ölümün tene değişi misal,usulca süzülen gözlerindennezdimizde incidir.filhakika tennure savrulur,hecreyleyen derviş döner.ürkek nazarına düşer korku, kederarayışlarının altını bol yaldızlı adamı,ötelerde apansız, aydınsız sönerölen bir yıldıza öykünmüştür ihtimal.ötelerdesilik bir yıldızne kelime! safi karanlık hattakuytusunda evreninölümsü dokunuşlar fırlatır kaderin kardeşi cana.ve çatırtılar işitilirüstüne yürek-adım basılmıştuz buz hayallerden saçılan etrafapahası hangisinde fazlakanın kızılında mıyaşın billur parlağında mı yoksa?beri gelsin tartmaya hevesle tutuşandengesi pek, en cesur teraziler,halep de burda, dirhem de…cisminden okumaya çalışılan tüm eylemeyükselip yükselip bloklar koymakta schopenhauerve okuma yazma bilmez kılmakta nefsi,acıtmakta muhattabtan yenilen cümle silleler.”Esaret”e davet serinliğinden, ruha kezzap olur yağaryek damlanın cidarından yükselen apak buğular.bir kaşığın yüzeyinden dahi kolayca boşluğa kendini bırakamayan bir damla, nasıl olur da yakından bakıldığında milyonlarca girinti çıkıntı barındıran bir yüzeyden yağ misal kayar akar, kolayca çeneye iner, bir uç bulup kendine, uzayıp gerilip, sünüp esneyip türlü elastik akrobasi ile dener dener ve yere düşer…tene ait imajın makro alemdeki sanrısının pürüzsüzlüğünden mi, yürek yükü sırtlanmışlığın verdiği ferahlamadan mı? şahitlik eden bir diğer yüreğin inim inim inlemesi,parçalara ayrılmasına zemin hazırlanmasından mı? bir makine zihin, çıkrığında damlanın o sonsuz yolculuğunu evire çevire tekrar tekrar izleten dimağa…vadiler, tepeler açışı, süzülüşü evvela nemli, saydam bir göletten, geçişi görece kurak coğrafyaları tepelerinde elmaların çiçekler açtığı, çölle vuslatı, uzayıp, kıvrımı bol bir hal alıp, sürünmesi güç bela kurak topraklarda ve limanına gelişi çehrenin ve bırakması kendini boşluğa en gamsız yerinden insan çenesinin…damla da olsa ölüme bunca susamışlık niye?niye bunca dokunuşu gönle, damlanın valsine şahitliğin?
yorumlar
askerlik biitti galiba proksima, hayırlı olsun tekrar, güzel yazılarınla yeniden buradasın, hoş geldin!
özlediğim kalem, nefis yazıların sahibi…seni gördüğüme çok sevindim, hoş geldin sevgili proksima…
<blockquote>Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir.</blockquote>
güzel güzel ve güzel,, iyi metin kendini belli ediyor öyle ya da böyle. üzerine ahkam kesmeye bile gerek kalmıyor,
ne güzel fotoğraflar bunlar ben de ekleyebilir miyim arşivimden sayın Proksima:) normalde izin almam ama burada gerek duydum doğrusu:(
<div class=”imajorta”><img src=”/imaj/sevde837/usta.jpg” alt=”yaşayamadığım birşeysin sen, elinden tutup sokağa çıkamadığım…Kış günü bir avuç kar süremediğim yüzüne…Otlar ve çiğ damlalarıyla sevişemediğim…” border=”0″ /><br />yaşayamadığım birşeysin sen, elinden tutup sokağa çıkamadığım…Kış günü bir avuç kar süremediğim yüzüne…Otlar ve çiğ damlalarıyla sevişemediğim…</div>USTA BENİ ÖLDÜRSENE”… Anlaşılan, çok yaşlanmış birtakım analar babalar, iblisleşivermiş oldukları için çocuklarına varasıya, insan yemeğe kalkıyorlar, arada bir. Öyküsünü anlattığımız bu anaya gelince, çocukları, ölüsünü törenle kaldırdılar. Düşünülürse, pek korkunç bir işmiş bu. Öyle anlatıldığı rivayet olunur.”(*)Analarının ölüsünü törenle kaldırabilmeleri için çocukların sağ kalması gerekir. Kalmadıkları da görülür ama.İ p t e n i p e, halkadan halkaya atarken kendilerini, cambazlar düşer ölür, ara ara. Yaşa bakmaz bu ölümler. Ancak, “yaşlanmış bir cambazın yüzünde, burnunun sağ kanadı dibinde, yalnız benim görebildiğim bir ben belirmeğe başlarsa, öbürleri gibi, o da, er geç ölecek demektir, biliyorum; artık i p t e n mi düşer, yolda mı çiğnenir, h a s t a l a n ı p düştüğü döşeklerden mi kalkamaz, orasını kestiremiyorum işte,” derse genç bir cambaz…Gergin bir ipin iki ucundan doğru gelerek biribirinize yaklaşacak, güreşir gibi yapacaksınız; sonra biriniz yenilir, düşer gibi olacak, biriniz de arkasından a t ı l ı p onu havada yakalayacak, kurtaracak, onunla birlikte bir başka i p e, bir başka halkaya sarılırken herkesin yüreğini ağzına getirecek, bunların karşılığında da ekmek p a r a s ı kazanacaksınız.Karşınızdaki cambaz, çok sevdiğiniz