bildirgec.org

alaban-hafif

11 yıl önce üye olmuş, 2 yazı yazmış. 0 yorum yazmış.

Sonlardan Biri

alaban-hafif | 21 June 2003 10:08

Sonlardan Biri

Kapı çalındı, gittim açtım kapıyı. Gelmişti işte. Sadece sen mi görmek istersin herkese görüneyim mi?, dedi. Herkese, dedim.Gördüler. Kim, dediler. O, dedim, o işte! “O” sandılar. Halbuki bu O, sandıkları O görünümündeki diğer O idi…Dudaklarından dökülen ömrümün son hecelerine verdim tüm dikkatimi. Heyecanlı değildi. Bıkkın bile sayılabilirdi. Sıradan bir işi yapıyordu. Sıradandım işte… Hatta teklifsizce geçti oturdu. “Sormaya gerek bile yok”-tum işte! Sofraya oturmayacağını söyledi. Perdenin önündeki koltuğa geçti oturdu. Aslında ben pencerenin diyecektim ama O, perdenin önündeki koltuk dediği için “perdenin önündeki koltuk” diye kayda geçti. Ben yine sofradaki yerimi aldım, deneme filmi çekilecek amatör oyuncuyum şimdi. Ama değilim, en ciddi rolümü oynayacam. Herkes bekliyor. Kapı çalmadan önce bir şiir bitmişti. “Yoruldum yakalanmazı kovalamaktan…” gibi bir şekilde bitmişti. Şimdi tüm sazlar benim sesimi bekleyen bir aşık. Her bir saz bir köşe başında, saatine bakıyor. Derken tenha bir köşesinden sızıyorum şarkıya, usul usul su olup akıyorum. Süzüyorum sesleri aslında biriktirdiklerimden süzüyorum. Sanki yine söylemem gerekirmiş gibi, sanki bu son şarkı değilmiş gibi. Hala biriktiriyorum. (Son ana kadar herkes hep bir şeyleri biriktiriyor, oysa son kullanma tarihi sadece tüketim mallarına ait değil işte!) Derken bir ırmak taşıyor, kıyıdaki taşları alıyor içine, katıp sürüklüyor. Ses çatallaşıyor, gürleşiyor. Kulaklara nakşediliyor, suyun sesi. Her şey bir tortu bırakıyor gerisinde, en üstte kalan her zaman ayrılığın tortusu, sebep ister ölüm olsun isterse(……) Suyun sesine karışıyor sesim. Söylediklerim benden uçup gidiyor. Bir önceki dörtlüğü söyledim mi,şarkının böyle bir dörtlüğü var mıydı? Her akıttığım dörtlük ilk dörtlük, her dize ilk, dudaklarımdan dökülen her hece ilk hecem. Sondan bir önceki dörtlüğe geliyoruz hep beraber, bunu yüzlerdeki ifadeden, bunu sesimin kelimesiz kalmasından biliyorum. Sadece bir şarkıyım şimdi, sondan bir önceki dörtlükteyim. Son dörtlüğüm yazılmamış. Son dörtlüğüm olacaktı, vardı; bunu az önce sondan bir önceki dörtlüğümdeyim dedirtmesinden biliyorum. Nöbetçi Acele son dörtlük yazılır-cı’yı bulmak gerek. Yazdırmak, şarkıyı soğutmamak en önemli görev şimdi.
