Gel dedim bak. İşte burası benim odam. Aha burası da çekmecem, sehpam, yatağım. Yatağım… Otur istersen dedim. Otur be, ne çekiniyorsun. Bak bu dolabı almadan önce oda şu haldeydi. Rafları sıkça yapılmıştır. Her bir ıvır zıvırı topladı. Dur sana kahve yapayım. Akşamları, gün battı mı, ışığı söndürür şu yatağa uzanırım. Alacakaranlıkta bir lezzet ararım. Kimseler olmaz. Işık olmaz, gürültü yoktur. Issız olur. Bir lezzet vardır. Alacakaranlığın gölgesi tül perdeden görülünce, hiçbir şey okumadan, konuşmadan, öylece oturulunca bu karanlık odada; birşeyler hatırlarsın. Sadece ben değil, sen de. Hatırlarsın. Yak bakalım, dedim. Uzan, dinle bak. Gaz lambalı günler gibi, değil mi. İyice karanlık bastırmadan yakılmazdı o lambalar. Savurganlık olurdu. Belki de ailenin babası beklenirdi; ne bileyim. O eski zamanlar. Ben de yaşadım mı. Anlatmıştın, lambanın camı is olurdu, suyla yıkanmaz, kağıt ya da bezle silinirdi. Suyla yıkandı mı çatlardı lambalar. Beş yaşım mı neydi. Böyle alacakaranlıkta, tek odada. Baktım pencereden. Tepeler, tepeler, yılan gibi kıvrılan yeşilli kahverengili, tepelere dolanan yollar. Soba yanıyordu. O yayvan demir sobalardan. Bir yemek kokusu. Fasülye herhalde. Annem güğümü sobanın üstüne koymuş. Hep yapar. Sıcak su bulunur. Başımı eğip pencereden baktım. Yukarıda kalıyordu evimiz. Karşı tepeleri görüyordu. Sokakta tek tük çocuklar kalmış. Herkes evine girmiş. Hava soğuk. Burnumdan cama vuran nefesim buğu yapıyor. Işık yok. Ev iyice karardı. Gün indi. Sobanın demirlerinin aralarından vuran ateşin arada parlayan, arada sönen ışığı var. Çok sessiz. Çıtırtılar duyuluyor. Kömürler arada sobanın içinde devrildikçe çıtırtılar artıyor.Babam mı gelecek. Onu mu bekliyoruz. O gelmeden yemek yenmez. Bak buldun mu bu lezzeti şimdi. Ben arada buluyorum. Bu akşam buldum. Bulurken uyuyakaldım. Seni düşündüm. Düşünürken ezan okundu. Birkaç müezzin aynı anda bağırıp duruyordu. Biri her cümlesinin sonuna melodiden bir kuyruk takmış, tekrarlayıp duruyordu. Berbat okudu. Biri daha var, çok güzel okuyor. Bir meyan kısmı var hele sabah ezanlarında, bayılıyorum. Tizlere çıkarken durduğum yerde tüylerim ürperiyor. Yak bir tane daha. Çok soğuk olurdu. Paltom yoktu. Teferrüç vardı. Teferrüçe avlanmaya gidilirdi, gezilirdi. Dağ bayır teferrüç. Keklik vurulur. Bazen içi doldurulur. Büyükbabama verdiler birini. Kedi parçalamış doldurulmuş kuş heykelini. Büyükbabamın evi kalabalık, huzursuz. Halamla bebek oynar, süpürge otlarının üstüne kilim atıp ‘ev’ yapardık. Yerler kahverengi, nemli toprak. Büyük halam avluyu süpürürdü. Hep o süpürürdü. Sabah akşam süpürürdü. Öyle süpürürdü ki avlunun tabanında toprak kalmadı. Koca koca yuvarlak taşlar yarısına kadar görünür oldu. Çok kızdı büyükbabam. Küfretti. Süpürme lan! O taşların yanında ağaç vardı. Ağaçta bana salıncak kurdular. Öğretmen şubat tatilinde ezberleyelim diye Ayet-el Kürsi’yi ödev diye verdi. Kafirun suresini verdi. Çok karışıktı. Salıncakta sallanırken her gidiş gelişte ayetleri tekrarladım. Kul ya eyyühel kafirune. La abudu matabudun. Ezberledim on aldım. Buz gibiydi hava. Kardeşimle avluda oynamaya çıktık. Buz gibi. Donduruyor ayaz. Ortalıkta kimse yok. Hava gri. Füme. Somon. Lame.Yak bir tane daha.