biri; yıllar boyu birlikte çalıştığınız, seyreldiği görülmemiş acılarınızı, bizim yüzümüz hiç gülmez demeğe kendinizi alıştırmış bile olsanız g e l i p sizi buluveren tek tük sevinçlerinizi, p a y l a ş t ı ğ ı n ı z biri; öyle deyiverelim. İ p i n ortasına yaklaşıyorsunuz, karşılıklı. Ansızın burnunun sağ kanadının dibinde… O zaman, genç bir cambaz olarak, ne yapmanız gerekebileceği konusunda kapıldığınız düşünceler…Baştan alalım.Karşısındaki ustasıydı.Usta, bir yerde, yaşamanın yolunu da bulmakta ustalaşmış değil midir ki?Karşısındaki, kendisini çocuk yaşında yanına almış, yetiştirmiş, sanatı ö ğ r e t i p onu bugüne getirmiş, genç cambazların en ünlülerinden biri yapmış olan ustasıydı.Nicedir aralarındaki ilişki usta-çırak ilişkisi olmaktan çıkmıştı. Genci, yaşlısının oğlu diye görüyordu kendini; usta da ona oğlu diye bakıyor, başkalarına “oğlum” diyerek gösteriyor, tanıtıyordu. Herhangi bir ustanın herhangi bir yetiştirmesine “oğlum” diye seslenmesine benzememesi için, kendisine bir şey söyleyeceği zaman ona “oğlum” dememeğe, adını bile söylememeğe dikkat ediyordu. Konuşmaları bir seslenmeyle başlamazdı zaten. Hani kendilerini u n u t u p biribirilerinin dikkatini çekmek üzere bir ses çıkaracak olsalar gırtlaklarından, ikisi de utanır, t ı k s ı r ı p gırtlak temizleyerek o sesi, yayıldığı havanın içinden s i l i p yok etmeğe çabalarlardı. Söze, yarısından girişirler, bir gün, bir hafta önce kestikleri yerden bağlarlardı konuşmalarını; ya da başını anlatmışçasına sonunu getirirlerdi. Bir anlık dalgınlık, sözün nereden g e l i p nereye dayanacağını hemen kestiremediklerini gösterecek en ufak bir im, bir kaşın kalkması, bir gözün kısılması, bir dudağın büzülmesi, en az, seslenmek ölçüsünde a y ı p t ı onların gözünde. Bu yüzden, arkadaşları, yoldaşları, çoğu zaman, konuşmalarını izlemekte güçlük çeker, tuhaf tuhaf bakarlardı onlara. Bu alışkı içlerinde öylesine yer etmişti ki cambazların, dünyada böyle konuşmalarını yadırgayabilecek kimselerin bulunabileceğini düşünemiyorlardı bile. Herkesle böyle konuşmağa kalkarlar, utanç duymadan kalkan kaşların, kısılan gözlerin, büzülen dudakların karşısında neden sonra, uyanır gibi, uyanır ama aymaz gibi, bocalaya bocalaya, handiyse terler dökerek, konuşmalarını anlaşılır kılmağa çabalarlardı.Genci, yaşlısının oğlu diye görürdü kendini; görürdü ya, ustasına babası diye değil de anası diye bakardı. Onu doğuran, e m z i r i p büyüten, ona yaşamasını öğreten anasıyla bir tutardı ustasını. Önceleri, böyle bir şey duyduğunun farkına ilk vardığı sıralarda, bu duygunun ayrıksılığından ürkmüş, sıkılmış, öylesine olmayacak bir şeyi ustasına bile söyleyemeyeceğini, açamayacağını düşünmüştü. Sonra sonra, her düşüncesini bilen ustasına, ayrıksı da olsa bir duygusunu açamamasını daha da tuhaf bulmağa başlamış, bir gece, gösteriden sonra, karanlıkta yatarlarken, söyleyivermişti içindekini ona. Karşı köşedeki yataktan önce kesik kesik gülme sesleri gelmişti. Böyle bir şeyi, ustasına da olsa, anlatmakla ne yanlış bir iş ettiğini anlayarak başına yıkılan dünyanın altında kalmağa hazırlanırken, gülmesi düzgünleşmişti ustasının. Kahkahaları gün ağarmağa yüz tutarken ancak dinebilmişti; o zaman da “yahu sen ne şair adammışsın” demiş, ardından da horuldamağa başlamıştı. Düşünce ayrıksıydı, güldürmüştü ustasını; ama gene de hoşuna gitmişti, öyle anlaşılıyordu. Başına yıkılır gibi olan dünya t o
p a r l a n ı p yeniden düzene girmişti. Bir daha da sözü edilmemişti bu duygunun. Birliklerinin, birlikteliklerinin bir öğesi olmuştu.Ne var ki, aylarca sonra, altlarında sallanan halkaya doğru, yanlış attığı bir adım yüzünden düşermiş gibi kendini bırakırken, onu havada y a k a l a y ı p “kurtaran” ustasının elleri ona bir şeyler anımsatmıştı. Gösteriden sonra, p a t r o n d a n p a r a l a r ı n ı alırken, herkese iyi geceler dilerken, giyinirken, ustasının yanında evlerine giderken, o anımsadığı belirsiz şeyin ne olduğunu, ne idiğini çıkarmağa çalıştı durdu. Olmadı. Ertesi gece gene halkaya doğru “düşeceği” andaKafası karıştı. Bildi. Ustasında bulduğu analık öyle şairlik ürünü, edebiyat ürünü falan değildi. Amcasının odasından gelen hırıltıya