“Ondan çok hoşlanıyorsun, hatta hatta galiba seviyorsun…Onu görebilmek için can atıyorsun, o zaman buluşma teklif etsene! Ya “hayır” derse, evet ya, n’olucak o zaman? Peki ya “evet” derse…Tabi tabi aramalısın, zaten ara, ne kaybedeceksin ki…Söze iyi başlamalıyım, önce ne demeliyim, nasıl giriş yapmalıyım, evet derse sorun yok da, hayır derse ne yapacağım? Off of düşünme hadi ara yaa…”
Kalbin küt küt atar bunları düşünürken, düşüncelerinde bir gider bir gelirsin…Buluşmanın heyecanıyla, “evet” demesinin hayaliyle yanıp tutuşursun, gaza gelirsin, tam arayacakken “hayır”ın kabusu başlar, elin telefona bir gider bir gelir…Şöyle bir derin nefes alırsın…Telefon açacağın ortamı seçersin, herşeyi ayarlarsın, artık hazırsındır…O an dünyada bir tek sen ve o telefon vardır, başka hiçbir şeyle ilgilenemezsin… Çevirirsin numarayı…Telefon çalar, çalar ve işte o ses…İlk heyecan gitmiştir, konuşursun… Telefonu kapattığında yüzündeki ifade herşeyi anlatır…
Ağzın kulaklarındaysa ve delice gülümsüyorsan, o an en nefret ettiğin kişiyi bile sevebilecek durumdaysan, insanlar en sevmediğin yemeği sana yedirebilecekler veya gitmek istemediğin bir yere seni gitmeye ikna edebileceklerse, cevap tabii ki ama tabii ki evet olmuştur…
Cevap ne yazık ki hayır olmuşsa, o an patlayacak yer arıyorsundur, “niye aradım ki” düşüncesi beyninde zonkluyordur, kendini cevabın hayır olmasının doğal olduğuyla ilgili bahanelere adarsın…Kendini buna inandırmaya çalışırsın…Sonra konuşmanın her kelimesinin analizini yaparsın, şu sözüm iyiydi, bunu dememeliydim, onu niye dedi ki vs…Her şey bitmiştir, o gün bitmiştir, ne yapsan artık boş gelmektedir…