Bu bir çeşit ölümdü. Belki ölümden de acı bir dönüşüm… Öyle bir dönüşüm ki, dönüşen şeyin, değişik bir şekilde de olsa varlığını sürdürüyor olmasındansa, gerçek bir ölümle sonsuza dek yok olması çok daha az acı verici görünüyor.
Çünkü o şey, var oldukça, dönüşümden öncesiyle sonrasını sürekli bir çatışma haline sokuyor; en küçük bir hareket ya da sözü önceden hissedilen duyguların artık hissedilmediğinin, o duyguları uyandırma gücünü uzun zaman önce yitirdiğimizin güçlü birer göstergesi durumuna getiriyor.
Mesela karşımızdaki yakışıklı bey bize ‘Ahmet bugün büroya uğradı. Uzun zamandır görüşmemiştik.’ diyor. Bizse artık eskisi kadar cazip olmadığımızı düşünüyor ve ‘Bir ömür boyu gözlerine bakabilirim.’ dediği o günleri özlüyoruz.
‘Öyle mi? Şey… Nasılmış?’ türünden de olsa birşeyler geveleyebilecek gücü bile bulamadığımızdan karşımızdaki bey, ne zamandır özlemini çektiğimiz bir ilgiyle gözlerimize bakıyor ve: ‘Neyin var senin?!’ diye soruyor.
Evet… Neyim var ki benim?! Bir hastalığım yok… Aç kalmıyorum… Yakışıklı ve sorumluluk sahibi bir kocam var… Haftada bir gündelikçi kadın geliyor… İstediğim kadar harcama yapabiliyorum…
‘Beni endişelendiriyorsun!’
Gözlerinde ilginin yanısıra birşey daha vardı. Ne olduğunu tam çözememiştim… Ama onu daha fazla bekletemezdim. Çözme işini sonraya bırakarak: ‘Yok birşey!’ dedim. ‘Sadece…’