Chatillandlı Reynaud’un terk edip gittiği Sidon’daki haçlı kalesinin yıkıntılarından çıktık yola. Hep gece yol alacağımızı söyledi. Üç yıldızlı çöl gecesi sonra kapısından sevgili şehrime gireceğiz demişti. Dediği gibi oldu. Ben bu yolu binbir yıldır yürüyorum dediğinde inanmamıştım. Benimle eğleniyor sanmıştım. Atlara güvenme çölde diye anlatmıştı ihtiyar. Nerede duracaklarını söylemezlermiş. Susuzluktan ölünceye kadar yürürler ve sonra düşerlermiş. Oysa deve ölmeden sana belli edermiş. O yüzden develerle geçtik eski hac yolunu. Devenin en az at kadar hızlı koştuğunu çöl tavşanı avlarken öğrendim.

Karşılaştığımız her dili konuşuyordu rehberim. Çöldeki vahaların sahipleri olan Bedevilerin, Arapların, İbrahim’in dilini konuştuğunu duymuştum ve eskiden buraların hakimi olan bir çok başka milletin dilini de konuştuğunu kendi anlatmıştı. Sabaha karşı vahada durup da, hizmetkarlar yemek hazırlarken, ateşin başında benim için tütün sardığında anlatmıştı Süleyman’ın gelmiş geçmiş en akıllı hükümdar olmasının sırrı, tüm canlıların dilini konuşabilmesiydi diye. Kuşların ötüşünden ve ağaçların fısıltısından anlarmış söylediğine göre.

Süleyman'ın Mührü
Süleyman’ın Mührü

Bugün Türklerin ülkesinde kalan ve Haçlı ordusu toplayan Kutsal Roma Germen İmparatoru Sakallı Barbarossa’nın gidebildiği son şehir olan Roma kenti Iconium’da yaşayan bir müslüman şaire göre, parmağındaki saltanat yüzüğü ile perilere ve şeytanlara hükmedermiş.Ama ben çok kalamadım o ateşin başında eski hikayeleri dinlemek için. Uzun siyah saçlarım ve kabilesindeki Bedevilerden farklı olan oldukça tüylü olan bedenime bakarken yakaladığım kızı kuytuda sahip olabilmek için sessizce gözden kayboluyordum sabaha karşı. En fazla onbeşindeydi. Ceylanlar gibi başı dik ve yaylanarak yürüyordu. Teni kadife gibiydi, gözleri ise derin bir kuyu gibi kapkaraydı Fatima’nın. Hele o avuçlarımdan taşan göğüsleri, kiraz tadında dolgun dudakları, gencecik gergin bedeni. Hatırladıkça bugün bile ateş basıyor.Yeruşalim uzaktan göründüğünde sabah yıldız tam tepemizdeydi. Büyükçe bir zeytin ağacının altını işaret etti. Dinlenelim. Akşam gideriz dedi. Biraz oturup dinlenmek istedim ama oldukça derin uyumuşum. Sanırım sabah sarıp bana ikram ettiği sadece tütün değildi. Kalan yolu alıp Beyrut Kapısından girdiğimizde güneş batmak üzereydi. Hemen Tanrı’nın oğlunun çarmıha gerildiği Golgotha’ya gitmek istedim. Ama yapacak daha önemli bir işi olduğunu söyledi. Benim kalacağımız hana götürdü ve o gelmeden dışarı çıkmamam konusunda ısrar etti. Ben de handa oturup bir şişe şarap eşliğinde Aquinolu Thomas’ın De Perfectione Vitae Spiritualis’ini okumaya devam ettim kaldığım yerden. Keşişlerin halkın arasında karışması gerektiği düşüncesi benim Fransisken Manastırında şekillenmiş zihnimi nasıl da rahatlatıyordu. Zaten kendim de yoksulluğu seçmemiş miydim gençliğimde. Buraya da yoksul şövalyelerin peşinden gelmemiş miydim.

Kubbet'üs Sahra
Kubbet’üs Sahra

Sabah uyandığımda onu odada otururken buldum. Uyandığımı görünce gülümsedi. Pencereden görebildiğim altın kubbenin olduğu tepeyi işaret etti. İşte dedi orası Moriah. Yani Tapınak Dağı. Aradığın soruların cevabı orada. Kalktım, hazırlandım. Bir anca önce gitmek istiyordum.