bildirgec.org

abartma hakkında tüm yazılar

eksik kalan günlük sayfası

ONALTIKIRKALTI | 04 June 2005 14:17

fotoğraf makinesi ya da kameralar için 4×20 zoom yapıyor falan diyoruz. fotoğraf makinesi denilince aklıma geldi resimde belli bir alanı sınırlamaya kadraj deriz ya, bu da latinceden fransızcaya geçen quatr (dört) sayısından geliyor yani dörtgenleştirme, kare yapmaktan evet size tanıdık geldi değil mi çeharçübenin mantığına benziyor, zaten temeli oraya dayanıyor. farsça çehardan hintavrupa dillerine ketwer olarak oradan latinceye quadrere oradanda (quatrdan) fransızcaya cadrage biz de yanıbaşımızdakileri bırakıp kadraj olarak fransızlardan almışız… bilirsiniz sağlık kürü yaptırmak diye birşey var, kür latince “curare” den geliyor ve temizlemek anlamına geliyor, tek keriz bizler değiliz ya fransızlar da latinceden kür kelimesini ingilizlerden dent (diş) kelimesini alıp birleştirmişler olmuş mu sana kürdent. biz alırken kendi dilimize uydurmuşuz, bildiğimiz “kürdan” yapmışız yani kürdan diş temizleyen anlamına geliyormuş. Bak bu da güzeldi dimi? Etti beş kaldı beş… arapçada “eradi” yer, oradan erd, yeryüzü deniliyor ki ingilizler earth diye almışlar latinceye geçen bu kelimeyi peki biz ne yapmışız geri kalmayarak arapça eradiyi alıp arazi yapmışız yani şu ingilizlerin mother earth dediklerini bizim mütahitler araziye çevirmiş sizin anlayacağınız:) kaldı dört hint avrupa dillerinde kent saplamak anlamına geliyor latinceye kentein olarak geçiyor pergelin iğneli, saplanan ucuna da yani pergelle çizilen dairenin merkezine de kentron diyorlar sonra? Sonrası çorap söküğü gibi geliyor latincede kentron centron/centrum oluyor centrum yine aynı anlamda merkez. ingilizceye geçiyor center oluyor Fransızlar centre diyorlar bizimkiler de fransızca modasında fransızcasını alıyorlar aynen söylendiği gibi santra! yani şu futbolda santra yapmak vardır ya o… Hadi işi uzatalım, hani elektrik merkezi diyeceğimize de elektrik “santra”li diyelim nereden nereye… kaldı üç (böyle birden insanın aklına gelmiyor sakın çok beğenip başka istemeyin ilerde, öldüm valla)… pa ayak demek farsça, bulmacalarda çıkar, hani eski türkçe iki herfli ayak diye sorarlar ya. peki farsça üç demek olan “se” bu ayağın yanına gelince oluyor mu sana üç ayak peki nedir üç ayak yaaaa oldumu şimdi “se”+”pa” sana evdeki sehpa… kaldı iki (yatmaya geri sayım gibi oldu bu sefer benim için) hemen aklıma gelen kısalardan söyleyeyim. Dar-ı çin çin ağacı demekmiş o da ne demeyin kışın saleple ararsınız sonra dar-ı çin (tarçın)i… ya şuna ne demeli bütün dünya bu kangooroo kelimesinin kullanılması gibi salakça birşey görmediyse şimdi görsün fransızlar raketi alıp topu atıp tutuyorlar ve birbirlerine atarken “aman atıyorum bak dikkat et hop kime diyorum” demek uzun olacağı için “tut” diye bağırıyor oyunda bir kural bu, ama ingiliz ne yapıyor hooop ulan ne güzel oyunmuş bu “tenis” diyor yani fransızca “tenez” tut. Aman millete gülmeyelim bizim de başımıza gelir… ektin biçtin, baktın ki marul, salatalık (kıvırcık) falan yaş, kuru değil yani. ne dersin? “yaş”. körpe, taze demiş, eski türkçeyle atalarımız yaşıl diye, yaş olan sebzeye derlermiş. hem renk olarak yeşil hem de sebzelere yeşillik denmesi de bundanmış…. ölüyorum gidip hemen yatıyorum….

