Mimar Sinan
Mimar Sinan

Osmanlı’yı yerin dibine batıranlar, Osmanlı deyince bön bön bakanlar dahi onun mimarlığını, taştan meydana getirdiği muhteşem mimariyi biliyorlar. Kimden mi bahsediyoruz? Kanuni Sultan Süleyman yani bir diğer adıyla Muhteşem Suleyman devrinde, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun ve hatta Türk tarihinin en zirvedeki, en parıltılı zamanlarındaki sarayın mimarı olan Mimar Sinan’dan. Aslında konumuz ne Mimar Sinan’ın İstanbul’daki muhteşem camileri, ne birçok ülkeye yayılmış su kemerleri, külliyeleri, çeşmeleri, sergileri. Konumuz acı ama gerçek; Mimar Sinan’ın kafatası.
Güneş Dil Teorisinin, Türk Tarih Tezi‘nin okullarda okutulduğu yıllara gidiyoruz. O yıllarda Avrupa’da artan milliyetçilik rüzgarının ve Türkiye’de yeni kurulan cumhuriyetin “temelleri” sağlamlaştırmak adına milliyetçiliğin ve Türklüğün köklerinin ne kadar derinlere indiğini, ne kadar muhteşem olduğunu ve kimliğinin kendine has özelliklerinin bulunduğunu ispatlamak için profesörlerin, üniversitelerin, kurumların çaba sarfettiği yıllara…

1935 yılında Türk Tarih Kurumu‘nun seçtiği bir heyet, büyük bir titizlikle İstanbul’da Süleymaniye Külliyesi’nde olan Mimar Sinan’ın türbesini açar.

Mimar Sinan'ın Türbesi
Mimar Sinan’ın Türbesi

Amaç bellidir. Mimar Sinan’ın, tüm dünyanın muhteşem eserlerini ve sanatını kabul ettiği, Ayasofya ile yarışan Süleymaniye’nin mimarının kafatasını alma ve yapılacak incelemelerle Türk olduğu kanıtlanmak. Çünkü Hristiyan olduğu, devşirme olduğu yönünde yayınlar çıkmaktadır. Mezar açılır, yaklaşık 350 yıl sonra açılan mezarda, (Sinan 1588 yılında ölmüştü, 99 yaşındaydı) ceset bozulmuştur ama kafatası sağlamdır. Gazeteler o günlerde Mimar Sinan Türbesinde Araştıma başlığıyla şöyle bir haber geçerler: