. karakterini şu sıralar sorgulasam da, o kitaptaki bir pasajda dâhi olduğuna kanaat getirmiştim “adamın”. (“yazarın” desem övgü olacaktı, “herifin” desem yergi. “kişinin” desem züppe görünecektim, “orhan pamuk’un” desem gazeteci gibi olacaktım. demek ki türkçe’de yazdıklarına nasıl başladığın değil, nasıl bitirdiğin önemli. peki.) kendini aynadan seyreder gibi düşünüp bunun hakkında bir makale yazan bir yazarın yerine kendini koyan bir karakteri anlatan bir yazardı o bahsettiğim pasajda. bu kadar içiçe geçmişliğin her parçasının yerli yerine oturduğunu farkedince, bir insanın bu kadar çelişkili bir düşünce şeklinin ayaklarını yere bastırabilmesi karşısında açıkça korkmuştum.şimdilerde -korkmamak için diyebilmek isterdim- kitap okumuyorum. “ayıracak vaktim mi var ki?” demek de isterdim. ama vakit benim tek sermayem. hepimizin öyle değil mi zaten?annem halep’te.. arayıp sormam gerek evdekileri arayıp aramadığını ve nasıl olduğunu. yaşı ilerledi epeyce ve babamda olduğu gibi olmasını istemiyorum onda da. benden çok yaşasın gerçekten. ama böyle olmayacaksa da son nefesinde yanında olmak isterim, 1094 kilometre uzakta değil. insan bir saatte 6 kilometre yürüyebilir diye hatırlıyorum. günde dinlenerek 10 saat yürüse, günde 60 kilometre eder. 1094 km’yi ise ortalama 18.23 günde alırmış. eskiden hayat ne zormuş. çok eskiden, evet. babam öldüğünde bir gün içinde gitmiştim memlekete ama gurbetten o zaman nefret etmiştim. sonrasında ise gurbet duygusu peşimi hiç bırakmadı. o günden beri aile duygusu yavaşça sıyrıldı yaşantımdan ve “gözden uzak olan gönülden de ırak olur” sözü tüm vahşiliğiyle etkisini gösterdi -ne kadar direnirsem o kadar zorlayarak-. şimdi gözlerimi kapatıp hatırlamaya bile çalışmıyorum akrabalarımın yüzünü, kendi kanımdan olanları yani. “annemi özledim” yazmak ne kadar pembe geliyor gözüme ve buna karşın ben ne kadar da istiyorum bunu demeyi.”karanlık bir gece-yol görünmüyor,yürüyorum dikenlerin üstüne…” peki.
en sevdiğim film, “good will hunting” / “can dostum” geliyor aklıma ara ara. -dehası dışında- başrol oyuncusuyla bu kadar benzememiz korkutmuştu beni. ve adeta gölgem haline gelen bu sürekli memnuniyetsizliği kafa sallayıp ezberindekileri sana okuyacak bir psikologla paylaşmaktan hep çekindim. oysa o filmdeki psikolog şunu demişti esas oğlana: “herşeye verecek bir cevabın var, değil mi? aşk nedir desem, shakespeare’in dizelerinden peşpeşe birkaçını okursun ezbere. ama hiç aşık olmadın ki sen! abc katedralinden bahsetsem, mimarını söylersin ezbere. ve ne zaman yapıldığını. ama sen oranın girişinde durup içerinin yüzyılları suratına üfleyen kokusunu hiç içine çekmedin ki! sana saygı duymuyorum. çünkü senden hiç bir şey öğrenemem ben. herşeyin cevabını ezbere bildiğini sanıyorsun, ama şu basit soruyu bile cevaplandıramazsın: hayatta ne yapmak istiyorsun?
birileri ne zaman ki “ne çok şey biliyorsun” dese -ya da îma etse-, bu sahne geliyor gözümün önüne namütenâhi. ve “mecbur olmasam bilmezdim” deyip geçmeye çalışıyorum. tevazuyla sünepelik arasındaki ince çizgiden -o anda ikisiyle de alakasızmış gibi görünen- kibire geçiyormuşum gibi geliyor bazense. iki cümle ardarda söylenince bu konudaki herşeyi açıklıyor gibiler:- “fazla tevazu yapma, kibirden bilirler.”- “tevazu öyle bir erdemdir ki, sahip olduğunu farkettiğin anda kaybetmişsindir.”oldu…evimin bulunduğu o amansız yokuşun insana en”- oha abi, daha da mı iniyoruz?- evet…”dedirten kısmına gelip sağdaki o devasa çöp yığınıyla karşılaştığım ana gelen ve burunları dolduran kavak kokusu çok mutlu etti beni. günü mutlu kapatmak bu olsa gerek. ne kolay mutlu olabiliyorum oysa ki? o zaman bu umutsuzluk neden ki? belki de kalabalık bir ailenin en küçük evladı olmanın getirdiği ilgi açlığının -ne kadar çabalansa da giderilemeyen- yan etkileridir.”ah su bulsan da kadınım, çevremi yusan…”
kavak olayının hikayesini de anlatıp uyuyayım bari nemli yastığımda. doğuyla akdeniz’in kesiştiği bir kentte doğdum ben. ve çamın vefasızlığını bilen ilçe vatandaşları kavak ekerlerdi her karışa. kanada kavağı özellikle çok hızlı büyür ve kendisini dikeni mutlu ederdi her yönden -maddi ve manevi-. o zamanlar okula gitmiyordum.. ailenin en küçüğü olarak tek görevim etrafa gülümsemek, tavuk kümesimizden yumurta aşırıp (çalmak deyince ağır kaçıyor) çiğ içmek, gazoz kapağı toplamak ve “varolmak”tı yalnızca. ve o zamanlar tüm sevdiklerimi gün içerisinde görüp uyuyordum akşamları “kendi sedir”imde. derken kader yapacaklarını yaptı ve herşey savrulup dağıldı her masalda olduğu gibi. ve nefret ettiğim her kentte çamlar vardı. çamlar başka bir iklimin çocuklarıydı ve bu iklimde nefes almakta zorlanıyordum ben her farklı kentte. hep çocukluğumu özledim, hep babamı özledim. kavak kokusu, hep unuttuğumu düşünüp korktuğum baba suretidir zihnimin altında, bilinçaltımda. ve mutlu güzel günlerin uzaklığıdır bir kavağa uzaklığım. ki çamlar zengin ağaçlarıdır. kışları üşümezler ki onlar kalın paltolarının altında. o yüzden anlamayız birbirimizi çamlarla, kavaklar tüm çıplaklıklarıyla titreyip sobalı evlerinde sabahı bekleyen kalabalık ailelerin gül çehreli çocukları gibi birbirlerine sokulurken…