aman allahım yine neler yazdım ben böyle?

ONALTIKIRKALTI | 04 June 2005 14:09

Eveeeet bu hafta sıkı bir girişle günlük mevzuunda (+u) epey yol aldık. Cebrailiye kod adlı şahıs (şahise diyesi geliyor insanın) gibi bir sadık takipçi de kazandık ki sormayın gitsin. Evet şimdilik sayı olarak seksen milyon kişiden ancak iki üçünü kendi tarafıma çekmeyi becerebildiğim doğrudur ama bu böyle kalmaz tabii zamanla bakarsın seksen milyondan büyük bir bölüm beni okur da hürriyet ve milliyet benden geriye kalan dört kişi için aralarında kavga çıkartır. (Hani bu sefer biraz desteksiz attık ve abarttık abaramazsın kel fatma annen tiraj patlattı sen iade hesaaaabı (+3a) ) bazen kendimi kaptırıp gerçekten abartıyorum ama insana da zorla abarttırıyorlar kardeşim (acaba –bilen bilir- abarth marka kocaman saçma görünüşlü ve nikelâj kaplı egsoztların ismi buradan mı geliyor? Millet bu kadar abartmışken ben nasıl abartmayayım di mi? (-eğl) “meselâ ne?” diyenlere yakın zamandan bir örnek: şimdi bizim millet avrupa mallarına hasta ya (ki gençtirler olur böyle geçici şeyler. “Biz de zamanında okula giderken kitaplarımızı koymak için kullandığımız avrupa naylon poşetin üzerindeki desenle/logoyla hava atılabileceğini düşünecek kadar cahil ve sahipsiz bir şekilde ortalarda gezmiyor muyduk?” diye itirafta bulunacağım, siz yine abartıyorsun diyeceksiniz “ama doğru” desem de inanması zor biliyorum.) yap bir mal, satamam diye korkma. koy ismini house, power, first, show vs. millet de bir şey sansın sonra elinde patlasın “extra güçlü full power double first up” isimli ürün. Kardeşim adam o aleti yapmış ailesinin ismini markasına koymuş 1685de ve senin gibi, (insanlar nasıl olsa işsiz ne yapsam ses çıkartamıyorlar bana mecburlar diye) bedavaya adam çalıştırıp zengin olma hayali kurmadığı için de vergi kaçırma, kaçak binada üretim yapma olaylarına girmez. Onun yerine ne yapar? Malımı şimdi satacağım ama markamın arkasında durup geliştirirsem buradan torunum bile ekmek yer diye düşünür. Zamanla demirden çeliğe geçilir kömürden elektriğe, elektrikten elektroniğe falan… nasılsa sanayilerinin her alanında önce kaliteye önem verir, isim ikinci planda kalır (ne yapsın adam onu da kendi dilinde koyuyor normal olarak. Adam ingiliz ürününün ismi de ingilizce almanca olacak tabii ki) dönelim bize bizimkiler plastiğin ucuzunu, çeliğin paslananını, vidanın (düşsün diye) küçüğünü kullanır. Yaptığı aletin bir tarafını yapıştırıp, bir tarafını kaynak yapar, yamuk yumuk mallarla milleti kazıklar (istisnaları saymıyoruz) ama adı ne? “süper exstra rose naneli sakız” gibi saçma sapan (ya da yerinde de olsa gereksiz yere ingilizce israfı) şimdi gelelim abartma olayına ve bu ne perhiz bu ne lahana turşusu dedirten duruma, tv’de reklamlara bakıyorum, eski, dizi artistini oynatmışlar, adam güya halıcı ve türkiye’nin yabancı mallarla istilasından rahatsız olmuş bir ruh haline sahip. bir yandan da kendi mallarının kaliteli, masanın üzerine serilen diğer (ki diğerleri hesapta çin malları pazarlayıcısı, uzakdoğulular) halının da kalitesiz birşey olduğunu anlatmaya çalışıp, hafif tatlı sert çıkışıyor “bu ne bu bana gösterdiğiniz, şuna bak, incecik, yapay, dandik bir