Çalışma hayatıma Şair Şevket Bey’in müsveddelerini temize çekerek başladım. Günlük harçlığımı ancak çıkarabildiğim basit bir işti. Çalışma koşulları hiç zor değildi. Hem hayatımda ilk defa kendi paramı kazanıyor olmamın verdiği gururdan, hem de Şevket Bey’in karalamalarının içinden o kelimeleri çekip çıkararak ortaya bir şiir koymak çok hoşuma gittiğinden, işimi büyük bir keyifle yapıyordum.Ancak zamanla, Şevket Bey’i ne kadar sevip saysam da başkasının müsveddelerini temize çekmektense kendi şiirlerimi yazmanın çok daha güzel olacağını düşünmeye başladım. Bu fikir kafama ilk defa girdi, nasıl gelişti hiç bilmiyorum; ama beni öylesine etkisi altına aldı ki artık işimi doğru dürüst yapamaz oldum. Beni o kadar sevdiğini bildiğim Şevket Bey bile birkaç seferinde müsveddelerini artık eskisi kadar özenle temize çekmediğim için beni azarlamak durumunda kaldı.

Sonunda dayanamayıp işten ayrıldım. Zar zor biriktirmiş olduğum paranın neredeyse tamamına yakınını kendi müsvedde defterimi almak için harcadım. Sonra da büyük bir hevesle başladım şiir yazmaya.Bu yaptığımın ekonomik açıdan hiç de iyi bir tercih olmadığını anlamam fazla sürmedi. Tekrar işe girmek, para kazanmaya başlamak zorunluluğunu kendini iyice belli edince, bir arkadaş tavsiyesi üzerine televizyon programlarındaki tam duyulmadığı için anlaşılmayan yerleri anlamacı oldum. İnsanların evine misafir oluyor, onlarla birlikte filmleri, dizileri, her türlüsünden programları seyrediyor, evdekilerin televizyonda ne dendiğini anlamadığı bir yer olursa, ne söylendiğini onlara tekrar ediyordum.Mesela filmin en kritik sahnesinde evin küçük oğlu “Anne kakam geldi.” falan deyip o anda televizyonda ne dendiğinin anlaşılmasına engel olabiliyordu. Annesi de kakası geldiği için oğluna kızdıktan sonra bana dönüp “Ne dedi?” diye soruyordu.Benim işim ne dendiğini duymak ve sorduğu takdirde ev sahibine tekrarlamaktı.

İlk başlarda biraz zorluk çeksem de, kısa sürede, televizyon insanlarının seslerine iyice alışarak işimde ustalaşmıştım. Zaten, ne kadar çok kanal olursa olsun, dönüp dolaşıp hep aynı insanlar çıkıyordu ekrana. Ve onlar da dönüp dolaşıp hep aynı lafları ediyordu. Zamanla öyle bir noktaya geldim ki, televizyonun sesi tamamen kısık bile olsa kimin ne dediğini anlayabiliyordumBazen de, sarımsaklı yoğurdun sarımsağını ayıklamak veya dolaptan bir elma yıkayıp getirmek, ya da reklam arasında çayları tazelemek gibi ek işler yaptığım oluyordu. Aslında bu işlerin hepsinden ekstra para almam gerekiyordu. Meslektaşlarımın hepsi de alıyordu.Ben herhalde biraz çekingen bir yapıya sahip olduğumdan, bu ekstra işler için para istemiyordum. Yaptığım işten zaten yeterince ve üstelik kolayca para kazanıyorken, bir de böyle ufak tefek işler için para istemek bana nedense doğru gelmiyordu. Hem ayrıca, en çok tercih edilen televizyon programlarındaki tam duyulmadığı için anlaşılmayan yerleri anlamacı olmamın sebeplerinden biri de buydu. Meslektaşlarım, başkasının angaryasını bedava yaptığım için enayi olduğumu söylese de, ben işimi severek yapıyor, ekstra angaryaları da bu işin bir parçası olarak görmeyi tercih ediyordum.Sonra radyo icat edildi. Bu aletin bu kadar kısa sürede böylesine yaygınlaşacağı kimsenin aklına gelmezdi. İlk çıktığında herkesin burun kıvırdığı bu icat, şaşkınlık verici bir hızla işimizi elimizden almaya başladı.Hem, zaten aranılan bir televizyon programlarındaki tam duyulmadığı için anlaşılmayan yerleri anlamacı olduğumdan, hem de bu işleri beraber yaptığım arkadaşlarımın çoğu başka iş alanlarına kaymış olduğu için, televizyon seyreden insanların sayısı giderek azalmasında rağmen benim işlerim birkaç sene daha iyi gitti. Sonra, idare eder oldu. En sonunda da, bu işi bırakmak zorunda olduğumu kabul ettiğim an geldi.Bir arkadaşım zaten ne zamandan beridir, onunla beraber trenlerde yer gösterici olmam için ısrar edip duruyordu. Bu işten ne kadar çok para kazandığını ballandıra ballandıra anlatıyor; benim bu mesleğin artık sonunun geldiğini ve istersem bana da bir trende iş bulabileceğini söylüyordu. Uzun süre onu ciddiye almamak için çaba sarf etsem de, sonunda bir gün, bana da bir iş ayarlamasını söyledim.