kulak veriyordu kapalı k a p ı n ı n önünde. Sokmuyorlardı onu o odaya kaç gündür. Sokmadıkları için de, –mutfakla ayakyoluna, kapılardan içeri itilmedikçe, girmekten hoşlanmadığı için de,– sokak kapısının eşiğinde o t u r u p akşamı etmişti kaç gündür sessiz sessiz. Şimdi, kapının önündeydi; hırıltıları dinliyor, kapıyı yavaş yavaş itiyordu. Kimse yoktu ortalıkta. Yani anası yoktu, babaannesiHalka yaklaşırken, kemerine y a p ı ş m a s ı gereken ustasının elleri onu ancak bileklerinden yakalayabildiydi. Anasının elleriydi bunlar, d ü p e d ü z. Ustası onu o gece, odalarına g i r i p soyunduktan sonra, p a y l a m a ğ a başladı. Çocukluğundan, ilk çıraklığından bu yana hiç p a y l a m a m ı ş t ı onu böylesine. Susmuş, dinlemişti. Oysa, saatlerce sürmüş gibi u z a y ı p giden bu paylamadan sonra ustası “şimdi söyle, niye öyle oldu, nasıl dalabildin böyle?” deyince, dinlemediğini, dinler görünürken, dinlediğini sanırken kafasının hâlâTutup anlatmıştı ustasına. Her şeyi o anda yaşar, görür gibi. Ustasının zaten bildiklerinden başlayarak: Babası ölmüştü, babaannesi bunamıştı, amcası evin parasını getiriyor, anası da evle birlikte hepsine bakıyordu. O sıralarda, iki yaşını dolduralı ancak iki üç ay geçmiş olsa gerekti, annesi sonraları öyle demişti çünkü. Zaten kendi de, kendini aynada görür gibiydi bunları anımsarken, sırtında kırmızı yeşil çiçekli basmadan bir entari vardı daha. Babaannesi gün boyu kalkmazdı oturduğu alçak, yanları gibi önü de destekli acayip koltuktan. Koltuğun altında, koku keskinleşince, annesinin g e l i p döktüğü, kendininkine benzemeyen, daha büyük, daha yuvarlak, daha kırmızı bir oturak vardı. Havalar iyice ısındığı için kendi eşikte oturuyordu kaç gündür, sabahtan akşama dek; babaannesini de koltuğuyla birlikte k a p ı n ı n önüne çekmişti anası o sabah. Babaannesi h e p uyuklardı. Anası yoktu ortalıkta. Hızlı hızlı ç ı k ı p gitmişti, şimdi geleceğim diyerek. Kendi, yuvarlak, a p a k, p a r l a k tokmağı ç e v i r i p kapıyı açabilmek şöyle dursun, o tokmağa erişemezdi bile; ama kapıya dayandıkça aralandığını anlamış, sonunda, artan hırıltılar içinde – p e r d e l e r sımsıkı kapalı olsa gerekti, alacakaranlıktı içerisi, şimdi gibi gözlerinin önüne geliyordu– sırtüstü yatan amcasına yaklaşmış, bakmıştı. Amcası onu görür gibi mi olmuştu, ağzı gülümsemek ister gibi gerilmiş miydi, yoksa bir şeyler söyler gibi olması ciğerlerinin son debelenişi miydi? Bu yaşında da bilmiyordu. Ansızın bir el bileklerinden, bir el entarisinden y a k a l a y ı p sessizce dışarı çıkarmıştı onu, anasının elleriydi bunlar. Öbür adamsa, –anasıyla gelmiş olacaktı eve,– odadan çıktığı zaman başını sallamıştı. Anası da sesini çıkarmadan ayakyolunun eşiğine çökmüş, başını iki elinin arasına almıştı. Korkmuştu, sesini çıkarmıyordu o, sonra elini uzatmış, anasının dizine dokunmuştu. Anasının eli şakağından inip elini örtünce korkusu gitmişti. Amcasının yüzünde, burnunun –şimdi görür gibi de ondan biliyor sağını solunu– sağ kanadının dibinde, o güne dek hiç görmemiş olduğu kocaman lekeyi, beni düşünmeğe başlamıştı.O gece, bunları dinledikten sonra ustası onu gene p a y l a m ı ş t ı. Ama kısa sürmüştü bu kez. Üstelik kendi de dikkatle dinlemişti ustasını. Böyle şeyler aklına gelemez, diyordu ustası; çalışırken böyle şeyler aklına gelmemeliydi. Onu ölümden kurtaracak eller, belini, bileğini bulmayabilirdi günün birinde.Ustası böyle istediğine göre, özlük anıları, geçmişi, olmayacaktı bundan böyle; yalnız işini düşünecek, ustasına verecekti kafasını. Gönlünden, usundan silmeliydi anılarını, anasının, babaannesinin ölümlerinin anısını; silmişti de.Silmişti de, bir tek anı d a y a n ı p duruyordu bütün bu silme çabalarına karşın, direniyordu. Sonraları, anasının, babaannesinin burunlarının sağ kanadı dibinde gördüğü benleri unutamıyordu. Öylesine bildiği, ezbere çizebileceğini sandığı o yüzlerde birkaç gün içinde gitgide bellileşen, her görüşünde “nasıl dikkat etmemişim” diye kendisini uzun uzun düşündüren, üzen, öldükleri gün neredeyse zeytin iriliğini bulanAnlamıştı. Ailesinin özelliklerinden biri olsa gerekti bu benler. Gerçekten de, daha önceleri, yoktu o nesneler o yüzlerde. Ancak öleceklerine yakın beliriyor, büyüyor, öldükleri gün o iriliğeP e k gençti daha. Öyle enikonu ö l ç ü l ü p tartılmadan, taştan taşa vurulmadan edinilen bilgilerle yetinilmemesi gerektiğini öğrenmemişti. Bir gün, ustasının, yanına yeni aldığı bir çırağı ipin ortasında çalıştırırkenBir yaz günüydü. &#
