Karadeniz…Uzun, soluksuz, rengaren bir karaparçası sanki. İnsan nereye baksa kendi yansımasını görür gibi. Rüzgar arkanızdan gelip önünüzde yol oluyor. Güneş her sabah çam ağaçları ile “kapanmış”, -ibadet eder gibi- dik duran dağların üstünden doğuyor.Karadeniz’ in insanları ölüleri ile birlikte yaşamayı seviyor. Her hanenin ölüsü kendi çay tarlasında gömülü. Ölüler dirilerini, diriler de ölülerinin ruhlarını ve bedenlerini terk etmiyor. Böylece daha sadıklar sanki kendi hayatlarına. Gülümsemeleri, çay toplayışları hep bir gölge eşliğinde devam eder gibi.Biraz eksik gibiler. Öyle bir yerde yaşıyorlar-ki sanırım bundan olsa gerek biraz arkada durmaları. İlk ayak bastığında insan yeşiline ve mavisine vuruluyor her bir kentin. Sonra insanına bakıyor. Sohbet ediyor, yüzlerine, ellerine, duruşlarına bakıyor. Sevmemek elde değil. O vakit tamamlanıyor manzara. Karadeniz, kendi seçtikleriyle dimdik yaşıyor.Üneversite deki hocam “ölmeden önce Karadeniz’ in görebilirsen cenneti görmüş sayılırsın” demişti. Çok doğru söylemiş. İnsanın ölmek için bir nedeni kalmıyor. En fazla yaşamaktan sıkıldığın için ölmeyi dileyebilirsin. Hoş gelir mi içinden böyle bir dilek bilmiyorum.Yaptığım en güzel geziydi Doğu Karadeniz turu. Gördüğüm her yer çok güzeldi. Ancak insanoğlu işte. Uzungöl biraz üzgündü sanırım. Bende onun yerinde olsam etrafıma yapılan o çirkin yapılar yüzünden sıkılır, utanır ve üzülürdüm. Zira güzelliğini gölgelemişler.Bir de sahil şeridi var. O kadar yüksek kapatmışlarki oturduğunuz evden denizi görmek biraz zor. Rize’ de bir yürüyüş yolu yapmışlar ancak o bile çirkinliği hafifletmemiş.Yinede, herşeye rağmen gidip görülesi, güzelliğine doyulası bir yer. Sınır çizgisi, bir ipin iki ülkeyi nasıl ayırdığı, denizin görünmez bir çizgiyle nasıl son bulğudu, ağaçların paylaşıldığı, dallarının sayıldığı Doğu Karadeniz çok güzel bir yer.Hey gidi Karadeniz. Kimdim? Sen olsam ya bundan sonra.