bildirgec.org

SUVEYDA

11 yıl önce üye olmuş, 2 yazı yazmış. 1 yorum yazmış.

Her Aşk Bir Önceki Aşkın Rahminden Doğar

SUVEYDA | 02 January 2007 23:24

Her Aşk Bir Önceki Aşkın Rahminden Doğar

ankara’da bir kadın
üst üste iki sigara içer
yalnızlığının üstüne
üşür..karanfil sokak üşür
yalnızlık üşüşür

sindirilmemiş eylül kokardı bulutlar; o yüzden, karanfil yüklü bir bulut gibiydi ak saçlı analar…kesip biçip ömrümüzü, dört köşe etmişlerdi gökyüzünü; hasret yüklü beyaz bir trendi, mavi ovadan katar katar süzülen beyaz bulutlar…merdivensiz ayaksız nasıl yükselirdi şu gökyüzü, eğer olmasaydı pantolonu kısa geldiği için kambur dolaşan, kafası üç numara traşlı çocuklar…düşünsene; ya olmasaydı şu mavilik, ne yapardı kuşlar ne yapardık biz, ne yapardı başını kaldırıp da denizin ortasında gökyüzüne bakan balıklar…hem çokça aklıma takılıyordu; niçin yunuslar ekseriyet gökyüzüne dalıyordu ve bir soru imi gibi toprakta batıyordu…şimdi bir pencere düşün; gözlerini açmış sabahın serinliğinde, günün ilk ışıklarını yüzüne serpiyor, içeri doğru uçuşan beyaz tülleriyle…ve gözlerin başka bir dünyaya açılmış gibi bakıyor; aklının her hali yapraklar üzerindeki çiğ taneleri gibi gözle görülür oluyor; işte bunların içinde aşk böyle bir şeydi sevgili…ben kalkıp aşkın başkenti şiirden geliyordum sana, sen bana ankara’dan, üstelik eksik olmazdı cebinde de memleketimin denizi ve ben ne zaman seni düşünsem, penceremde kuş sesi, bembeyaz gülüşün gibi…sevdayı işlemekteydi iki kalp, göz kırpan yıldızlar gibi, iki insan mekansız severken birbirini; işliyordu sonsuz zaman saati, bir onlar bir de deliler duyuyordu sonsuz kez sevmenin sesini…ne akrep vardı ne yelkovan; işlerken sonsuz zaman saati…işlerken sonsuz zaman saati; sonsuzluğa kaymaktaydı aşk, kelebek kovalayan çocuklar gibi…aşk ışıltılı bir şeydi; dudak kamaştırırdı, ve dudak bağlantısız bir salıncaktı; bir çocuk gibi sarkıtarak ayaklarını, beyaz bir bulut sallanabilirdi…hem aşk nasıl bir ihtimaldi ki, yalnızlıktan kurumuş iki dudak yalnızlığından kurtularak ıslatırdı birbirini…sonra bir gün kapandı dudaklarım, bir konuşmayı saklar gibi değil, sessizliği kilitler gibi yüzümün ardına…mavi bir uçurumdu sanki gözlerim; içine düştü yüzümden düşen bin parça sessizlik, kırıldı uçurumun dibinde…yüzüme sinmişti melankoli; sanki morun tonlarıydı bütün renkler ve gördüğüm bütün çiçekler mor menekşe…şimdi kim toplardı; kırılgan bir çocuğun şiirlerini, kim söylerdi ona; ölüm kadar yalan yaşam kadar gerçek şiiri ve ışığı çekilen çiçekleri…kim tutardı; gecenin siyahlığında beyazlattığı ellerini, ki siyah şiddetli bir renk, ne isterse tutkuyla ister, beyaz ise ölümcül hasret…ellerim hangi çalgıya dokunsa; tüberküloz bir nota, ömrüme beyaz papatyalar düşer…ah, ben canımdan değil ömrümden vuruldum…kim severdi; ömrü süt dökmekle geçmiş bir kediyi, suskunluğuyla beraber, ki suskunluk, ulaşılması zor dilsiz bir yer…kim öperdi; yüzündeki gülümsemeyi kıyıya çıkaran yunusu, su dökmeksizin üstüne; işte yine kimsesizdi şiir…gönderilmemiş mektuplar gibi kendini kanatan yaşam, besliyordu akşamüstünü…turunç bahçesi oluyordu gökyüzü, hep o vakitler bir hüzün, içimdeki cinler batan güneşte davul çalmakta; içimde bir düğüm bir düğüm…içimdeki boşluk; bir çocukluk hıçkırığını yankılar…sanki dilimin ucunda bir söz varmış da, daldığım boşluk bunu hatırlatacakmış, yani