Önsöz :
“bab-ı ali yüksek kapısından duhul edip geçerken bir atlı süvariye tesadüfen rast geldim”

Bu hikâyeye tesadüfen katkıda bulunanlara, katkılarından ötürü teşekkürlerimi sunarımGiriş :
Aşağıda okuyacaklarınız, öğrendiklerinizle örtüşmeyen fantastik bi kurgudur.Aklına mukayyet olamayanların, yüksek tansiyonu, kolesterolü, kan şekeri ve lipiti yüksek olanların, seks yaşamında problem olanların, öküzün altında buzağı arayan tipte yaradılışı olanların okumaması tavsiye olunur.Bölüm 1: Elementlerin insanlığa gözükmeleri
Her şey bi tesadüftür. Keşifler ve icatların tamamı da tesadüf eseri olmuştur. Bir insan kalkıp da ben bi icat yapayım, şunu bunu keşfedeyim de insanlığa faydalı olayım diye düşünmez. Ancak tesadüfen bulunmuşu, keşfedilmişi alır, hazıra konar, onunla oynayarak başka şeyler yaratır, sömürür, sanayisini kurar, satar, hamuduyla yutar, semirir, semirdikçe sömürür. Eh buna da şükür.Bunlardan en önemlisi de ateşdenen, o sevgili yiyeceklerimi pişirdiğimiz, sevgili bedenlerimizi soğuktan koruduğumuz bi elementtir. Fazlası zarardır. Aman dikkat! Yangın çıkabilir. Yatmadan önce elektrikleri ve ocağınızı kapatmayı unutmayınız.Derler ki, efendim insan ateşi buldu.Yok iki tane tahta parçasını birbirine sürterken ısınan tahtalar tutuşur da ateş çıkar. Yok iki tane taşı birbirine vururken meğer bunlar çakmak taşıdır da bu sürtünmeden kıvılcımlar çıkar, o kıvılcımlar da işi gücü yokmuş gibi etrafa sıçrarlar da kuru otları tutuştururlar alev alır, ateş olur. Yok bi kendini bilmez yıldırım düşer ormana da ağaçlar yanar. İnsanlar bu yanan ağaçlardan küçük parçaları itekleyerek alırlar, elleri yanınca ne menem bişey olduğunu fark ederler. Bakarlar hava soğuk ısınırlar, sönmesin bitmesin diye devamlı ağaç devirerek ateşi beslerler, söndürmezler, falan filân.

Sonra onlardan birinin üstüne, kovaladıkları bi dinazor canlısı düşer de sevgili hayvancaaz yandımallah bile diyemeden kor ateşin üstünde yanar, pişer. Yabana gitmesin diye insanlar yanan pişen dinazoru yemeye başlarlar. Aaaa! ne güzelmiş derler ve bundan böyle avlarını ateşte pişirerek yemeye başlarlar.Sonra bakarlar ateşte kızarsa da tadı tuzu yoktur bu dinazorun, kertenkelenin, bizonun. Konuşma da henüz icat edilmediğinden bu sorunu hamur humur tartışırlarken birbirlerinin kafalarına odunlarla vurarak anlamaya çalışırlarken içlerinden biri der ki, Yoo! bu çok güzel. Hem iyi pişmiş hem tadı tuzu yerinde. Nası yani der ötekiler. Valla çok güzel hem de der. Bakarlar bakarlar, şaşırıp kalırlar. O esnada adamın farklı bir ambiyansta olduğunu fark ederler. Bu adam denizden, yüzmekten gelmiştir. Islak ıslak bu pişmiş etten yemektedir. Nasıl kurunsun ki, tabi ıslak olacaktır, denizden çıkmıştır. Hem daha o zamanlar tekstil sektörü yoktur. Denizli’de havlu üretimi başlamamıştır. Başlasa bile Denizli uzaktır, ithalat ve ihracat durumları, manifestolar, gemiler, nakliyeler, konteynırlar, gümrük komisyoncuları, faturalar, vergiler, akreditifler, banklalar, yurolar, dolarlar yoktur. Dolayısıyla o devirlerde havlu elde etmek başlı başına meşakkatli bi iştir.Neyse dağatmayalım konuyu. Bakarlar denizden gelen adama, farklı bişe olduğunu tesadüfen fark ederler. Bu işte bi iş var ama ne diye düşünürler. Neden bizim yavan bulduğumuz dinazor bu zontaya lezzetli geldi diye tiriplere girerler. İçlerinden biri der ki ula teyyareler adam denizden geldi yürüyün la biz de denize girelim sonra yiyelim şu dinazoru. Koşarlar denize atlarlar, sonra çıkıp denizden eti aynen öyle, suratlarından saç sakallarından etin üzerine bulaşan deniz sularıyla karışık yemeye başlarlar. Bi de ne görsünler, aaa hakkaten tadı değişmiştir, yenilesi olmuştur sahiden de. Düşün düşün nası oluyo bu derken, yalanır yulanırlarken olanlar olur ve tesadüf eseri denizin tuzunun farkına varırlar.Sonra etleri denize daldırıp daldırıp ondan sonra ateşte pişirirler ve tuz olayını, tuzun maharetini böylece keşfederler.Akabinde ve detayında bu ateş denen elementi, yukarıdaki büyük ateş top kaybolup da ortalık karanlık ve soğuk olduğunda ve de ayrıca bugün bizim yıldız ve ay dediğimiz ama o zamanlar henüz keşfedilmeyen bu tanımlayamadıkları nesnelerinde gözükmediği gecelerde aydınlanmaları ve uyurken dinazorların, yılan ve çiyanların yanlarına yaklaşmamaları için korunma amacıyla da kullanmaya başlarlar.