halı. hadi kardeşim hadi bizim halımız kalın, gerçek yünden, altı da halı üstü de, pırıl pırıl bizim kendi malımız (bir de uzakdoğulu satıcıların zayıf türkçesiyle alay edip dokunduruyor “sizin halilere benzemez, hali değil, halı… bizim ülkemizin malı…” evet buraya kadar sıradan normal olan bu reklam nerede abartıyor dersiniz? Bizim ülkemiiiiz, memleketimiiiiz, malımııııııız diyenler bu halıya ne isim koymuşlar? Tuffytrendy…. peh pep peh dilini “eşek arısı” –soksun-, beynini deyimin “arı”sız kısmı öpsün…. bu ne yaaa…. bu ilk değil son değil bir değil bin değil (vatan bilgisayar böyle program yapıyor hemde “vatan” kelimesini —what-an— diye yazarak) kardeşim niye böyle yapıyorsunuz bilmiyorum. hadi bunlar mallarını satacaklar milleti kazıklamak için göz boyuyor. gazeteler, tvler ve bunlardan beslenen millet (bütün okuyucuları ben alıp da dört okuyucuları kalınca göreceğim onları bakalım 🙂 o zaman nece konuşacaklar?) bu dil meselesi gerçekten önemli, şimdi herşeyi birbirine geçirip karman çorman bir dil yaratıyorlar, tamam çağın gereği adam teknolojiyi üretiyor, yapıyor icadını haklı olarak da koyuyor ismini yaptığı şeye. burası doğal olan kısmı ve benim kesinlikle bu tür bir oluşuma tutucu yaklaşımım yok ve hatta hatta asla bir dil jandarması değilim. dilde özgürlükten, değişimden, gelişimden, çok seslilikten yanayım. zıpırık, draaaank, hüpletme, oha falan oldum gibi örnekler renktir, güzelliktir ister sever kullanırsın, ister mesafeli yaklaşırsın (yani arkadaşınla geyik sardırmak için ya da senden küçük birinin kullandığı dili kullanarak anlaşıp yabancı gibi durmamak için) nasıl ki her yerin kendine özgü kıyafeti var (yazın denizde mayo, maçta şort, karda kışta dağda, kaban vs. ) her yerin her durumun da bir tarzı var. Adam bir sürü ayrıntıyı atlamış, resimleri kötü seçilmiş, özensiz, itici ve amacına ulaşamayacağı en başından belli olan bir reklam broşürü yapmış, geçmiş karşına kendini pazarlayabilmek için (ben avrupai tarzda kültürü ve son moda ne varsa takip eden, uçmuş, bilgili, modern biriyim diye gösterebilmek için) her cümlesinde, iki lafın arasına konsept (concept) kelimesini sokuşturup duruyor, hah işte şahtın şahbaz oldun… ya ne gerek var böyle komplekslere, evet yabancı kelime de kullanacağız ama yeri gelince ve gerekliyse…. ayrıca dikkat edeceğiz diye bu işi milliyetçi bir çizgiye de taşımamak gerekiyor. niye kendimizi bir fikre, bir yanılsamaya kaptırıp, illa olmaması gerekeni yapıyoruz anlamıyorum. zaten (ileride vereceğim örneklerde göreceğiz hiç bir dil uzaydan atılan cd’den yüklenmemiş toplumun hafızasına) kim teknolojide ilerideyse (ya da eski zamanlarda kaba kuvvetiyle etkili ve güçlüyse dünyanın başka yerlerinde dilini yaymış (savaşla ya da ticaretle) diller birbirine girmiştir). ya çok avrupai ve havalıyız “trendy” takılıp “concepte” dahil olmaya çalışıyoruz ya da şişe mantarını açmaya yarayan 40 yıllık tirbuşonu “çıkartgaç”a çevirip illa cd’ye “yoğun teker” dedirtme mantığıyla türkçeleştirmeye çalışıyoruz. her kesimi her tür konuşma tarzını bilirsin yerinde ona göre kullanırsın. dolmuşta aşırı kibarlığa gerek yok. “şoföre” (ben ne yapayım şöför şoför diye yazılıyor) -bir kişi kaç para?