Üniversite bitip de maddi bağımsızlığımı elime aldığımdan beri, yıllık izinler dışında boşluğum olmadı. Yıllık izinler de biz kurumsal yapılar içinde boğulmuş insanlar için bir bilemedin iki haftalık molalardan ibaret oluyor. Tabii on dört yılda bir kere aldığım 3 haftalık tatil için ve b ütün bunların yanında Türkiye’de ondört senedir işim olduğu için çoğu üniversite mezununa göre şanslı olduğumun farkındayım. Ama insan işte, hep elindekinden fazlasını istiyor.Günah çıkartmayı, ya da kendine acımayı bırakıp bana bu yazıyı yazdırtan olayı anlatayım. Şimdi doğum iznindeyim. Onaltı haftalık bir doğum izni ardından da gelecek olan birikmiş yıllık izinlerim nedeniyle oldukça uzun bir zaman işten uzak kalacağım. Sağlıklı bir hamilelik de geçirdiğim için bu dönemi biraz İstanbul’un keyfini sürerek değerlendirmeyi seçtim. Cuma sabah evden çıktım, kahvaltıya Emirgan’a gittim. Uzuuun bir kahvaltıdan sonra, uzun uzun gazete okudum. Sonra kalkıp boğazda yürüyüş yaptım. Boğaz’ı oldum olası çok sevdim. Senede bir defa kullandığım İstanbul izinlerimde de boğaz odaklı bir günüm mutlaka olurdu. Ama çok farklı bir duyguymuş. Yarın biteceğini bilerek Boğaz’da dolaşmakla, ayları kapsayan bir zaman diliminde özgür olduğunu bilerek Boğaz’da dolaşmak, deniz kokusunu içine çekmek, yetişecek hiçbir yerin olmadan sahilde banka oturup uzaklara, hayallere dalmak, kısacası İstanbul’u yaşamak öyle farklıymış ki…. Yürüdüm, yavaş yavaş boğazı içime doldurarak yürüm. Banklarda oturdum, kalkıp şuraya gitmeliyim demeden sakin sakin huzur içinde oturdum. Hemen arkamdan geçen caddenin gürültüsünü arkama alıp sanki şehir keşmekeşinden çoook uzaklardaymışım gibi hissedip önümde dingin akan Boğaz’a daldım gittim.Her zaman söylerim, İstanbul çok güzel bir şehir. Ama keyfini sürmek için cefasını çeken değil, sefasını süren olmak lazım. Sabahın erken saatinde sıcak yatağından çıkıp, iş için takım elbilerini giyip, tıklım tıklım toplu taşıma aracında ter içinde ve birbirine karışmış envai çeşit koku içinde mesai saatine yetişmeye çalışan insanlardan biraz daha şanslıysanız, bir arabada saatler süren trafiğin içinde sıkılmış, gerilmiş, trafikten kaynaklanan stresi yüklenmiş olarak mesaiye başlamak üzere iş yerinize ulaşmış oluyorsunuz. Bu sırada da tabii ki hiçbirimizin aklına o güzelliklere bakmak gelmiyor. Oysa mesai trafiği geçtikten sonra,istediğiniz yere makul zamanlarda ulaşıp oranın keyfini sürebiliyorsanız o kadar fazla güzellik karşılıyor ki sizi İstanbul’da…. İsterseniz Boğaz’da akan suya dalıp gidebiliyorsunuz ya da Sultanahmet’te tarihin içine gömülüp asırlar öncesini ve bugünü aynı anda yaşayabiliyorsunuz. Biraz pırıltı, ışıltı görmek isterseniz Nişantaşı’nda aylaklık yapabilir, şehrin curcunasını yaşamak için Beyoğlu’na, Galata’ya, Karaköy’e, Eminönü’ne gidebilirsiniz. Yeşilin, çiçeğin, doğanın tadına varmak için de verin elinizi Aşiyan, Malta Köşkü, Emirgan Parkı… Farkında mısınız, parayla satın alınan hiçbir şeyden bahsetmiyorum. Belki de böylesi bir günün bedeli sadece içeceğiniz sular, yiyeceğiniz simit ve yanındaki peynirle çaydan ibaret bile olabilir…Bazılarının Paris daha güzel, Barcelona gibisi yok, aaah New York dediğini duyar gibi oluyorum. Sadece unutmayın oralara gittiğimizde oraları da işte bu şekilde yaşıyoruz. Turist olarak. Güzelliklerini görerek. Creme de la creme olarak yaşadığınız her şehir tabii ki güzel ama İstanbul ayrı bir güzel….