Louvre Müzesi Mona Lisa’nın tablosunun karşısındaydım, Da Vinci Şifresi kitabını okuyup 21 metrelik cam piramit girişi gözümde canlandırmaya çalışmış ama başarılı olamamıştım. Birgün burada olacağım aklıma gelmemişti, sadece bir kez uzaklara gidelim dediğimde nereye sorusuna Paris e gidelim demiştim, istemsiz plansız aklımdan geçmeyen biryer olarak dilimden çıkıvermişti. Kafamdaki bu hatıra beni rahatsız etti, ondan uzaklaşmak için tabloya daha dikkatli baktım, bu gülüş dudakların hafifçe kıvrılışı neden onu hatırlatıyordu, bu kadar alakasız bir şey bile düşüncelerin kafamdan uzaklaşmasına neden olmamış, daha acı bir şekilde hafızamda canlanmaya başlamıştı.Gitmek istiyorum buralardan diyordum, bende diyordu, gidelim o zaman dedim, nereye dedi? Paris‘e dedim, hemen şakacı bir uslupla tabii madam dedi, oysa ben çok ciddiydim. Anlamamıştı beni, yada anlamak işine gelmiyordu, hep böyle yapardı, işine gelmeyen konularda şakalar yapar, konuyu sululaştırırdı, bende bu oyuna uymaya başlamıştım, o konuyu sulandırdıkça ben daha beter sulandırıyordum, içim acıyordu önceleri sonraları da..Müzeye giren kalabalık bir grup beni kendime getirdi. Telefonum çaldı o sırada Monic’di arayan, sevgili iş arkadaşım. Akşam büyük bir Türk turist kafilesinin geleceğini haber veriyordu, panik haldeydi, onu sakinleştirmeye çalıştım. Türk Restoranının halka ilişkilerinde beraber çalışıyorduk. Bu arada ben dil okuluna devam ediyordum. Herşeyi geride bırakmış, ani bir kararla elimde avucumda ne varsa satmış buraya yaşamak için gelmiştim, vize için öğrenci olmam gerekti, hemen çalışma izni alamadım. Türkiyedeki 20 yıllık çalışmanın meyvelerini burada toplamıştım, geniş çevremin yardımıyla hem okul, hemde işi hemen ayarlamıştım. Metin bir Fransız firmasında uzun yıllardır Bilgi İşlem Yöneticisiydi, biz İstanbulda 4 sene beraber çalışmıştık, onu aradığımda çok şaşırdı ve çok sevindi. Hemen beni şu an çalıştığım restaurantın sahibi Mali ile tanıştırdı, Mehmet Ali aslında ama biz ona Mali diyorduk. Ben her işe razıydım, bulaşık yıkamaya bile, ama Mali beni hemen halkla ilişkilere aldı, güzelim diyordu sen bu duruşunla tam aradığım kişisin, ama Mali ben dil bilmiyorum, merak etme dedi, herşeyi öğreteceğiz sana. Şansım yaver gitmişti, küçük bir dairem bile vardı artık. İlk zamanlar bir pansiyonda kaldım, sonra Mali ve Metin bana bir daire buldular, eski Fransız filmlerinden fırlamış bir apartmandı bu, eski tip asansörü beni ürkütüyordu ama evimi çok seviyordum.Oğlum 18 yaşındaydı bende 38, çok genç anne olmuştum, o benim arkadaşım, sırdaşım, aşkım herşeyim. Üniversiteye başlayacaktı, sınav sonunda ülkenin en iyi okullarından birini kazandı, bir seçenekde yurtdışında bir okula girmesiydi. Kaydını yaptırıp dondurmasını istedim ondan, diğer okuldaki şansını kaybetmemeliydi, belki yurtdışında istediği gibi gitmezdi işler. Hem çok gitmek istiyor hemde beni bırakıp gitmek istemiyordu. Sende gel diyordu bana, ama ben ona ayak bağı olmak istemiyordum. Onun için herşey planlanmıştı.Bir gece bir rüya gördüm, Eyfel kulesinden aşağı bakıyordum, birden yağmur yağmaya başladı, hiçkimse yoktu etrafta yalnızdım yapayalnız, aşağıda bir gölge gördüm ona seslendim beni duymadı, birden boşlukta buldum kendimi, düşüyordumm, uzun