199;adırın tepesine yakın bir yerde çalışmanın ne korkunç bir iş olabileceğini ancak cambazlar bilir. Ustası aşağıdan bakıyor, yönetiyordu onları. Yeni yetiştirmesinin bir hafta sonra i p e ç ı k ı p seyirci önünde oynamasını istiyordu. Oğlan sıkı çalışmak zorundaydı. Bu sıcakta ustalarını oralara çıkaramayacaklarına, kendisi de kalfalığa yükseldiğine göre, yeni çırağı sıkı çalıştırmak da kendisine düşerdi.İ p i n ortasında durmuşlardı karşılıklı. Şimdi dikkat et, demişti karşısında duran yeni oğlana, terini de bir iyice sil, kaza çıkmasın… Oğlan silinmiş, tamam, demişti gözünün içine b a k ı p. O an görmüştü burnunun sağ kanadı dibindeki beni. Çalışmışlar, inmişlerdi ipten. Yıkandıkları sırada takılmıştı oğlana, pek yakışıyor sana bu ben, diye. Oğlan önce garip garip bakmıştı. Ne beni, demişti sonra. Aynaya bakmış görememişti. Kalfasının bu şakasına akıl erdiremediğini söylemişti, biraz bozuk bir sesle. Kim bilir neler geçmiş olacaktı içinden oğlanın. Kirdi herhalde, kusura bakma, ben gibi görmüş olacağım, demişti o da. Ama ertesi gün çalışırken beni yerinde görmüştü gene. Daha da belliydi üstelik. Oğlan üç gün sonra orta i p t e kendi kendine çalışırken d ü ş ü p ölmüştü. Koşup yetiştiğinde, benin yerinde durduğunu görmüştü, zeytin iriliğinde…Ailesinin değil, kendi özelliğiydi demek. Başkasının görmediği benler görüyorÖleceklerini biliyordu o insanların. Sonradan kaç kez, bu özelliğin tutarlığını gerçeklemek olanağı bulmuştu. Korkuyla bakıyordu artık insanların yüzüne.Sonraları, uzun bir süre, kimselerde ben görmez oldu. Kimse de ölmedi çevresinde. İçi biraz rahatladı.Söğütler o sıraya rastlıyor.Bir bahar gecesi evlerine dönüyorlardı ustasıyla. Yalnızdılar artık. Usta ile oğlu. Yetiştirmeğe kalktığı üçüncü çırak da ölünce –h e p s i n d e beni görmüştü o, ama hepsi i p t e n düşerek ölmemişti– ustanın yanına çırak girmek isteyen çıkmaz olmuştu. Ustanın suçu yok, diyenler vardı; oğlanda kardeşkovan damarı olsa gerek… Diyenler de g e l i p bakıyor, iki kaşının arasını dikkatle gözden geçiriyor, orada görmeği bekledikleri damarı kimi görüyor, kimi görmüyordu. Kardeşkovan damarını, bir sabah, ustası da aramıştı yüzünde. Görememişti. Öyle demişti hiç değilse. Ama bu arada, sabah ışığının yumuşak parlaklığında, kendi bir şey görmüştü ustasının iki kaşı arasında. Kardeşkovan damarının mor çatalı yerine, oğultutmaz damarının yeşilimsi kamasını. Bunu ustasına söylemedi, söylemeyecekti. Ustasına söyleyemeyeceği şey zaten içinde, usunda kalamazdı. Kalmadı da. Unuttu gitti bunları.İkisi de bu duruma üzülüyordu ya, yaşayışlarını başkalarıyla p a y l a ş m a k zorunda kalmamağa da artık iyice alışmışlardı anlaşılan.O bahar gecesi evlerine dönerlerken, önünden geçtikleri bir bahçenin bütün söğütlerinin budanmış, daha o sabah, incecik, körpecik yapracıklarla buğulu gibi duruşuna bakarak sevindikleri dalların kaldırıma a t ı l ı p yığılmış olduğunu görmüşlerdi. Ustası bunları çiğnememek için yola inmişti ama kendisi, saygıyla, sevgiyle, ağır ağır, cambaz ayaklarının bütün yeğniliğiyle bu dal yığınlarına basarak yürümüştü. Gene taşlara bastığı zaman durmuş, havayı uzun uzun koklamış, ustasına o anda bir su kıyısında, yeşilliğin, çimenlerin, otların içinde olmağı nasıl özlediğini anlatmağa çalışmıştı.O zaman gene azar işitmişti. Cambaz dediğin, insanların t o p l u c a yaşadıkları yerlerde ç a l ı ş ı p p a r a kazanırdı. İnsanların topluca yaşadığı yerler ise, genellikle, öyle söğütlük, otluk su kıyıları olmazdı. Olursa ne iyiydi, ancak böyle yerlerin özlemini içinde taşımak bile suçtu kendini bilen cambaz için, hele kendisi gibi, çoğu vaktini, büyük bir şehirde geçiren cambaz için. Cambaz, i p i n i düşünmeliydi; özlemdi, düştü, silmeliydi gönlünden.Değil mi ki ustası öyle diyordu, öyle y a p m a l ı y d ı, öyle yapacaktı. Y a p m ı ş t ı da. Anılardan