Onu ilk gördüğümde, cennetten düşmüş bir melek sandım; sapsarı saçları, yemyeşil gözleri ile insanı büyülüyordu. Çevresine bakıyordu tanımak istercesine. Bir an gözgöze gelir gibi olduk sanki, melek olduğuna iyiden iyiye inanmaya başlayacaktım.Oysa dünyada melek olmadığını, onun da bizim gibi bir insan olduğunu anlayacak kadar zeki olduğumu düşünürdüm hep.Daha 17 yaşımın baharına çeyrek vardı ve bir karış havada aklımla insanları incelemek gibi bir gaflette bulunuyordum. Üstelik yatılıydım da!…Okulun kantininde gördüğüm zaman tam bana uygun olduğunu düşünecektim ki; düşüncemin orta yerine düştü “Coğrafyacı”. Mealen derslere girmemiz gerektiğinden, hafifçe “eşek”liğimizden dem vuruyordu sözleri. Kös kös girdik derse tabii.Derste iki sıra yanımda olması bir tesadüf müydü, yoksa kaderin bir cilvesi miydi? Ben bunlarla oyalanırken, okulun idare amiri olan zat teşrif ettiler. ona bakıp hayal kurarken, kulağıma çalınanlar şöyleydi:”Çocuklar, yeni bir arkadaşınız var, öğrenci değişim programı ile Amerika’dan geldi.”İşte o an anladım Amerikalıların da bizim gibi insanlar olduklarını. Ama Thomasina’nın yüzünü hiç unutmadım. Hem gördüğüm ilk Amerikalı idi, hem de gördüğüm ilk sarışın.