- diye sorarsın, önündeki abiye de -şunu uzatabilir misin abicim?- dersin kimisi abartıp maymunluk yapıyor -şoferrr bey bir kişi ederi kaç teleee?- Öndeki abiye de -reca etsem banknotu iletebilir misiniz?- diyenler var. Ya bu nedir? sen hangi radyo tiyatrosundan fırladın? hadi sen fırladın, korkmaz çakar abim sana niye efekt yapıyor:) geçelim kardeşim bunları, geçelim. halkla beraber yaşayıp halka hava atmaya gerek yok. halk biziz, bizler kendimizi diğerlerinden daha iyi bir eğitim seviyesinde görüyorsak, unutmayalım biz yine de bu halkın bir parçasıyız, kendi dahil olduğumuz grubu dışlamak mantık olarak kendimizi de dışlama anlamına gelir (nasreddin hocanın denizde ekolojik dengeler üzerine yaptığı ağır bir hareket sonucu kullanılan atasözümüzü hatırlatmak bile istemem). Ha sen diyorsan ki ben farklıyım, bu aciz halkı beğenmiyorum, ben onlardan kat kat üstün olduğum için beni bunların dışında tutun (ki yanlış da olsa böyle görüp böyle düşünmeye de hakkın var –çünkü böyle bir kültürün dayatıldığı bir ortamda yetişmişsin-) o zaman ben de şunu düşünüyorum bu halkın afganistandakinden, japonyadakinden, fransadakinden ya da namibyadakinden “madden hak” (halk değil “hak” hukuk) olarak ne farkı var ki sen hakarete varan bir tavır sergileyerek burada insanları aşağılayan bir düşünce yapısında yaşıyorsun (ya da tam tersi konuşmalarına yabancı kelimeleri bolca koyanların yanında kendini kompleksten komplekse vuruyorsun) kendini turist gibi bu halkın dışında görüp, kendini buraya ait görmüyorsan bile, bu insanlara böyle davranmaya hakkın yok. Turist olarak Afganistana, uruguaya ya da yeni gineye gitsen orada insanlar o şartlarda, o şekilde yaşamak zorundalar, kültürleri öyle imkânları o kadar diye, onları küçük görmeye aşağılamaya hakkımız var mı? Ya da niye bir italyan ve ingilizle konuşurken onların ülkeleri bir sürü yoldan gelişip ilerlemenin yollarını bulmuşlar, metro istasyonlarını kurup, hergün transmikserle (bak yeri geldi kullandık bir şey olmadı üzerinde sıvı bir yük taşırken taşıdığı maddenin özelliği kaybolmasın diye bir yandan da taşıdığı tankı çevirip duran şu yollarda sık sık -götünden asflata çamur akıta akıta- giden çimento kamyonlarının benzeri bir alet hem mix’iyor hem transport ediyor 🙂 kamyon yüklü port fazla uzun gelir diye portu atıp trans mixer demişler) şehir merkezlerine iki kamyon yükü bal döküp yalıyorlar diye, kendi kültürümden ve eğitim seviyemden çekinip, aşağılık duygusuna kapılayım ki? Kendimi abartmaya gerek yok neysem o ama kompleks duymak da gereksiz. Bunları bilelim önce, herkesi sevelim, herkese sarılalım, beğenmediğimiz şeyleri başkalarının düzelteceğini düşünerek hayal aleminde yaşayıp gerçek hayatta bir kaos ortamı yaşamayalım. Burada bizler yaşıyoruz, burayı bizler düzelteceğiz. Adam aç kalmış orda burda, tabi gelecek istanbula ve biz kendimize yaptıklarımıza, onlar için yıllardır yapamadıklarımıza bakmadan, ne kadar kaba konuşuyor, nasıl giyinmiş diye bir de üstüne onu beğenmeyeceğiz. (yapmayın güzel kardeşlerim, vicdansız olmayalım haksızlık yapmayalım bütün inşaatları yaptırırken adamları kullanalım, onlar eksin biçsin bizler bire alıp ona yüze satalım sonra aaaıııııy cahil diye