sonra, düşleri, özlemleri de s i l i p atmıştı içinden. Ustasıydı önemli olan, öyle öğretilmişti kendisine; işinin önemi öğretile öğretile büyütülmüştü. Ustası öğretmişti bunu. Onu o eden işiydi, işi olmalıydı. İşine duyduğu bu bağlılığı ustasına borçluydu. Her şeyi ondan öğrenmemiş miydi? Ona analık eden, ustası değil miydi? Ama her şeyi ondan mı öğrenmişti?.. Kendi, kendi benliğini ne ölçüde oluşturmuş olabilirdi? Olabilir miydi, ayrıca? Ustası neler katmıştı kendisine, kendi neler katmıştı? Katmak ne demek oluyordu gerçekte? Önceden hiçbir şey getirmemiş miydi ustasının karşısına çıkarken? Her şeyini ustası mı biçimlemişti? O halde herkes, ustasının kendini biçimleyişini, hayır, kendi biçimlenişini çırağına aktarmasıyla mı biçimleniKafası karışmıştı. Bu soruları sormağa kalksa ustasına, ne karşılık alacağını biliyor gibiydi. Senin aklın ermez demeyecekti. Kendi kendine, şu anda, benim aklım bunlara şimdilik ermiyor ya bir gün gelecek erecek mi, diyordu. Ama ustası öyle demeyecekti. Ona, düşünme, diyecekti, o kadar. Ben öldükten sonra, sen de yanına bir çırak a l ı p yetiştirmeğe başladığın zaman bunları düşünmeğe başlar, hem kendini anlarsın, hem
beni, diyecekti. Duymuş gibiydi, şimdiden, bu sözleri şimdiden işitmiş gibiydi. Demek ustasına erişen, onun ötesine bile taşan bir yanı vardı kendinin de. Bunları düşünebiliyordu… Ama kafasını daha çok yormadı bu konuda. Cambazlık, insanın –ölmek istemiyorsa– bütünüyle kendini ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir işti. Günün birinde, işi cambazlık değil de düşünmek olan birine rastlarsa, ona soracaktı bu soruları. Hoş, o adam da cambazların soracağı sorular üzerine düşünmüş olur muydu, ayrı konu…Aşağılarda, seyircilerin, oturdukları yerde dalga dalga ırganarak kendisini izlediklerinin bilincinde, ipin ortasında s ı ç r a y ı p takla atarken, birkaç kez, usunun başka yerlerde gezindiğini, ipten başka sorunlarla uğraştığını farketmişti ansızın. Böyle şey olmazdı. Ustasının ruhu bile duymamalıydı öyle bir şey yaptığını. Kendini zorladı, kafasını bir güzel temizledi. Düşünmez oldu artık iş başında. Ancak, bir kentten bir kente giderlerken, uzun yollar boyunca, uyur gibi yapıyor, ustasını bile kandırıyor, kendini koyveriyordu soru söğütlüklerinin, soruların yaş otluklarının arasına.Her gösteriden önce mahallede kapı altlarından attıkları, kahvelere, kıraathanelere bıraktıkları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarının birer örneğini, her gece, eve döndükten sonra özenle özel sandığına yerleştiren ustası, bir gece, artık yetiştin, usta cambaz oldun, bu işi sana bırakıyorum, dediğinde, bu sözlerin gönül okşayıcılığını bir yana iterek, bunlar da anı değil mi sanki usta, diye soracak olmuştu da, ustası kükremiş, yetişmemişsin daha, diyerek onu bir sıkı paylamıştı. Bunlar anı değil, ipimizden artakalacak tek im; yaşayışımız, yaşadığımız, yaşantılarımız d ü p e d ü z, demişti. Her günle, her gösteriyle sırtımıza biraz daha binen ölümün yükü, bu sandığı artık k a l d ı r ı p taşıyamadığımız gün, tamam olacak, bizi çökertecektir, bunu iyi bil; bunlarda sen varsın, ben varım; yaşadığımızı gösterecek, başkasına olsun, bize olsun, gösterecek bir şey var mı elimizde, bu kâğıt yığınından başka?Ama işte o gece, böyle paylandıktan sonra, aymıştı. Kâğıtlardan ötürü değil de, ustasının öfkesinden ötürü. Nasıl da sezememişti o güne dek?Ustalık-çıraklık ilişkilerinin doğal görünen öfkelerinin dışında kalıyordu bu değişik kükreyişler, bu kendisini –kendisin-den de çok sanki gençliğini– sözlerle ezmeğe kalkmalar.Ne zamandır dikkatini çekmiş olmalıydı bu parlamalardaki değişik özellik.Ustam yaşlanmış. Her geçen günle biraz daha b ü y ü y ü p ustalaştığımı düşünmekten, başkalarının da büyüyeceğini, yaşlanacağını düşünmeğe vakit mi bulamadım, ne? Yanında yaşaya yaşaya yüzüne bakmamağa mı alışmışım, ne? diyor, körlüğüne kızıyordu. Gerçi insan, sevdiğinin büyüdüğünü ister de, yaşlandığını, ölüme yaklaştığını istemez. Bu sersemliğin farkına vardığıma göre ben de yaşlanmışım demek. O ise, artık, kim bilir?.. diyor, arkasını getirmeğe yanaşmıyordu bu düşüncenin. Ya da getiremiyordu.Ustası yaşlanmıştı. Daha