süren bir düşüşşş… Uyandığımda ne yapmam gerektiğini biliyordum. Sabah oğlumun kalkmasını sabırsızlıkla bekledim, ve ona planımı anlattım, şaşırdı, üzüldü, sevindi. Doğru mu yapıyordum? Bilmiyorum!. Eşimi kaybedeli 2 sene olmuştu, herşey o kadar ani gelişmişti ki, o lanet trafik kazasından sonra herşey çok farklıydı artık, ben eski ben değildim.Seni artık istemiyorum diye bağırıyordum, hayır diyordu beni seviyorsun sen hep sevdin beni, senden vazgeçmem atlatacağız bunları diyordu, içimden sessiz çığlıklar atıyordum. Peki sen sakinleş ben hava alıp geleceğim dedi ve gittiiiiii gittii gittii…….Telefon acı acı çalıyordu, hep bu deyimin yersizliği gelirdi aklıma ama o telefonu açtığımda çalışındaki acılıkdan daha acı bir haber alacağım aklıma gelmezdi. Hastaneden arıyorlardı, eşim trafik kazası geçirmiş, yoğun bakımdaymış, kulaklarım uğulduyordu, elimde olmadan hıçkırıklara boğulmuştum. Telefonu kapattım benim yüzümden olmuştu, herşeyin suçlusu bendim..5 gün yoğun bakımın ardından kaybettik onu, yapacak birşey yoktu, bir oğlum vardı ve metin olmalıydım.Il est battu par les flots sans être submergé (sallanır ama batmaz) Paris için kullanılan bu deyim tam benlikdi , sallandım ama batmadım. Fransızcam yoktu, ingilizcem ise varla yok arası, uzun yıllar çalışmama rağmen dil öğrenmeye fırsat bulamamış, daha doğrusu hep ertelemiştim. Hayatdaki diğer şeyler gibi, ertelediğimiz bir çok şey gibi..Champs-Élysées Bulvarı’nın aşağı kısmındaki Wallace Çeşmesi’nin önünden geçerken, kafamda birbirinden bağımsız onlarca düşünce uçuşuyordu. Akşam ne giymeliydi, gelen konuklar Türkiye den geliyorlardı, memleketimi özlemiştim hemde çok, dil konusunda çok zorlanıyordum. Kulaklarımdaki işitme kaybı nedeniyle telaffuz sorunu çekiyordum. Uzun zaman önce farketmiştim işitme sorunu yaşadığımı, gittiğim doktor bu kadar genç yaşta böyle bir işitme kaybı olmasının şaşırtıcı olduğunu söylemişti, en sonunda yapılan araştırmalar sonucunda Meniere hastalığı teşhisi konmuştu. İlk başlarda çok üzülüyordum, sağır olmak istemiyorum diyordum kendi kendime şimdilik %10 kaybım vardı, daha fazlasını düşünmek bile istemiyordum. Öğretmenlerim ile bu sorunu paylaşmış ona göre program yapmışlardı, ama günlük hayatta işler pek öyle gitmiyordu, alışık olmadığım sesler kulağıma iyice yabancı geliyor, insanlara gülümseyerek bakıyor cevap veremiyordum. En sonunda dudak okuma kurslarına yazıldım, bu konuda epey ilerleme kaydettim, insanların yüzüne baktığım sürece sorun yoktu. Ne kadar çok zorluyordum kendimi hem yeni bir dil, hem hastalığım, yeni işim, evim derken, düşüncelerimden kurtulmuş, uykusuz geçen günlerden ilaçsız başa çıkmayı öğrenmiştim. İşyerinde dil sorun olmuyordu, çalışanların hepsi Türk’tü, genelde Türk turistlerle ilgileniyor, onları getiren acentalarla muhatap oluyordum. Mali ve ailesi çok destek oluyorlardı, Metin ve Çiğdem (eşi) arkadaşlarıyla tanıştırıyorlardı, Türkiye den daha kalabalık bir arkadaş çevrem olmuştu. Burda hemşerilik kavramı çok gelişmişti. Sonra okuldaki arkadaşlarımda vardı. Sonra Monic çılgın kız, üniversitede okuyordu, çok şekerdi, o türkçe öğrenmeye çalışıyordu , Türk sevgilisi vardı, ben Fransızca bana takılıyordu bulalım sana bir Mösyö hemen sökeceksin dilimizi diye..DEVAM EDECEK…