“yazı yaz” yazmalıymış sanki “yazı gönder” yazan yerde.bakınca yaz mevsimiyle ilgili bir şeyler de yazılabilirmiş dedim aslında. ama şu saat itibariyle pek de içimden gelmiyor açıkçası. hele ki önceki yazdıklarım uçup gitmişken bu pencereden.
“yazın gelir” derlerdi;yazardım,gelmezdin…belki anlaşılmazlığın kiniydin.ama şehrin en güzel kokulu sakiniydin.ekmek gibi kokardı tenin;su gibi,çiçek gibi…bir gülü dererken içine çekmek gibi…
naif duygular bazen boğabiliyor insanı kentte. ezilmez maskeler giyip duygusuz dolanmak gerekebiliyor ortalarda. ya birileri hâlâ duygularımız olduğunu farkedip bizi kullanırsa?içme sularına delilik tozunun katıldığı bir eski hikaye kalmış aklımda ilkokullardan eskilerden tozlardan… kralın suyu özel olduğu için, kendisi hariç herkesin delirmesini izlemiş zaman içinde. sonunda bakmış ki deliler ülkesinde akıllı olmak akıllıca değil, kendi de içmiş musluklardan kana kana. belki kandırmış kendini, belki de kandırılmış. önemli olan çoğunluğa uymak demiş kendince. ve kentin geneli ruhsuz, heyhât!satmışım dertlerimi bir gamsız poyraza. içimde ne eserse, rüzgara onu fısıldıyorum. hiç bilinmeyen bir diziyi izler gibi izliyorum hayatımı çoğunluk; kendi dizimde bile yan roldeyim. dizinde sallanıyorum rutinliğin kâh, uyur gibi geziyorum uyanıkken de. ve uyanık gibi uyuyorum sonrasında. “mış gibi” yaşıyorum sanki ama mutluymuşum gibi davranıyorum. mutsuzlukla ayırdedemiyorum sevincimi. duygulara iyelikler ekleyeyim istiyorum; özleyeyim, unutayım, heyecanlanayım. durmuyor üstümde ünlemler, sıra noktalarıma koşuyorum…ağlayan yapraklara bile hüzünleniyorum güneş varken; güneş batınca aydede olup gülüyorum herkesin tasasına.birilerini mutlu edince mutlu olduğumu farkediyorum sonra. epeydir ihmal edilenleri farkediyorum. ailem geliyor aklıma sık sık artık. nicedir ilk kez abim yan odada uyuyor. şimdilerde çocuğu olan ve üç yaşındaki bebeye okuma öğreten abimle aynı odada uyuduğumuzu hatırlıyorum sonra ufakken. o tam dalmak üzereyken aklıma takılan soruyla uyandırdımdı onu:- “abiiiiiii!”- “ne? hıı .. kimm?”sonra sorumu sormadığımı hatırlıyorum:- “abiiii, dişi baykuşlara ne diyollar pekiy??”uzun zaman içimde kaldı o soru. sonra okumayı öğrendim. ve yazmayı. konuştuğum gibi yazıyordum ki bu durumda “örtmen”im kuş isimleri arasına niye “levlek” yazdığımı anlamıyordu. “y” diyemiyordum bir ara, evet. ve sonraları, adını “çapraz kelime atlaması” koyacağım bir sorunum olduğunu farkediyordum:”asansör” yerine “kalorifer” diyordum mesela. bilmediğimden değil, üzerinde düşünmeden konuşurken çıkıyordu bunlar bazen. şizofrenimsi olmuştum sorularımı soramayıp insanların uyumalarından. kendimle konuştum sonra uzun yıllar. ergenlik, gençlik, çocukluk boyu… koyu kanka oldum kendimle. çay içmeyi çok sevdik beraberce. yaşıt olmamız da cabası!kavak sevdik, serçe sevdik, tahta sevdik… bir sevmeyi bilemedik ikimiz de… ne cahildik, ne duygusuz; kimseye sormamıştık sadece sevmeyi. sonra konuşmaz olduk birbirimizle. kendimize de küsmüştük. tanımaz olduk birbirimizi bu kentte. belki de sadece duymaz olduk kalabalığın ayak seslerinden. ayak sesleri; çünkü herkes gidiyordu. kimseler gelmiyordu ki bize! şizofren olmadan ikimizin adaş olması gerekiyordu:- “ben”saklanmayı öğrendim kentin sakinlerinden kentin tenhalarında. göze batmamayı ve silik görünmeyi. severdim hem böylesini belki; ya da belki onların kurallarıyla oynarsam daha çok severlerdi beni…gitmezlerdi, gelirlerdi belki bir gün…onlar da bir oldu sonra. hepsini adaş yaptım gidenlerin:- “o”gelirlerse “sen”, “bu”, şu” koyacaktım adınızı ya; gelmediniz… canınız sağolsun.ve bu kentte sonraları tenhalarda ben, o’nu bekledim. yalnızlığı severdim diyordum gelene kadar da. hiç sevmemişim ben olmayı; ki o gelince farkettim ne kadar cılız kaldığını kalbimin.sıra noktalar gitmişti geldikleri yere sonunda; ve ben ünlem koyuyordum sevdiğimi söylerken nihayet!sonunda kavak kokuyordu çamlar, ve poyraz gibi okşuyordu yapraklarımı lodoslar. gidenler gelmese de, gelenler gitmiyordu artık.ve kısa saçlı bir çocuk,kentlekenttekente rağmen gülüyordu!