önceleri, ustasının paylamalarını yalnız kendine yönelmiş sanırken şimdi anlıyordu ki bu öfkelerle, çok eski, çocukluğundaki, yeni yetmeliğindeki paylamalar arasındaNasıl da uyumuştu böyle? Ustasının bir şeyi yanlış yapabileceğini, yanlış bir şey söyleyebileceğini düşünemediği süreceOysa bu son zamanlar, yanılmış olabileceğini bile değil de, hani, belirli bir şeye, bir şeyciğe, dikkat etmemiş olabileceğini anıştıracak bir şey ağzından çıkmaya görsündü! Parlayıveriyordu ustası. Bir zamanlar usundan bile geçirmediğini şimdi geçirmekle k a l m a y ı p sezdirecek şeyler söylemeğe kalkıyordu işte, ustası kızmaz mıydı buna?Günler geçtikçe, dikkatini buna vermeğe başladığı için olacak, bu düşüncesinde yanılmadığını anlıyor, sezdiği pekişiyor, bilgiye dönüşüyordu. Ama artık bu konuda da ustalaştığı için iş başında böyle düşüncelerin kafasına yaklaşmasına bile meydan bırakmıyordu.Bütün bir ömür boyunca, taşlarını teker teker t a ş ı y ı p, ç a t ı p kurduğu bir yapının sonuna gelen bir yapı ustası, ördüğü duvarların bir yerinde bir çatlak, bir eksiklik, bir yanılgı bulunacak, bulunup kendisine gösterilecek olsa, nasıl kızarsaAma kendini beğenmeğe başlamıştı da ondan mı ustasının kusurlarını görüyordu? Yoksa yanılgıların gölgesi, düşüncesi, düşü bile ustasını gitgide daha çok mu tedirgin ediyordu? Herkes gibi bir adam değil miydi ustası da? Herkesinki gibi olmayacak mıydı yaşlılığı, kocamışlığı? Çevresinde gördüğü insanlardan ustasının tek ayrımı, “usta” olması değil miydi? Bu ustalık, onu, başkalarına benzediği halde başkalarından üstün kılan, koruyan tek şey değil miydi? Kestiremiyordu ya, bunu kesinlikle bilmenin, öğrenmenin de bir yararı olamayacağını anlıyordu. Ustası eskiden de, sevgili çırağında, sevgili kalfasında gördüğü kusurları başkalarının yanında söyler, onu utandırırdı. O ise, günün birinde, başkalarının yanında, el ilanlarıyla dolu sandığın sözünü etmişti de gecesi bir güzel papara yemişti ustasından. Bütün bunlar, kafasını gitgide kurcalıyor, karıştırıyordu. Ustasının, anlatılm
asından hoşlanmadığı şeyleri, kimse bilmemeliydi, ama ustası, kalfasının anlatılmasından h o ş l a n ı p hoşlanmayacağını düşünmeden birtakım şeyleri başkasına keyifle anlatıyordu artık. Onu kızdırmak için yapmıyordu bunu, domuzluğundan yapmıyordu; belliydi bu. Anlattıklarında herhangi bir kötülük olabileceğini, sevgili kalfasını tedirgin edebileceğini usu almıyordu. O kadar. Yanlış bir iş yapabileceğini kafası almıyordu ki.Sonunda karar verdi. Ustasına, ne yaparsa yapsın, kızmayacak, adamın yaşlandığını aklından çıkarmayacak, onu üzmemek için de, yanıldığını görse bile susacaktı. İki gün önce, damdan düşercesine, “yaşamama yardım edilmesi gerekecek günün gelmesinden korkarım” demişti sabah çaylarını içerlerken, “senin yaşamama yardım etmen gerekecek günün gelmesinden… Yardımsız kalmalıyım ki k ö p e k l e r gibi öleyim, diyorum arada bir. Diyorum ya, yük olmanın acısı, yapayalnız yaşamaktan kötü mü değil mi, bilemiyorum…” Bu sözler beyninde uğulduyordu hâlâ. Kararında bu sözlerin de payı vardı elbet. Ama karara vardığı gece içi rahatladı, deliksiz bir uyku uyudu, nice zamandır uyuyamadığı.Ertesi sabah, gene karşılıklı oturmuş sabah çaylarını içerlerken ustanın burnunun sağ kanadı dibinde bir leke çarptı gözüne. Elini u z a t ı p silecekken kendini tuttu. Ustası o ben işini bilirdi. Usuna kötü bir şey gelirdi. Düşünmekten bile sakındı.O gün büyük bir ölünün yası tutuluyordu. Akşama gösteri yoktu. Başını a l ı p çıktı kentin dışına. Eliyle koymuş gibi, bir derecik bozuntusu, bir söğütlük taslağı buldu. Yattı, gözünü göğe dikti, daldı… Ustasının öleceği korkusu sardı yüreğini. Tut ki yanıldıydı, ustası bugünlerde ölmeyecekti. Ama bu düşünce ilk olarak gelip yüreğine korku salmıyor muydu? Ölümünü düşünebiliyordu demek. Artık düşünebiliyordu. Sevinebilirdi de bir yerde. Usta olup çıraklar alacaktı yanına, artık adam yetiştirecekti, artık düşünebilecek, yıllardır yığdığı sorulara teker teker karşılıklar arayacak, arayabilecekti. Karşılıklar bulmağa çalışacaktı. Ama kendi deÖlen çırakları anımsadı. Ustasının kendisine böyle bağlanmasının bir nedeni de bu olamaz mıydı? Senden önce üç çırak aldım yanıma, demişti bir gün, üçü de kazaya uğradı, seni aldıktan sonra kimseyi istemedim, yalnız seninle uğraşmalıydım, sen artık iyice yetiştin diye alıyorum bu çocuğu… (İ p i n ortasında durup çalıştırırken burnunun sağ kanadı dibinde bir leke gördüğü çocuktu, ustanın bu dediği. Onu aralarına aldıkları günün akşamıydı. Çocuğu yatırdıktan sonra anlatmıştı bunları kapının önünde. Yaz gecesinin o gürül gürül sıcağı içinde). O oğlanın ardından iki çırak daha ölmüştü.