bildirgec.org

metin and hakkında tüm yazılar

Kubbede kaybolmuş sesler

hayalicindegecti | 07 October 2010 15:01

Yıldız Sarayı Tiyatrosu
Yıldız Sarayı Tiyatrosu

Sultan İkinci Abdülhamit (*) Yıldız Sarayının bahçesine küçük bir tiyatro yaptırmak istediğinde buna en çok sevinenler, çocukları, özellikle de Şadiye ve Ayşe olmuştu. Öyle ya, onlar diğer kız çocukları gibi ne gezip tozup dışarılarda vakit geçirebilir ne de büyükleri tarafından Direklerarasında, Beyoğlunda şurada burada kurulan tiyatrolara götürülürlerdi. Onların tek işi, sarayda özel eğitmenler tarafından eğitilmek, büyüklerinin yanında hanım hanımcık oturmak ve tümüyle boş kalan zamanlarında ise Dolmabahçe Sarayınin bahçesinde koşup oynamaktı.
Sonunda tiyatro tamamlandı (**).
Yıllar içinde Yıldız Saray Tiyatrosunda ne oyunlar oynandı ne oyunlar (***). Aslında kızları muhterem pederleri Sultan İkinci Abdulhamit’in tiyatroya gelmesini ve oyunları izlemesini pek de istemezlerdi. Çünkü o geldiğine başta oyunun aktörleri olmak üzere müzisyenlerde ve hatta herkeste bir gerginlik, bir tedirginlik oluşurdu. Sultan Abdülhamit’in kimi oyunlarda, trajik sahneler için oyunu yönetenleri, hanımlar ve çocuklar ekilenmesin diye “şurasını burasını kısa tutun, şu sahneyi hiç oynamayın” diye uyardığı da biliniyor.
Neyse işte, o tiyatroda yıllar yıllar sonra küçük bir incelemede bulunmanın beni bu kadar üzeceğini hatta tüylerimi diken diken edecek kadar korkutup, yüreğimi isyanla dolduracağını tahmin edemezdim. Aslında Yıldız Köşküne adım attığım gün, şahane bir Pazar günüydü, İstanbul’da yazdan kalma nefis bir sonbahar yaşanıyordu. Sarayın o görkemli kapılarından geçtik, tiyatroya doğru yürümeye başladık, soldaki camekanlı sera muhteşem ferforje işlemeleri ve zamana dimdik direnen cam kafesleri ile pırıl pırıl ayaktaydı ama kullanılmadığı için bomboştu. Onun biraz ilerisine son yıllarda dikildiği belli, yaprakları pırıl pırıl parlayan bir manolya sevinçle bizi selamlıyordu, ortalarda bir yerde yıldız şeklinde traşlanmış taflan çitin ortasındaki çam ağacı da tevazuyla başını eğmişti.
Sonunda tiyatronun kapısından içeri girdik…
-Aman tanrım o da ne?
Korkunç bir rutubet kokusu heryere ama istisnasız heryere sinmişti, nefes almakta güçlük çekiyorduk. Nefes alabilsek bile burnumuzun direğini sarsan kokuyla orada durmak imkansız gibiydi… Kubbede hayali asılı kalan sesleri dinlemek, o günleri tahayyül etmek, İkinci Abdulhamit’in hüküm sürdüğü yıllarda, o kubbenin altında sahelenen oyunlara ilişkin notları gözden geçirmek istemiştik ama mümkün mü?
Dayanamadık, hemen dışarıya kaçtık, derin bir nefes alıp, ciğerlerimize ve hafızamıza işleyen, üstümüze başımıza da sineceğinden korktuğumuz kokuyu yoketmeye çalışık.
Peki, bu mu bizim tarihe saygımız?
Bu mu geçmişimize sahip çıkışımız?
O kubbede kimbilir hangi hoş sedalar çınlayacaktı eğer biz hiç olmazsa hatıralarını hoş tutsaydık değil mi?

takvim yaprağı yazısı “cin ahmet”

asymptot | 15 June 2006 11:28

son günlerde elimdeki iş nedeniyle cambaz sözcüğünün ingilizce karşılığını bulmam gerektiği için ve de buna eklenen takla mevzuu nedeniyle metin andın 40 gün 40 gecede anlattığı bir hikaye yeniden zihnimde canlandı.
osmanlı şenlik ve eğlenceleri çok ileri imiş devrine göre hatta bu eğlenceleri gören dünyanın çok çeşitli yerlerinden gelen biçok ağzı açık kalırmış, bunu birçok gezi yazısı ile örnekliyor metin and kitabında. özellikle osmanlı cambazları o devrin en iyi cambazları imiş. mısıra vali olarak gönderilen zatı muhterem, orada iki çok iyi cambaza rastlamış ve hediye olarak bu cambazları padişaha yollamış, zaman içinde hediye anlayışının oldukça değiştiğini görüyoruz böylece, dünyada halen bu tür hediyeleşmenin devam ettiği bir topluluk var mı bilmiyorum ama, her neyse konumuza dönersek; istanbula hediye olarak gelen cambazlardan biri çok yetenekli olduğu için yükselip canbazbaşı ahmed ağa oluyor zaman içinde, bir çok tuhaf numarası var; ipin üstündeyken başaşağı düşer gibi yapıp, ayak bileğinden ipe asılı kalmak en göz alıcı numaralarından biri, bunun minyatürü kitapta var. ünü yaygınlaştıkça canbazbaşı ahmed ağa cin ahmet olarak da anılmaya başlanıyor. cin ahmet’in en büyük numarası ise şuymuş; bir gün ipe kucağında bir koyunla çıkmış, koyunu kurban etmiş ipin üstünde, derisini yüzmüş, sonra ipe mangal çıkarmışlar, etleri pişirmiş, sini içinde iki francala, 2 sürahi ayran bikaç tabak salata ile yemiş. buraya kadar anlatmış, sonrasında ne yaptığını anlatmıyor.
bu arada sirk numaraları ile ilgili bikaç ilginç siteye de denk geldim buyurunuz:
circus arts forum
acrobat productions
cin ahmet gibi olmak isteyenler için de:
circus maniacs