Gel zaman git zaman deniz sularından tuz eldesi yapılmaya başlanır.Parsayı sanayici ve tuz tüccarları götürürken, esas tuzu keşfeden bu ilk insan avucunu yalar. Dağda taşda yavan dinazor ve bizon eti yiyerek yok oldu gider.Bir devir böyle kapanır.Tuzdan sonra etin yanında yiyecek aperatifler arayan insanoğlu bigün yoğurdun farkına varır.Köylü amcaların bahçedeki süt güğümlerinin içine gece vakti bi çeşit karıncalar düşer. Rivayet odur ki, o karıncalarda enteresan bişeyler vardır. O enteresan şeyler sütü koyulaştırarak, sertleştirir, falan filân. Köylü amcalar sabah kalkar bakar akşamdan bırakılan sütler yerine koyu bişey vardır. Koklayarak ve korkarak tadarlar ve derler ki, alla alla bre ağalar bu çok lezzetlü, biri bizim sütü almış yerine bunu bırakmış.Gel zaman git zaman bunu elleye koklaya araştıra ufak parçalar alıp süte karıştırmaya başlarlar ve karıştırdıkları sütlerin de sabaha koyulaştığını fark ederler. Sonra içine tuz atarlar yerler, bal dökerler yerler, yok efendim hıyar doğrayıp farklı bişey yaparlar, tülbentlerin içinde bekletip garip şeyler elde ederler, olayın iyice cılkını çıkarıp bi tek sütten onlarca değişik şey yaratırlar.Bundan sonra yine uyanık tipler alırlar bu malzemeleri adına peynir, ayran, cacık, yoğurt, yok efendim meyveli yoğurt yok küflü peynir falan filan isimler vermeye başlarlar ve ticari hayata bunları sunarak para kazanmaya, ortamı sömürmeye, kendilerini semirtmeye başlarlar.Günümüzde bu uyanık tipler, antin kuntin kimyasal sahte bulamaçları yoğurt diye halka kakalayıp malı hamudunla götürürken, bu gariban karıncaları ve tertemiz saf köylü amcaların yaptığı o lezzetli yoğurtları kimse hatırlamaz.