Çocuğunu doğurup yitiren analara benzemiyor muydu ustası? Doğurup yitiren, ya da, düşüren?.. Kendi, kalfalığa erişmişti. Ustalığa yaklaşıyordu. Kendi de ölecek olsa… Ustası kurur gider, kahrından ölürdü, ustalığın eşiğindeki gençliğinde ö l ü p yiten kalfasından ötürü. Kimseyi yetiştirememiş olurdu o zaman… Başka ustalar da vardı böyle, cambazlar arasında uğursuz sayılan. Çırakları ölen, kalfaları ölen. Hep gençliklerinde ölen… Kendi ustası da böyleydi, besbelli. Kimsecikler gelip böyle bir şeyi ona, ya da onun yanında, söylemeğe kalkışmazdı elbet. Ama söylenmeyen şeyler yok mu sayılır? Sanat, cambazlık sanatı, bu gibi ustalarda durup donuyordu anlaşılan. Çocuğu olmadan ölecek insanlar gibi. Bunların çoğu, sivriliyordu gerçi ustalar arasında, büyüklüğe yaklaşanı da az değildi. Ama kuruyan dallar, kısır kadınlar değiller miydi gerçekte? Hepsi, ustanın birinden yetişmişti. Ancak, bunlardan kimse yetişmeyecekti. Bunların soyu kurumuyordu gerçekte. Kuruyan, bunlardan doğacak olanlar soyuydu.Ama kendisi vardı işte. Cebinden aynasını ç ı k a r ı p baktı burnunun sağ kanadına. Değil ben, toz tozan bile yoktu. Yaşayacaktı demek, ustası da birini yetiştirebilmiş olacak, uğursuz soyun torunlarından sayılmaktan kurtulacaktı. Ustasının, bundan kurtulması için, ölmesi gerekmesi; çırağının, kalfasının, ölümünden sonra ustalığa yükselecek kalfasının yaşaması gerekmesi, bir bakımaDüşüncelerinin bu yola girmesinden hoşlanmadı. Gülünçle acıklının, gülünçlü ile ağlancın böyle biribirine girmesi kafasını büsbütün karıştırıyordu.Uyudu, uyandı. Güneş batıya doğru kayıyordu. Kafese dönmenin vakti yaklaşıyor, dedi ansızın, yüksek sesle. Şaşırdı. Bu da nereden çıkmıştı? Ne zamandan beriO sabah ustası elinden çayı bırakmış, k a l k ı p aynaya bakmıştı. Burnunun sağ kanadı dibindeki lekeyi o da görür müydü, diye yüreğini buran bir el dolaştı içinde; sonra da, usta da olsa beni görmesi güç, belki de olanaksız, dediydi içinden. Benleri gören kendisiydi. Ustasının böyle bir şey gördüğünü hiç işitmemişti, hiç konuşmamışlardı. Zaten ustası burnundan çok gözlerine, kaşlarına bakmıştı galiba. D ö n ü p “bugün çalışmıyoruz, ipe çıkman da gereksiz, benim gibi moruğun yanında durup ne yapacaksın” demişti, “biz nasıl olsa gidiciyiz.” Ya beni görmüştü –ama olacak şey değildi– ya da salt rastlantıydı bu sözlerin söylenmesi. Boğazı düğümlenmişti. Neden sonra, “böyle konuşma” diyebilmişti, “ne söyleyeceğimi öğretmedin ki, bilmiyorum ne diyeceğimi böyle sözler karşısında.” Gü
;lmüştü ustası, “haydi git gez” demişti.Kafes… Vardı. Kendi sözlerinden de, ustasının sözlerinden de ortaya çıkıyordu bu.Kafesten kaçılırdı. KaçmaksaBüyük bir cambaz olmak istemiyor muydu? Usta olmak için çalışmamış mıydı bunca yıl? İşini, sanatını, cambazlığını deliler gibi sevDeliler gibi sevmek dediği şey bile usuna gelmiş değildi o güne dek. İnsan havayı sever mi? Havayı içine çeker, yaşar. O kadar. Bu da bir sözdü, bir k a l ı p t ı; işitip durduğu, günün birinde kullanıverdiği.İşini delilerden de beter seviyordu. Onsuz hiçbir şey olmazdı. Ama ustasını da seviyordu. Ondan da hiç ayrılamadı.Gene de, bütün bu tutkular, bu duygular, kimin elinden çıkmıştı, ustasının elinden değilse? İster tutku, ister sevgi. Kafese dönecekti.Akşam, ustasına baktı, burnunun dibindeki o leke biraz büyümüş gibi geldi. İçine kaygılar doldu. Suyun kıyısında düşündüklerini, örttü kapattı bu kaygılar. Üçüncü gününde kuşkusu kalmamıştı. Ustası ölecekti. Ben büyüyordu.Aklı başından gitti. Ne yapacağını bilemiyordu; bakmaktan, benin büyüdüğünü görmekten öte bir şey gelmiyordu elinden. Ne zamandır, bıraktıkları o pek tehlikeli yalancıktan güreşme numarasına dönmüşlerdi