bir varmış bir yokmuş, kim anlatmıştı bana, insanlık tarihi kadar eski bu masalı, gözlerimden uyku kaçmış…hüznün hasadını kaldırıyordu; yalnızlığın terlettiği ellerim, her akşamüstü…sırtından öpüp gündüzü, okşayarak akşamüstünü, el sıkışıyordum geceyle, uzağa yakın duruyordum…ah be güzelim, ne varsa uyandırılmayı bekleyen gecelerde var; gelip parmak uçlarında uzandın bir gece yalnızlığımın yanına…ne kadar da güzeldi hayalin, iki suç ortağı çaldık geceyi, kimseler görüp duymadı bizi…ve sen ne kadar gerçektin ki; üstünde gezerken ellerim, bir güzel heykelini yaptım senin, ürkmüş iki ceylandı göğüslerin…ve uzarken kirpiklerin; kaşlarının altına tünemişti gözlerin, sanki uyuyordu bembeyaz iki ak güvercin…taammüden bir sevda mıydı bu; okuduğum şiirler, büyüttüğüm çiçekler ve hayallerimle…hep güneşin batışını yaşamak; bir gün olsun doğan güneşin çığlığını duyamamak, en çok yazları sevip de bu sevince ortak bulamamak, yazları sevip de yazlarda sıkılmak…kış mı…ben hep eriyen bir çocukluk sevinci gibi yaşamadım mı…düşler ki bir yangın yeriydi; yakıyordu doğru bildiklerimi…olmasa da düşlerimin elleri, ellerimde düşlerim bir bozkırı yakıp, savuruyordum külleri…kaçışıyordu her bir kası kalp gibi atan, soru başlı atlar…tutuyordum alev alev savrulan yelelerinden, gidiyordu yüreğim doru rüzgarların serinliğiyle…ben değil aynalar sallanıyordu sanki, aşkımı söylemediğim kadınlar gibi…düşürürken ellerimden atların dizginlerini, buluyordum düşler vadisinin yeşilinde kendimi, buluyordum kendimi…içiyordum billur ırmağın suyundan, bırakarak içine ateşimi…sen kuytuluğunda uyutuyordun beni; ben hiç uyutmuyordum seni, benimki üryan bir rüya, sanki hiç giyinmedim ömrümce…o sabah kıyıya vuruyordu cesedim, meğer ben o gece ölmüşüm…malum kalp ile aklın savaşında ölür şairler; ki onlar, mısralarını yel değirmenlerine kaptırmış birer muzafferdirler…imkansızlıktan dem vuran bir deniz kızı oluyordun sen; ellerim kalıyordu sende, ellerim memelerinde, biliyordum yetmezdi aşkı sağmak için…arkandan bağırmalarım nafile, dalıyordun maviye, ne balık ne de kız, oluyordun düpedüz deniz…artık gözlerim dalıyordu sana…günbatımlarında aktıkça bakır o tarifsiz boşluğuma…yüreğim büyürdü -kimileri sıkışma der buna-, kanadı kırık bir kuştu göğüs kafesime çarpıp duran…her günbatımı sanki bir istek, sınırları zorlayan…bir iç çekiş gelirdi ansızın, yer açmak ister gibi içimdeki çırpınışa…artık yalnızlığı artırırken bütün rastlaşmalar; kanadı kırık bir kuş, çığlığının yankısını boşa arar…yüreğinin en yumuşak yerinde keskinleşir şiir, bir bıçak gibi…gönderilirken güneş ile birlikte bütün renkler de, başlar dil, ölümü dirimi imlemeye…ölüm ile dirim siyah beyaz bir fotoğraf gibi geldiğinde önüne, zordur işin; sanki beyaza kaçmıştır bütün renkler, yüzlerinde ölüm korkusu…insana yalnızlığının sonsuzluğunu; yitik aşkı hatırlatır, tıpkı ölüm gibi…artık kül tadıdır dildeki şarkı, gülemezdim çıkıp gelen bir kadına…bilirsin büyük acılardır büyük umutları doğuran…ama…büyük umutların ölümüdür büyük acılar da…yeryüzünün bildirimidir ki bize; bir kristal sallandıkça renk alır umut ile acı arasında…bildiğini biliyorum, emiliyor sonunda bakır ışık da, karanlıkta emilen bütün renkler gibi…ama bekle sen, bekle, bir görünüm akacak yüreğine, tam bütün ışıklar çekip gitti derken, işte o vakit, çatal boynuzları geceyi yırtan geyikler