namazgah’tan çıkıyorum mahalleye doğru. sabah ezanı okuyor kuşlu camii’nin imamı. gün aydınlanıyor. halbuki biz gece yaşıyoruz. işimiz bu. süfli hayatlar beyle seviyor, ne yapalım. kader. kader mi yoksa ben mi seçtim yolumu tam olarak bilemiyorum. zaten artık bilmemi gerektirmeyecek kadar uzun zaman geçti üstünden. alıştıktan sonra farkedeceğini de sanmam. herkes için de bu şekilde olacağını tahmin ediyorum. her ne kadar tanıyanlar kesik diye çağırsa da, hacı dedem doğduğumda kelime-i şehadet ile beraber memet ismini kulağıma üflemiş. ancak ne bu mukaddes isim, ne de mukaddes kelime engel olmamış itin önde gideni olmama. namım olan kesik nerden kaldı diye meraka düşecek olan olursa, ödemiş’te yatarken karagümrüklü piçlerden biri kellem ile bedenimi ayırmaya kalktıydı. onun aziz hatırasındandır. karagümrüklüler’de intikam mukaddestir. aksi, türkiye’deki bütün cezaevlerinde itibarlarının sonu olur. hakikaten her cezaevinde semtin koğuşu mevcut. istanbul’un bu mıntıkaları serseri fabrikası mübarek. ödemiş’ten bahsetmişken söylemeden geçemeyeceğim, bir ara gidip bozdağ’dan gonca toplar, kale’de satardık mahallenin diğer kopukları ile. en güzel zamanlardı o günler. gonca da en güzelidir ancak delidir işte. bunun bir kusur mu meziyet mi olduğunu bilemeyeceğim. bu meseleye uzun süre kafa yormama rağmen neticeye henüz varamadım. sadece insanı mesud ettiğini söylemem yeter. neyse sözü bulandırmayayım, bu kanlı mevzunun bıraktığı iz namım oldu işte. herkes ilk enfes hatırama bakar, gözünü oraya kaydırmaktan kendini alamaz nasıl hayatta kaldığıma hayret eder. belki de gündüzün aydınlığına karşın gecenin karanlığını seçmem bundandır. zira gece, güneşin ortaya çıkardığı tüm yaraları örtmeye mukadderdir. ancak derinde olanlara gücü yetmez, acısını pekiştirir. misal kalp kırıklığı buna en güzel örnektir.