birkaç gündür. İ p i n ortasında güreşirken, ustasının ölümüne yol açacak, ustasının ölümü kendi elinden olacak diye yüreği ağzına geliyor, bu şaşkınlıkla bir kaza yaparım diye büsbütün gönlü kararıyordu. Bu ölümün başka ölümlere benzemeyeceğini biliyordu, ansızın korkunç bir yalnızlık içinde kalacağını biliyordu; bunları kurdukça da başını duvarlara vurası geliyordu. Böylesinin daha iyi olabileceğini düşündüşünebilecekdüşünmekten korkmayacak birtakım kimseler vardır diye belli belirsiz bir şeyler seziyor da olsa…Büyüyen bene baktıkça çıldırıyordu ya, içini dökebileceği tek insana hiçbir şey sezdirmemenin gerekliği onu eziyordu.Benin zeytin iriliğini bulduğu akşam, ipin ortasında kendini kasarak, ustasının yaklaşmasına bakıyordu. Geldi. Tutuştular. Ustasındaydı yanlış adımı atma sırası o gece. Yay gibi gerilmişti. Ustasının arkasından uçup onu yakalamak için. En ufak fiskenin bile yıllarca kurup durduğu duvarı yıkabileceği korkularıyla p a r l a y ı p öfkelenen ustasını bir daha öfkelendirmek istemediği için, bu yanlış adımı atmakta geciktiğini söylemeyecekti oyundan sonra, bu gecikmenin farkına vardığını bile sezdirmeyecekti; hele yarın sabah olsun, bir şeyler uydururum, hastalanırım, ne bileyim, bir şeyler bulurum, ipe çıkmayalım derim, ya da bu sıcak havada sen çıkma, ben, elimden geldiğince, tek başıma seyircileri oyalayayım derim, diye gönlünden fırtına gibi bir şeyler geçiriyor, hiçbiriyle ustasını kandıramayacağını seziyor, titizleniyordu; ama sezdirmeyecekti, sezdirmemeliydi, yumuşacık tutuyordu şimdi gövdesini, ustasının her devinimine göre ayarlayacaktı kendini; ilk olarak, kimsecikler farkına varmasa bile, artık pek usta bir cambaz olduğunu önce kendi kendine, sonra da ustasına gösterecekti. Ustası ustaysa, ustasıysa, bunun gene de farkına varmalıydı, varmak zorundaydı, kendisini alnından ö p ü p artık ustasın diyebilmek zorundaydı. Gösterecekti kendini bu gece. Ustası belki de onu sınıyordu, kalfasının içindeki korkudan habersiz, onun da bu sınanmadan habersiz olduğunu düşünerek. Yitirdiği bunca çıraktan sonra, bunun ustalığa erişmesinin kıvancını duymak için; ölmeden, yenilmeden, bugüne eriştiğini görerek kıvanmak için. Ama böyle şeyler düşünmek bile ustalığı daha hak etmediğini düşündürmez miydi? Ustası karşısında yitip gitmek üzereyken…Bekliyordu. Ustanın son adımı atmasını bekliyordu hâlâ.Ustası, orta ipin altındaki halkaya tutunmuştu bile. Ama seyircilerin çepeçevre sardığı, ince kum döşeli oyun alanı kendisine hızla yaklaşırken, bağırtıların, çığlıkların içinde seçemedi ustasının “vah şaşkın oğlum” diyen sesini. İşitemedi.sayın Proksima paylaştığım öyküm alıntıdır ama benim için değerli ve sizinle paylaşmak istedim:)Elinize sağlık güzel bir yazı olmuş.
beğenmenize sevindim sayın Proksima:)
şarabın yanında doğranmış elma dilimlerinin üzerine az miktarda serpiştirilmiş kavhe iyi gidiyor sayın proksima:) deneyin derim!
metin barış pirhasan’ın değil mi, belirtseydik keşke alıntının yapıldığı ahkamda,,
içindeyken deniz olur damla..dalgaları vurur göz kapaklarına..ağırdır.düşmesin istersin tutamazsın..yıldızlar ölmez benim bildiğim..kayarlar semada..dilek tutarsın tam o esnada..ölülerin dokunuşları, dirilsin diye.kırılan hayaller, çoğalır ellerimde, parçaları birleştirmek yerine, her bir parçaya daha çok sarılırım..bir daha kırılmasın diye.yıldızlar ölmez benim bildiğim.
boynunun o korkak kutsal kıvrımında vuruldum aşkakaçma merakında süzülen en dayanıklı yaştıgözlerim içten yalvarıyor yağmura”dur” diyemiyor, “coş” diyemiyorsürünüyor dudaklarım yosunlaraismi yok, cismi kısmi bir yalanbu kaçak tutkularının her birindeninsan olmak adına, dürüstlük merakında
🙁 aa aşk olsun thıngcim ama ben çok seviyorum beni anlatıyor imzam ve nedense hep çekici bir etki yartıyor diye düşünürdüm:(
Gözyaşlarımın çenemin altına süzülmesine her zaman izin vermem ya avcumun içine hapsederim yada ağzımın içine…Ağlamak çok güzel ve lezzetli göz yaşı, akıttığın olaylarmı tatlandırır acep gözyaşlarını bu kadar…Birçok kere gözyaşlarımın deniz olduğuna şahit olmuşumdur.Ağlayabildiğim için süküler olsun.Yüreğinize sağlık gözyaşlarım bu kadar güzel hiç telafuz edilmemişti…