Dememle, şarkının sondan bir önceki dörtlüğünün sırtından inip, O ve onları orada -O’nu perdenin önündeki koltukta, onları şarkının dörtlüklerinin üzerini tamamen kapladığı masanın etrafında bırakarak- kapının koluna asılarak, kendimi dışarı atarak, merdivenlerden aşağı bir yılan gibi kıvrılıp akarak kendimi sokaklara vurmam, boş yollarda önceden bıraktığım izleri takip ederek, simgeciyi elimle koymuş gibi orada, işinin başında dalgın,yorgun, bakışları tamir ettiği saatte, dalışları dününde bulmam bir oluyor işte. Simgeciye vardım. Kapının tokmağını tıklatarak,gir sesini duyduğumu varsayarak,aradığımı burada bulacağımı düşünerek,bir büyük eşikten geçtiğimi hissederek içeri girdim.Sizde,dedim,tüm simgeleri anlamını yitirmiş bir hayatın simgesi bulunur mu? Sonra, hayır dedim, bu olmaz ,biliyorum dedim. Aslında sana, son dörtlüğü yazılmamış bir şarkıya son dörtlük siparişi vermek için geldim, dedim. Otur dedi, tabureyi göstererek,kaşlarını kaldırarak. Malzemeleri saymamı istedi, bunu nerden anladım nasıl istedi, bilmiyorum. Başladım saymaya son görevini yapmaya çalışan bir ölü yakını edasıyla. Bir yol dedim, araba dedim, sevdiği türkünün adını söyledim. Bir kaza dedim, intihar değil asla, dedim. Bir de telefon olursa çok iyi olur, dedim. Çekildim kenara, son dörtlüğümü yazacak adama alıcı gözüyle baktım bir daha. Oldu bu iş bu defa dedim. Son dörtlük, yetebildiğim son sesin, son perdesine varacak. Varabilecek, sonrası yok.Dahası, ötesi olmayacak, dedim. Sonlardan bir son olacak işte, hepsi bu! Dedim.
Otobüsün arka taraflarındayım. Ayaktayım. Beni ayakta tutan şeyin otobüsün hareketi olduğunu bilmesem, gözlerimi camından hızla geçen binalardan, evlerden, içindeki insanlardan ayırabilsem, otobüsün hızla hareket etmesiyle boşlukta bir süre asılı kalıp, sonra otobüsün arka camına yapışan yolcu düşüncelerinden, kelimelerinden, ahlarından vahlarından, keşke’lerinden, maaşlarından, taksitlerinden, karşı cinslerin bakışlarından çekinip uzaklara bakışlarının yarattığı karmaşadan zihnimi sıyırabilsem diyeceğim şu ki: ben bir şarkıyım dillerde, söyleniyorum. Sondan bir önceki dörtlükteyim, son dörtlüğüm yok. Gözümün usulca dokunup kaçtığı, sadece istemeden bakabildiğim, göremediğim için içimin yandığı dünyayla, durduğum nokta arasında gerilen bir bağ gördüm, ip mi desem halat mı desem, benim urganım yoksa bu mu desem, o ikisi arasındaki adını koyamadığım, dilime gelmeyen şeye asılsam, tüm hayatımın üzerinden tersine doğru bir defa daha geçsem, derler ki; ölmeden önce insanın hayatı gözlerinin önünden film gibi geçermiş. Derler. Ben diyemem, sadece, öyle değil, derim belki. Otobüs beni alır götürür, sonlardan bir sonun yazıldığı diyara. Alır götürür de sonbaharın son yapraklarına savurur. Savurur da beni rüzgarda yitirir. Yitirir de yitirir. Islak yeşilin tadına varamadan ömrümüzden geçirir. Dedim.
Dedi, başlasın sonlardan bir son. Herkes çekilsin kenara, gözyaşları dışarıda kalsın, hüzünler, ayrılıklar kalsın. Başlasın, en tam son. Nefesin yettiği son heceyle biten şarkı başlıyor!
Ben artık çıktım benden, kendi’nden geçilen yerdeyim belki. Dolanıyorum, iki kelam ediyorum, selam alıyorum. Gülücükler veriyor, tatlı sızılar bırakıyorum bilenlerin kalbinin kıyıcığına. Ve görüyorum.