dışlayalım, kandırıp para için bütün herşeyi başaşağı edip kazıklayalım. Olmaaaaaz olmaz… ayıp.) evet koynuna al yat demiyoruz ama kendi aramızda düşman muamelesi de yapmayalım. adamlara ne verdik, de ne istiyoruz. şu edebiyatımıza bir bakın. hep kardan kapalı, yolsuz, elektriksiz, haksız hukuksuz bir anadolu masalıdır anlatılan. Aynısını makro olarak düşünelim, sen avrupaya gidince sana da (bana da, genel olarak türk kimliğine) önyargıyla yaklaşıyorlar ve sen aslında neyin ne olduğunu biliyorsun değil mi? yani zenginlik ve gelişmişlik bakımından onlar niye öyle ben niye böyleyim doğruları biliyorsun. e aklını kullan işte, doğudan istanbula gelen adam da böyle. bir kendi yaşadığı yere ve imkânlarına bakıyor bir de istanbula, sonra biz bugüne kadar meğerse yaşamamışız diyor ne fark var? İstanbuldan avrupaya gidenden? (tabii doğu insanının kendini güvenceye alma ihtiyacı olarak genlerine işlemiş olan bir toprak sahibi, mal mülk sahibi olma durumu var ki bu şehirlerde bulduğu yeri çevirme şeklinde cereyan ederek hep birlikte mahvolmamıza sebep oluyor bu da onların yanlış yaklaşımıdır ve çok derin bir konudur “oy-memleketli-gecekondu- olayı. burada girmeyeyim artık maltepe camiinin yanına bir gecede ev yapma olaylarına) neyse bu gün dilden ve dillerin karışmasından bahsederken konu nerelere geldi biraz da ilginç ve eğlenceli kısmına bakalım bir kaç örnek vereyim sonra da bu günlük bu kadar diyerek bırakalım. Efendim nasıl olmuş da kelimeler oradan oraya savrulup durmuş bir o almış kendi diline yakıştırmış bir bu almış çekip uzatıp sallamış, onları görelim. (harbiden sallayanlar da var)
Bu konuda en beğendiğim kelime örneği çerçevedir evet bildiğimiz çerçeve nasıl dilimize girmiş? osmanlıda biliyorsunuz, farsça, arapça türkçe, rumca bir sürü dil bir arada yaşayıp gitmiş. halkta doğal olarak ortak sınırlar içinde kalan bu farklı kültürlerin birbirine geçişmesiyle, birbirinden kelimeler öğrenmiş ve kullanmış. çerçeve buna çok güzel bir örnek, bilirsiniz tavla oynarken “car-ı yek, car-ı dü” falan gibi kelimeler (tavla arap yarım adası kaynaklı olduğu için tavlada sayılar günümüzde bile) kahvelerde hala farsça olarak aynen kullanılır. Car denilen aslında tam olarak “çehar” dır farsça dört anlamına gelir, yine farsçada çübe yani çubuk anlamına gelen bir kelime var, biraraya gelince çeharçübe yani dörtçubuk oluyor, (dört çubuk çerçeveyi oluşturan karenin dört kenarı olarak kullanılmış) çeharçübü, çarcübü oradan da çarçübe yani bugünkü kullandığımız çerçeveye dönüşmüş… ne güzel di mi? Geçelim başka örneklere, alarm… bildiğimiz şu saatlerdeki alarm… ya da acil uyarı anlamındaki alarm. arma italyanca (ki oraya latinceden geçme) silah demek arme silahlara, all arme ise herkes silah başına anlamına geliyor fransızcada ise acil savaş durumu oldukça silahbaşına acil durum gibi anlamlardan her çeşit ikaz sinyaline dönüşüp ingilizceye alarm yani uyarı olarak geçmiş. Eh bu da fena değildi. Geçelim başka bir örneğe (bu gün yoruldum artık en fazla on tane yazıp bırakacağım heveslisi olan beğenen varsa sonra başka yazılarda örneklere devam ederim)