göreceksin, yükselirken dolunay gökyüzünde…ormanları sis kapladığı vakit, aynı nehre gelecek tüm yitik geyikler, ayakları yıkanacak aynı serin suyun içinde, işte sana “geyikli gece”…iki mısra arasındaki sonsuzluğu düşün; uzanıp gider duru bir imge, bilgisine erişilmemiş şiirin içinde…hatırla; derin uykunun ilhamından aldığın bilgi, çıkar karşına, çölsüz bir yerde ve kaçar sıcak kum taneleri gözüne…unutma; nar şiddetinde bir ölümdür yalnızlık, öylesine kalabalık, ama kaybedilen aşklar da sonsuzdur, çünkü en çok, aramaktır sonsuzluk…sen ağladım deyince, ben kör oluyordum, iki gözüm önüme akıyordu…nasıl yemin etmişsem artık, gözlerim, aşka akan iki mavi ırmaktı…ah seni nasıl severdim sevgili, sevgin onurlandırırdı beni; ateş yürekli güney-kore’li gençler gibi…ezilmiş kadınların en güzelliydin; kesilirdi soluğum, sen karşımda bir dudak gibi dururken, nereydi en öpülesi yerin unuturdum…biraz buğulansa siyah gözlerin; afrika’nın aç çocukları ölürdü gözlerinde, sarılırdım incecik bedenine…biraz geciksen; aklıma düşerdi bütün kayıplar; plaza del mayo’dan galatasaray’a, seni nasıl özlerdim sevgili, yüreğime ağlardı bütün analar…sen bir japongülüydün; bir havai fişek gibi patlardı ansızın, yeşiline gizli onlarca kırmızı gülden biri…söneceğini bile bile her havai fişeğin, ben o patlamaya aşıktım, çünkü ben yeşilindeki o gize aşıktım…sen benim gecemdin; yıldızlarını içime düşüren, karanlığıma doğuyordu yıldızların…ben ne zaman bir sigara yaksam; dumanı sana eğilirdi, sen bana…öyle güzel yumardın ki siyah gözlerini, kirpiklerin uzar, yüzünden aşağı bir güzel akşam gölgesi…ağustos’ta bile üşüdüğümüzü anlatırdık birbirimize, ısınmak neyi anlatırsa bize…sen gülünce; genç kızların düşleri yürüyordu yüzüne, bembeyaz bir gelinlikle…sen küsünce; aşıklar alla işliyordu bileğinin gergefini, düşüyordu dudakların bir intiharı hemen…gamzelerin var demiştin, ben gülünce; aşkına dair bir delildi, oysa; hayatın yüzüme attığı çentikti gamzelerim, yine sustum…yine söylemedim…ben ki ömrünce süt dökmüş bir kediydim…belki de aşkına ait bu delili yok etmek istemedim…denizim derdin; yüreğinden demir alan gemileri dudağının rüzgarıyla gönderirken…sen kayıp limanlarını arardın bende; ben ise kıyısız bir denizdim…denizim derdin; görmeden içimdeki batık gemileri…ve bir gün bir ada gibi yükselince batık gemiler; gördün gramersiz bir şairin batırdığı gemileri…şiir aşkın başkenti, hüzün şiirin kan kardeşi, aynı bıçakla kestiler ellerini…hem hüzün topal bir ırmaktır, götüremez dökmeden, bir bardak su da olsa elindeki…kendine kaçmak hayal marifetidir; öyle nasip olmaz herkese, bu marifet, bir çocuklarda bir de çocuk kalanlarda…hep bir çocuk bir kadim ayrılık, kendimi bildim bileli…baksan yüzümde yeşeren çizgilere anlarsın, tazedir benim kanım, kuruyan yaralarımı kanatmaktan…sen de bilirsin, bir oyundur ya, kuruyan yaraları kanatmak…her aşk bir önceki aşkın rahminden doğar bir sonraki aşkın rahmine düşer, kim bilir sevgili, yarın neye büyürüm ben…şarlo, “hayat anlam değil arzudur” diyor sahne ışıkları’nda, bacakları tutmadığı için yaşamı anlamsız bulan dansçı kıza…aslında kızın bacakları falan tutuyor da, yaşam arzusun yitirmiş, bu yüzden anlamsız buluyor yaşamı ya da bu yüzden tutmuyor bacakları…öyleyse insan ne zaman hayat dansında zorlansa; dürtmeli hayatı, şarlo’nun “hayat anlam değil arzudur” bastonuyla…