Böylece trende yer gösterici oldum. Trene binen yolcuların biletlerine bakıyor, elimde el feneriyle onları yerlerine kadar götürüyordum. Arada sırada bahşiş vermek isteyen çıkarsa da memnuniyetle kabul ediyordum.Arkadaşım haklı çıkmıştı. Bu iş televizyon anlamacısı olmaktan çok daha kolay, çok daha kazançlı, ve benim gibi yolculuk etmeyi seven biri için çok daha keyifliydi.Geride bıraktığımız hayatla varmaya çalıştığımız hayat arasında, her ikisine de ait olmadığı için hiçbir sorumluluk içemeyen köprüdür yolculuk, benim için. Bu yüzden de yolculukları her zaman çok sevmişimdir. Bir yerden bir yere giderken, özellikle de gittiğim yerde beni pek de hoş şeylerin beklemediğini biliyorsam, o yolculuğun bitmesini hiç istemediğim, gitmek, hep gitmek istediğim olmuştur sık sık. Şimdi adeta bu dileğimin yerine geldiğini hissediyordum. Yeni işimi çok seviyordum.Ancak, televizyon anlamacısı işimden edindiğim tecrübeyle, bu işin de sonunun yavaş yavaş yaklaştığını görebiliyordum. Tren devrinin kapanmak üzere olduğunun bütün işaretler vardı. Işınlama diye abuk subuk bir icat çıkmıştı. İnsanlar bir yerden başka bir yere anında gidebiliyordu bu icat sayesinde. İlk çıktığında henüz deneme aşamasında ve çok pahalı olduğu için hiç rağbet görmemişti; ama ben biliyordum, trenlerde yer göstericisi olmanın tadı bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.Gerçekten de haklı çıkmıştım. Bir süre sonra trenler, yolculuğun gerçek anlamının bir yere varmak değil, varmadan önce geçirilen zaman olduğunu bilen az sayıda insanlarla, giderek yaygınlaşmasına rağmen ışınlama teknolojisine parası yetmeyen alt tabakaya kaldı.

Bu arada ben de artık Şevket Bey’in yanında işe başlayan o genç çocuk değildim. İşin sonunun pek de hayırlı olmadığını görebilsem de, yeni bir iş arayacak, daha da önemlisi yeni bir işi bulup da kendimi ona adapte edecek enerjiyi bulamıyordum kendimde. Trenlerin ben emekli olanak kadar iyi kötü devam etmesini diliyordum sadece.Bir de, ellerine müsvedde defterlerini almış ilhamlarının peşinde koşturan şair bozuntuları vardı. Büyük bir şair olduklarını gördükleri rüyalara çoktan inanmış yeni yetmelerdi çoğu. Aslında bir yandan, benim yıllar önce yapamadığımı yapan bu gençleri takdir ediyordum. Ancak öte yandan, daha Şevket Bey’in adını bile duymamış, şiirlerini hiç okumamış bu zibidilerin bir halt becermiş gibi ortalıkta kasım kasım dolaşmalarına sinir oluyordum. Çoğunun karaladığı saçmalıklara bakmıştım: İçine karalama yaptıkları müsvedde defteri kadar bile değeri yoktu çoğunun yazdıklarının. Birilerinin bunları adam yerine koyduğuna, ilhamlarını bulsunlar diye ceplerine para koyup trene bindirdiğine inanamıyordum.Nerdeyse tamamı Unutulmuş Üstat’ın peşindeydi. Rivayete göre zamanında enfes şiirler yazan çok ünlü bir şair varmış. Sonra bu üstat birdenbire inzivaya çekilmiş. Ancak yazdığı son bir şiir varmış. Şiir hazırmış. Sadece başlığı eksikmiş. Üstat, sırf güzel bir başlık bulamadığı için şiirini yayınlamıyormuş. Bu gençler o üstadı bulmak, son şiirinin güzelliğini tatmak; ondan ilham almak istiyordu. Trene biniyorlar, saatlerce üstadın hangi şehirde yaşadığını tartışıyorlardı. Sonra da herkes kendi bildiği şehirde iniyordu.Unutulmuş Üstat’la ilgili söylentilerin bir dayanağı var mıydı bilmiyorum. Onu bulmaya heves eden bir sürü acemi şair dışında gerçekten var olduğuna dair herhangi bir delil görmemiştim. Zaten umurumda da değildi. Bu kadar çok insanın, var olup olmadığı bile belli olmayan bir adamdan medet ummasını acınası buluyordum sadece.Bir gün trenin lastiklerinden biri patladığı için istasyonda kenara çekmiş, merkezin yedek lastiği ışınlamasını bekliyorduk. Hafta içinde bir gündü. Trende, aylaklıktan başka bir işi olmayan birkaç yolcudan başkası yoktu. Onların da, geçen zamanla pek bir alakaları olmadığı için, yarım saat beklemişiz, bir saat beklemişiz umurlarında değildi.