Bu Hiçkimsenin Hikayesidir!

alaban-hafif | 03 January 2003 17:31

Ben avucumdaki terli elinin tedirginliğini avuçluyordum. O ise bende bir erkeğin sert, nasırlı ellerini. Yine sokaklarda başı boş köpekler gibi dolaşıyor, bu yersiz yurtsuz sevdamızı kusacağımız bir dulda arıyorduk. Az sonra gün akşamla öpüşecek, bir iş bulmayı başarabilenler evlerine dönecek, kalmış sevgi kırıntılarını yemek yedikleri kapta katık edip, söyleyemedikleri sözcüklerin hazımsızlığıyla ağrılar çekeceklerdi. Bizim için akşam yoktu. Karanlık ilgilendiriyordu bizi. O, şehrin üzerine çekilecek olan kara perde. Sonra bizim sevda oyunumuz kim bilir hangi kapalı mekanda gösterime girecekti?

Benim neyimi sevdiğini bilmiyorum. İşim yok, çirkinim, sihirli, süslü sevda sözleri fısıldayamam. Geleceğim yok. Geçmişimi bana yabancı. Gözlerimmiş dediğine göre. Baktım mı içine bakıyomuşum, karşımda kendini çıplak gibi hissediyor, beni sevdikçe çıplaklık duygusundan kurtulacakmış gibisine geliyormuş. Anlamıyorum bunu, bakma o zaman gözlerime dedim bir gün. Bırak git beni. Ağlayarak giderken onsuzluk, kendini hemen sol yanımdaki boşlukla belli etti. Sonra yine çalıştığı dükkanın bulunduğu o pasajın kapısında buldum kendimi. Akşama kadar bekledim. Güvenlik görevlileriyle inceden inceye kesiştim. Akşam olup da o işyerinden çıkarken hiçbir şey söyleyemeden yine o soğuk ellerimiz buluştu, ısındı. Şimdi akşam çökerken yine bir apartman bodrumu arıyoruz. En son birlikte olduğumuz apartmana doğru gidiyor ayaklarımız. Alt katta benim büyütüp sonra artık besleyemeyecek duruma gelince bir apartmana gelin yolladığım köpeğin sahibinin apartmanı. Bodrumunda su saatlerini tamir ettiğimde henüz onu tanımıyordum. Burası da benim bir işyerim sayılır. Gözlerden uzak bir yer ararken gel seni işyerime götüreyim demiş ve onun anlamsız bakışları altında kendimizi burda bulmuştuk. Yine bodruma iniyoruz. Sonra tomurcuklar açıyor, taze yeşil yapraklar dal uçlarında bitiyor, ıssız sokaklar yerli yerinde, işçiler gece vardiyasında, biz kendimize birbirimizden evler yapıyoruz. Sessizlikten, karanlıktan ürktüğümüz yok, kendi soluk alıp verişimiz bize en büyük armağan. Bodrumun karanlığında elim bir kalın ipe takılıyor. Bir elim saçlarında, diğerinde ipin burgulu dolanan tenini okşuyorum. Bir yanım sıcacık, bir yanımda bilmediğim bir yolculuğa çıkmanın heyecanı. ‘Bu oğlanda korku morku yok anam, bu oğlan bir afat’ derlerdi kadınlar. Küçükken elimle öldürdüğüm yılanlar geliyor aklıma, sonra şehre geldiğimizde o büyük evlerin bahçeleri ve meyveler. O meyve bahçelerine dalmakla geçerdi bazı günlerimiz. Bir defasında daldığımız kiraz ağacının bahçesinde yine oynaşırken üstümüze gelen köpekle bölünürken yasak zevkimiz, yine yalnız kalmıştım. Kaçmadım, niye kaçmadım bilmiyorum. Köpek üstüne gelirken ben onun ne kadar güzel bir hayvan olduğunu düşünüyorum. Sıktığım boğazıyla birlikte köpeğin gözlerinden boşanan yaşlar sıkılı elimi gevşetmiyordu ama içimde bir şeyleri eritiyordu. Sadece kendimden korkuyordum ben. Köpek yanıbaşıma düştüğünde ben de cebimden üçgen mendilimi çıkarıp bacağımdaki yaraya sardım, kirazlarımı şehit olmuş köpeğin üzerine serpiştirdim. Bodrumun karanlığında onu saran ellerim birden bacağımdaki yaraya uzanıyor. Boğazımdaki karıncalanmanın ipi okşadıkça geçtiğini farketmemle ipi toplayarak montumun cebine atmam bir oluyor. Bodrumdan dünyaya açılıyoruz, gemimiz tamtakır. Yelkenlerimizi kaybettiklerimle şişiriyorum. Bir deniz