Ha keza peynirler ve kaymaklar da aynı hadiseyle karşı karşıya kalırlar.İnsanoğlu dur durak bilmez, elindekiyle yetinmez. Ardından bakar bu etler çok zevksiz. Yanında yoğurt, cacık, peynir de olsa eti öylecene yemek tat vermez. Pişirirken bişeyler katılmalı da lezzetli olsun deyu düşünürler. Katılmalı ama ne katılmalı derken kalkar adamın biri ben katılacak şeyleri biliyom ama onların hepsi doğuda var der.Yemez içmez doğudaki baharatı, salçayı, lavaşı, pideyi, ekmeği, tarhanayı, bulguru, türlü meyveleri, otları, hatta ipeği, keteni, pamukluyu, ve hatta haşişi ve dahi altını batıya taşımaya karar verir.Kimdir peki bu gözü pek delikanlı?Tabiî ki Kıristobal KolombusKiristoal Bey, dünyanın yuvarlak olduğunu Galileyo Bey’den duyup da inanan bi denizci evlâdıdır. Toskanelli Bey’in haritalarını da görmüştür. Madem dünya yuvarlak der öyleyse ben bu zengin doğuya, batıya giderek de ulaşabilirim der. Zira Sultan’dan illahlah gelmiştir. Sultan çeşmenin başında oturmuş, doğudan gelen mallardan vergisini almadan Pera’dan, Galata’dan ve Haliç’ten geçirtmemekte, vergisini almadığı malı, develerden indirtip kalyonlara bindirtmemekte, denize çıkartmamaktadır.Kolombus Bey’de orada altın, baharat, ipek, ananas, puro, rom, haşiş ne bulursam alır getiririm etin yanına mezeler ederim, dahası oraların valisi olurum der, hayaller kurar.Vakitlerden bi vakit ya herru ya merru deyip kalkar saraya gider, devletlü Sultan’ın karşısına çıkar. Projesini anlatır. Sultan suratına bakaaar bakaaaar, Hastir bre deyyus, ben sultanım, tonla işim gücüm var, koca imparatorluk yönetiyorum hem sonra imparatorluğumun ticareti benden sorulur, git kraliçene selâm söyle istediği bişey varsa adam gibi parasını versin alsın, anladın mı? Hadi yallah şimdi yıkıl karşımdan bre zındık. Heyy nöbetçiler kapıyı gösterin Bay Kolombus’a der. Yanına yolluğunu da verdirmeyi ihmal etmez ve saraydan defeder.Sultan’dan yediği bu zılgıt karşısında suratı şallak mallak olan Kolombus Bey, uzun yıllar düşünür taşınır, Sipanya ve Portukal kraliçelerinin kapılarını aşındırır. Sonunda hamili kart yakınımdır hesabı içerde adamları olan bir arkadaşının aracı olması sayesinde kendini kraliçenin karşısında bulur. Sanki sultanla hiç görüşmemiş gibi uyanıklığa yatar ve projesini sunar. Kraliçe enine boyuna düşünür ve kabul eder. Üstelik eğer başarırsa Kolombus Bey’e Don ünvanı vermeyi bile kabul eder.Neyse efendim uzatmayalım. Hazırlıkların akabinde Kolombus Bey kraliçeden aldığı kalyonlara atlar, basar babafingoya kraliyet sancağını, alır ticaret rüzgârlarını arkasına, yelkenler fora, pupa yelken yallah batiya çevirir pruvasını.Gel zaman git zaman ulaştığı toprakları illâ da Çin, Çipango buralar, illâ da doğuya ulaştım, illâ zenginliği buldum diye avunur da durur. Hayatını buralara gide gele doğuya ulaştım zannederek tüketir.

Alt tarafı ufak ufak adalara çıktığınıbile fark etmez. Buralardan topladığı tütün, biraz altın, ananas, balık, istakoz, maymun, papağan, biraz renkli taş, falan filanla kraliçeye sunumlar yapmaya devam eder.Amacı büyük kâşif olduğunu ispat etmek ve Don ünvanını almak, ömrünün sonuna kadar keşfettiği toprakların genel valisi olarak yaşamak ve bu dünyadan göçüp gittikten sonra ailesine ve 7 ceddine yetecek bir asalet ve servet bırakabilmek, adını altın harflerle tarihe yazdırabilmektir.Oysa kazın ayağı öyle değildir, dedik ya hazırlık yapılarak ben kâşif olacam demekle kâşif olunmuyor, tesadüfler gereklidir. İşte Kolombus Bey bu hayallere yaşar, sonunda ihtiyarlar ve terk-i diyar eyler.Ardından Bay Vespuçi adında bi uyanık Kolomb Bey’in rotasından seyredip tesadüfen az biraz kuzeye de şaşırınca puslası o ufak tefek adaların arasından geçerek daha da devasa olanına denk gelir. Ahanda! lan buralar Çin, Çipango değil yavrum. Alın size daha önce bilmediğimiz bir yerdiye sunar kraliçe hazretlerine bu yeni toprakları.Uzun lafın kısası, sonuçta, Bay Vespuçi’nin ilk adi o keşfettiği yeni topraklara verilir.Kolombus Bey’e de buna tesadüfen vesile olduğu için Don ünvanını lâyık görülür.Bugün bize de o donu kıçımıza giymek düşer.1.bölümün sonu
2.bölüm : onlar hep buradaydı