BIR F TIPI YAZISI

SUVEYDA | 27 December 2006 19:03

F Tipi cezaevi’ne konulan bir insan neler hisseder, bunun çok yakindan bir tanigi olarak bu yazimi sizlerle paylasiyorum:

BIR F TIPI YAZISI

ya da

Adem Mütecezzinin Bir Günü ve Her Günü

günler, ıslak zemin üzerine düşen kar taneleri gibi, hiçbir yükselti bırakmadan erirken tüm soğukluğuyla; hatıralar sandığında biriktirecek bir nefese bile sahip değildir insan…insansız yaşanan gün hayaldir, hayır yaşananın hayali değil; hayalmişçesine yaşanan, kabus ama bir kabusun kendini görene varlığını hissetme imkanı veren şiddetinden yoksun….yokmuş da varmış gibi yaşanan bir yaşam…yokluğun şiddeti; varolanın şiddetinin aksine, bir türlü nerenin acıdığını kestirmene izin vermez…sözün üzerine söz birikmeden, gülüş gülüşe katılmadan, gözler gözleri görmeden, günler nasıl dikilir ki ayaklarının üzerine, günler nasıl ayaklanır ki hayat meyvesini koparmak için… gözünün karşısında bir göz, sözüne karşılık bir söz, gülüşüne karşılık bir gülüş yoksa; kaybolmaya başlar yüzün…ağzının içindeki dilin, yüzünün iki yanında varmış gibi duran kulakların, görmek istediğini bir türlü göremeyen gözlerin….onların varlığını kanıtlamaya çalışırcasına kim bilir belki aynaya koşarsın….gözünün içine bakarsın, varlar mıdır acaba aynadan sana bakan “sen de kimsin” der gibi bakan gözler…durum gittikçe vahimleşir; aynadaki göz, değil sana varlığını göstermek, senin varlığına bir soru imi gibi bakmaktadır…senin varlığını sorgulayan gözlere diklenircesine, kalbin, bildiği bir dili devinmektedir küt küt atarken, “yaşıyorum ya işte” dercesine…dilin tahammülü yoktur kalbin kırılgan mırıltısına, birden bire fırlar, arkadan biri iteklemişçesine…dil kendini kırmızı bir boya gibi serpmiştir sanki aynaya; saçma deyip çekilirken sıkıntının huzurundan…kulak mı…o bir yabancı gibi dinlemektedir olup biteni; tüm iç ve dış sesleri, uzak ve yakın sesleri…keza artık ona yetmektedir durup dinlenmeksizin çaldığı çınlama; o nereden geldiği belli olmayan bir sesi dinlemektedir ıssızlıkta… eller, sarhoş da olsa evinin yolunu bulan bir adamın ayakları gibidir…eller yüze böyle dokunur…dağılan parçaları yerli yerine yerleştirmek ister gibi, karanlıkta düşmemek için tutunup duran bir el gibi…