Bir çay içmek, yorgun bacaklarımı dinlendirmek için istasyonun lokaline gitmiştim. Demli çayımı almış, sırtımı istasyona, yüzümü şehrin ıslak bir caddesine çevirmiş, keyfime bakıyordum.”Dilli sandviç alabilir miyim, lütfen?” diyen birini duydum arkamda. Sesi hemen tanımıştım; ama aslında bu adamın kim olduğunu anlamamı sağlayan dilli sandviç istemesi olmuştu. Hemen arkamı dönüp baktım. Yanılmamıştım. Şevket Bey, istasyon büfesinden dilli sandviç alıyordu.Geçen onca yıla rağmen hiç değişmemişti. Aslında yaşlanmış olduğu hemen fark ediliyordu; ama yine de, bütün duruşuyla her zamanki Şevket Bey’di.Anlaşılan ben ondan çok daha fazla değişmiştim. Adını seslendiğimde bana dönmüş, birkaç saniye gözlerini üzerime diktikten sonra tanıyabilmişti.-K? Nasılsın evladım?Adımı unutmamış olmasına sevinmiştim.Yanına gidip içtenlikle elini öperken Şevket Bey’i de, onun yanında çalışmayı da çok özlediğimi hissettim. O anları değerli kılan Şevket Bey’in yanında çalışmamın bir ayrıcalık olması mıydı yoksa artık geride bıraktığımın farkında olduğum gençliğimin kendisi miydi pek emin değilim. Yine de, bu karşılaşma beni çok memnun etmişti. Önemli olan da buydu.-Hayırdır? Trende mi çalışıyorsun, diye sordu.Üzerimdeki üniformadan zaten yeterince belli oluyordu.-Evet, dedim. Yer gösterici oldum.-Çok sevindim. Çok keyifli bir iş olsa gerek, dedi.Benim adıma içtenlikle sevindiği belli oluyordu. Yok, şimdi biraz daha emindim: İlla ki gençliğimin de biraz payı vardı; ama ben bu adamın yanında çalışmayı özlemiştim. Bu adamı özlemiştim.”Yolculuklar geride bıraktığımız hayatımızla varmaya çalıştığımız hayatımız arasındaki asma köprüdür. Bu yüzden de çok severim. Sen de bilirsin zaten.” dedi. Evet, biliyordum.Büfecinin nihayet hazırlayabildiği dilli sandviçini aldıktan sonra az önce kalktığım masaya oturduk. Çayım biraz soğumuştu ama tadı hâlâ iyiydi.-Ya siz, diye sordum. Şiir yazmaya devam ediyor musunuz?”Aslında,” dedikten sonra diyeceklerini toparlamak istermiş gibi bir süre durdu. “Evet.” dedi. “Aslında her gün yeni bir şiir yazıyorum. Ama hepsi kafamın içinde. Artık hiçbirini müsvedde defterime geçirmiyorum.”Bizim trenlerdeki, o yazdıkları her saçmalığı şiir zannedip oma buna okutarak hava atmaya kalkan zibidiler aklıma gelince, Şevket Bey gözümde bir kat daha değerlendi. Hiçbir zaman başkaları için şiir yazmamıştı o. Hep kendisi için yazmıştı. Onun müsveddelerini temize çekmeyi o yüzden çok sevmiştim. Gerçek şiirdi çünkü hepsi de.-Hem de ne yalan söyleyeyim, senin gibisini bir daha bulamadım hiç. Senden sonra birkaç gençle daha çalıştım; ama hiçbiri yazdıklarımı senin kadar iyi temize çekemedi.Gurulanmıştım.İkimiz de pek konuşkan tipler değildik galiba. Bir sessizlik oldu. Çayımdan bir yudum daha aldıktan sonra, sırf ortada konuşmak için bir şey olsun diye Şevket Bey’e Unutulmuş Üstat rivayetini anlattım. Gençlerin bu adamı bulmak için ne kadar hevesli olduklarından bahsettim.”Hiç duymamıştım böyle bir şey. İlk defa senden duyuyorum.” dedi. “Ama bana biraz palavraymış gibi geldi. Gerçekten iyi bir şairse pek öyle başlıkla maşlıkla uğraşmaz. Asıl olan şiirdir. Başlığın hiçbir önemi yok.” dedi.-Çok haklısınız. Ben de sizin gibi düşünüyorum.Belki de aramızdan doğan sıcaklıktan dolayı, yıllardır hayalini kurduğum o müthiş an için nihayet cesaretimin geldiğini hissettim. Şevket Bey’in yanında ayrıldığım günden beri, hatta onun yanında çalışırken bile, bir gün ona kendi müsvedde defterimi göstereceğim ve takdirini kazanacağım ânın hayali kuruyordum. Ve işte şimdi, yıllar sonra nihayet bu fırsatı elde etmiştim.

Tam da o anda bizim trenin düdüğü çaldı.Ağzımdan çıkmış olmasını istediğim kelimeler çok daha farklı olsa da, müsaade istedim. Trenin tekerleği tamir olmuştu. Birazdan kalkacaktı.Aynı sıcak duygularla vedalaştık. Trenime bindim. Şevket Bey’i bir daha hiç görmedim.