Zum: II. Dünya savaşında savaş uçaklarının kalkar kalkmaz aniden yükselmesiyle ya da yaklaşmasıyla çıkarttığı güçlü zoooom sesinden ani yaklaşma olarak terimlere dahil olmuş biz de şimdi dijital (j> fotoğraf makinesi denilince aklıma geldi resimde belli bir alanı sınırlamaya kadraj deriz ya, bu da latinceden fransızcaya geçen quatr (dört) sayısından geliyor yani dörtgenleştirme, kare yapmaktan evet size tanıdık geldi değil mi çeharçübenin mantığına benziyor, zaten temeli oraya dayanıyor. farsça çehardan hintavrupa dillerine ketwer olarak oradan latinceye quadrere oradanda (quatrdan) fransızcaya cadrage biz de yanıbaşımızdakileri bırakıp kadraj olarak fransızlardan almışız…
bilirsiniz sağlık kürü yaptırmak diye birşey var, kür latince “curare” den geliyor ve temizlemek anlamına geliyor, tek keriz bizler değiliz ya fransızlar da latinceden kür kelimesini ingilizlerden dent (diş) kelimesini alıp birleştirmişler olmuş mu sana kürdent. biz alırken kendi dilimize uydurmuşuz, bildiğimiz “kürdan” yapmışız yani kürdan diş temizleyen anlamına geliyormuş. Bak bu da güzeldi dimi? Etti beş kaldı beş…
arapçada “eradi” yer, oradan erd, yeryüzü deniliyor ki ingilizler earth diye almışlar latinceye geçen bu kelimeyi peki biz ne yapmışız geri kalmayarak arapça eradiyi alıp arazi yapmışız yani şu ingilizlerin mother earth dediklerini bizim mütahitler araziye çevirmiş sizin anlayacağınız:)
kaldı dört
hint avrupa dillerinde kent saplamak anlamına geliyor latinceye kentein olarak geçiyor pergelin iğneli, saplanan ucuna da yani pergelle çizilen dairenin merkezine de kentron diyorlar sonra? Sonrası çorap söküğü gibi geliyor latincede kentron centron/centrum oluyor centrum yine aynı anlamda merkez. ingilizceye geçiyor center oluyor Fransızlar centre diyorlar bizimkiler de fransızca modasında fransızcasını alıyorlar aynen söylendiği gibi santra! yani şu futbolda santra yapmak vardır ya o… Hadi işi uzatalım, hani elektrik merkezi diyeceğimize de elektrik “santra”li diyelim nereden nereye…
kaldı üç (böyle birden insanın aklına gelmiyor sakın çok beğenip başka istemeyin ilerde, öldüm valla)…
pa ayak demek farsça, bulmacalarda çıkar, hani eski türkçe iki herfli ayak diye sorarlar ya. peki farsça üç demek olan “se” bu ayağın yanına gelince oluyor mu sana üç ayak peki nedir üç ayak yaaaa oldumu şimdi “se”+”pa” sana evdeki sehpa…
kaldı iki (yatmaya geri sayım gibi oldu bu sefer benim için) hemen aklıma gelen kısalardan söyleyeyim. Dar-ı çin çin ağacı demekmiş o da ne demeyin kışın saleple ararsınız sonra dar-ı çin (tarçın)i… ya şuna ne demeli bütün dünya bu kangooroo kelimesinin kullanılması gibi salakça birşey görmediyse şimdi görsün fransızlar raketi alıp topu atıp tutuyorlar ve birbirlerine atarken “aman atıyorum bak dikkat et hop kime diyorum” demek uzun olacağı için “tut” diye bağırıyor oyunda bir kural bu, ama ingiliz ne yapıyor hooop ulan ne güzel oyunmuş bu “tenis” diyor yani fransızca “tenez” tut. Aman millete gülmeyelim bizim de başımıza gelir…
ektin biçtin, baktın ki marul, salatalık (kıvırcık) falan yaş, kuru değil yani. ne dersin? “yaş”. körpe, taze demiş, eski türkçeyle atalarımız yaşıl diye, yaş olan sebzeye derlermiş. hem renk olarak yeşil hem de sebzelere yeşillik denmesi de bundanmış….
ölüyorum gidip hemen yatıyorum….