üstündeyiz. Gemi fırtınaya yakalanmış. Günü onun terli teninde bitirdim ben, sonrası yok, hatırlamak istemiyorum. Sonra ben yine kaldığım barakanın yolunu tutacağım, sonra barakanın duvarlarına sabaha kadar olmadık resimler çizmeye devam edeceğim. Duvarlar dolunca yaptığım badananın beyazlığına küfrediyorum. Her yeni resmimin, eski figürlerimin mezarı üzerine kuruluyor olmasını bir türlü kendime yediremiyorum. Bir duvarcı ustasını kafalasam, bana bir temiz duvar yapsa, sayfaları olsa, indeksini ben yapsam, sıkıldıkça duvarları birer sayfa gibi açıp geçmişimi seyretsem. Bir gün resme dökecek bir şeyimin kalmaması korkutuyor beni, boyaların anlatamayacağı, hiçbir rengin açıklayamayacağı bir durağa uğramak düşüncesini kafamdan atamıyorum. Rüyalarıma giriyor, fırçayı boyaya batırıyorum, duvara sürene dek kuruyor fırça. Boyadan değil diyorlar senin artık pilin bitmiş, gülüşüyorlar, dağıtıyorum suratlarını, bu defa da dökülen dişler gülüşüyor. Uyanıyorum. İşe giderken cebimdeki sigara paketine uzandığımda elime gelen ip boğazımdaki karıncalanmayı hatırlatıyor yine. Artık benim de bir tikim var. İpi kaldırıp atıyorum sedirin üzerine. Duvarda çizdiğim sokak resminin bir yerine kafamda bir direk yerleştiriyorum. Sokak lambası yapmayacağım o direği. Belki bir telefon direği olacak, duyuşamayan insanların anlatamadıklarını anlatacak. Evden çıkarken aklımdaki bu ayrıntıları bir gün bir yazarın yazabileceğini düşünüyorum. Söylenmemiş söz, kurulmamış hayal var mı ki bu dünyada? Bunu düşünmeyi bırakarak, akşam pasajın önünde buluyorum kendimi yine. Güvenlikçilerle kesişmiyorum, artık güvenlikleri için bir tehlike arzetmediğimi anlıyorum. Akşam kalabalığında koşuşan insanların neye güldüklerini, ağladıklarını, ne yediklerini, nereye koşuştuklarını, niye koştuklarını biliyorum. Boğazımda yine bir karıncalanma. Onun bir gün gözlerimden kaçacağı düşüncesi ile ürperirken saat sorduğum adamın önündeki oyuncaklar bana hiç ulaşamayacağım, tatmayacağım bir duygunun olduğunu hissetiriyor. Aklımdan çocuğuma oyuncak alma ihtimali geçerken bu olmayacak şeye takılıyorum. Köküm de belli değil zaten, ve duvarlardaki resimlerden başka bu dünyaya bir iz bırakmadan gideceğim düşüncesi rahatlatıyor. Köküm yok, kök de bırakmayacağım. Bugün hastaymış gelememiş. Pasajın önünden ayrılırken eski pazara uğrayıp barakanın uzanamadığım yükseklikteki yerlerini de kullanmak için bir sandalye almayı düşünüyorum. Bulduğum sandalye işe yarıyor. Artık uzanıp yukarıları da boyayabilirim. Lambam ise hala ortalıkta. Tavana bir kanca tutturup lambayı yukarı çıkarmalıyım. Köşe biriken şişelerle birlikte bizim amatör yazar, korsan kitap tüccarı geliyor aklıma. Her hafta sonu haftalığının yarısını bir tekel bayiine bırakıp şişeleri şıngırdatarak gelir. İçeriz, benimle iyi içiliyormuş, kafa şişirmiyormuşum. Anlattıklarını gözlerimle anlıyormuşum, biliyormuş. Aynayı alıp baktım gözlerime, bu gözlerde ne var? Çözülmüş bir sırrın mahzun duruşu gözlerimin orta yerinde. Beni şaşırtan bir şey kalmadı sanki. Her şey yerli yerinde, kitabınca, şu kurulu tıkır tıkır işleyen hayatta peşinden sürüklenecek hiç mi bir şey yok? O peki? O bir gün gidecek biliyorum. Tedirginliğini bende bırakacak, avuçlarımda eriyecek bana bıraktığı son şey de…Sonra..Sonrası yok işte. Boğazım karıncalanıyor. Şişenin birinin dibindeki birayı yudumlayıp, yazarın son hikayem diyerek bıraktığı kağıda uzanıyorum. Uzayıp giden iç dökmesinin ardından bir paragrafta takılıyorum.