Jean Baudrillard’ın Türkiye distribütörü olarak tanımladıkları Oğuz Adanır’ı okumak simülasyonu farklı bir boyuta ulaştırıyor.
Bu güne kadar; simülasyonun başlangıcından önce, yani modernizmin de öncesinde karşımıza çıkan dünyanın seyrini değiştiren bütün akımların, devrimlerin içerisinde bir diyalektik söz konusu, fakat şimdi öyle değil.
Simülasyon denilen evrenin içerisinde diyalektiğe yer yok! Kitapta şöyle bir örnek var: saatte bin kilometre hızla uçan bir uçaktan yeryüzüne bakıldığında insan sanki aracın ilerlemediği gibi bir izlenime kapılmaktadır. Televizyon ekranında olduğu gibi, televizyonu kapattığımızda da çevremizdeki hiç bir şeyin değişmediğini görürüz. Ne kadar da ürkütücü değil mi? Dünyayı düşündüğümüzde de kendi çevresinde dönüyor ve biz hissetmiyoruz. Sanki havadaki uçağın simülasyonu gibi dünya da bize aynı oyunu oynuyor. İkisi de aynı enerjiye sahip olabilirler mi acaba? Bana bir kitapta okuduğum şu hikâyeyi hatırlattı: Eski kabileler ateş üzerinde yürüdüklerinde canlarının acımadığını yazıyordu kitap. Çünkü ateşin enerjisine ulaşabiliyordu vücutları. Ve insan da sonsuzluğun enerjisine ulaştığında ölümsüzlüğüne kavuşacaktı. Eğer öyleyse; simülasyon evreni de dünya içinde kendine küçük bir evren yaratmış, dünyanın dönme enerjisine ulaşmışsa, bu diyalektik olmaksızın sonsuza kadar sürecektir. Diyalektik kavramının olmadığı bir gelecek bizi bekliyor demektir.
Görünmeyen, hissetmediğimiz bir sürtünme kuvvetiyle karşı karşıyayız. Hiç hissetmediğimiz hızlamın içinde kocaman bir atalet durumu bizleri sarıyor. Kötürümleşiyoruz, sadece izliyoruz, tepkisiz kalıyoruz, her şey etrafımızdan geçip gidiyor, hissetmiyoruz.
“Her şey simülasyon olarak yeniden görünmeye yazgılıdır. Manzaralar fotoğraf olarak, kadınlar cinsel senaryo olarak, olaylar televizyon olarak. Sanki her şey salt bu garip yazgı yüzünden var. İnsan merak ediyor: Sakın dünyamız da başka bir dünyada reklam metni olarak kullanılmak için burada olmasın.” Diyor Jean Baudrillard.