SİS: AMACA YAKLAŞAN BİR FİLM
Zülfü Livaneli’nin yönettiği Sis, şu ana dek bahsettiğim filmlerde rastlanan odak problemini bir dereceye kadar çözebilmiş bir film. Öykünün 1960 yılından başlaması, karakterlerin, olayların ve toplumsal koşulların geçmişini aktarması bakımından anlamlı ve bu sayede takvimler 1978 yılını gösterdiğinde iki Türkiye arasındaki farkı okuyabiliyoruz. 12 Eylül öncesi terörü, anarşiyi, kimin kimi öldürdüğünün belli olmadığı keşmekeşi gerçekçi bir üslupla yansıttığı için Sis, iyi bir 12 Eylül filmi denemesi. Başarılı görüntü yönetmeni Jürgen Jürges’in sade ama etkili çekimleri de filmin diğer artısı. Senaryoda yer alan sosyal detaylar, olayların bağlantılarını güçlendiriyor. Ama savcı Ali (Rutkay Aziz) ve oğlu Erol’un (Uğur Polat) karakterleri birtakım iç çelişkiler barındırıyor. Kişilerin öykü içindeki kimi davranışları, baştan beri çizdikleri kompozisyona uymuyor, izleyicinin kafasında soru işaretleri oluşmasına yol açıyor. Ama filmin yıllar önce Murat Belge’nin de değindiği bir kusuru var:
“Erol’un üstünde şüphenin (kardeşi Murat’ı öldürdü mü?) toplanması ve dağılmasıyla ilgili. Cinayetten hemen sonra, polis, bulunan tabancayı tanıyıp tanımadığını soruyor ona. Bu, babanın zihnine ilk şüphe tohumunu ekiyor ve sonradan olanlar, devrimci grupların iddiaları, şüpheyi güçlendiriyor. Yargıç, oğlunun, subay dedesinin beylik tabancasıyla bu işi yapmasından şüpheleniyor. O tabanca da ortada yok. Ama filmin sonuna doğru münasebetsiz dede tabancanın hep kendisinde olduğunu söylüyor ve yargıcın şüphesi gideriliyor. Basit bir gerçekçilik düzeyinde saçma bir durum bu. Çocuğun cinayeti işlemek için ille de dedesinin tabancasına ihtiyacı yok. Anlatılan ortamda herhangi bir silah edinmekten kolay bir iş yoktu. Ayrıca kaybolan ve polisin bulduğu silah, dedenin idiyse, zaten kayıtlı olan bu beylik silahlar hemen tespit edilebilir. Üstelik yargıç öyle işi uzaktan izleyen sıradan yurttaş değil; soruşturmayı yürüten savcının arkadaşı” (Belge: 8).Livaneli’nin filmin her aşamasında titiz davrandığı belli ancak basit hikâye seviyesinde nasıl bu durumu atlamış, şaşırtıcı.Tunç Başaran’ın filmografisinde bir dönüm noktası olan Uçurtmayı Vurmasınlar, 12 Eylül’ün acı dolu günlerine küçük bir çocuğun gözlerinden bakar. Başaran, bilinçli olarak sinematografik unsurları, izleyiciyi kapatmak için kullanır. Film süresince gökyüzünü izlediğimiz sahnelerde bile, içeride olduğumuz hatırlatılır, yüksek, aşılmaz duvarlar, demir parmaklıklar çerçeveyi gökyüzünden daha çok kaplar. Uçurtmayı Vurmasınlar, “içeri”nin filmidir, çünkü öykünün ana mekanı hapishanedir. Hapishane semptomatik olarak “kapalılığı”, “içerisini”, “dışarı çıkamamayı” sembolize eden bir mekandır açık ki (Suner: 187). Karakterlerin kendilerini koğuşta hissetmeyebilecekleri tek yer olan avluda dahi, Başaran, kamerayı kalın dikey demirler arkasına yerleştirerek kapatılma temasını ısrarla vurgular. Hatta avlunun merdivenlerini ve merdivenin kenarındaki tutunmalık demirleri de aynı amaç için kullanır.Mizansen (mise-en-scene) açısından avlu, kolaylıkla anlamlandırılabilir. Kadın gardiyan veya müdür çerçevenin genellikle üst kısmında: Denetleyici, iktidar, otorite, yüksek bir konumda; hakim. Koğuştaki kadınlarsa çerçevenin alt kısmında: Boyun eğmişlik, kırılganlık; güçsüzlük. Kadınlar, her an çerçeveden çıkma / düşme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar; ezikliğin, sistemin ağırlığı altında ezilmenin, otoriteye tabi olmanın figürüdürler.
Kadınlar Koğuşunun, bir ölçüde toplumu temsil eden “adi mahkûmlar” kısmına gerçekçi yaklaşma çabası var. Toplumda mevcut olan bozuklukları yansıtıyor. Ama bu filmlerin hiçbiri toplumun özelliklerinin nedenlerini araştırmıyor, veri olarak buna yaslanıyor (Belge: 7). Bu durumsa filmin verebileceği mesajları, anlatılan öyküyü yetersiz kılıyor.Memduh Ün’ün çektiği Bütün Kapılar Kapalıydı, 6 yıldır içeride olan Nil’in (Aslı Altan) hapisten çıkmasıyla başlar. Nil’in günlük yaşama uyum sağlayamaması ve iyiden iyiye ruh sağlığını kaybetmesine tanık oluruz. Öteki filmler gibi yine karakterlerin geçmişi hakkında gerekli bilgiler yok. Bu nedenle öykü bulanık kalıyor, altı yılın Nil’i nasıl değiştirdiğini öğrenemiyoruz. Oysa bir 12 Eylül hikâyesi anlatılacaksa, odak bu olmalı. Yani değişen toplumsal koşulların bireye neler yaptığı, bireyi nasıl dönüştürdüğü, psikolojik ve sosyolojik boyutlarıyla birlikte irdelenmeli. Bu hususta diğer filmler gibi Bütün Kapılar Kapalıydı da sınıfta kalıyor.